M. Nuri BİNGÖL

M. Nuri BİNGÖL

Risale-i Nur, Usulü'd-din ve Üstad

“Ben de, ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur'la muhafaza niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve has kardeşlerime, mahrem tutulmak şartiyle verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, Âyetin mânâ-yı sarîhi budur. Ta hocalar ( Fihi nazarun- şahsi görüşüdür)  desin. Hem dememişiz ki mânâ-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki: Mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da, mânâ-yı işarî ve remzîdir ve o mânâ-yı işarî de, bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda ( Yani 20. yüzyılda- ya da “fitne-i ahir-zamanın üç merhalesinden, birinci vetiresinde) , o mânâ-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferdidir ve o ferdin, kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulemâ mâbeyninde cârî bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken; Kur'an Âyetini veya sarahatını değil incitmek, belki i'caz ve belâgatına hizmet ediyor.”  (Tarihçe-i Hayat, s. 305)

Bu ve bu mânadaki pek çok ifadeyi “herkes” çok defa, tekrar-be- tekrar,  “döne döne”  okumuştur. “ Mümin hüsn-ü zanna memurdur.” beyan-ı Üstadanesi iktizasınca, bu nevi mektupları okuyan insanların, o satırları “ gazete gibi” okumadığına inanıyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle “ mal-i umumi”si olan Risalelerinin muhatabı “ âlem-i İslam”a, “ Nazarlara, zâtımızı değil, Risale-i Nur’u gösteriyoruz.” beyanındaki hakikat gibi bir “hakikat-ı Kur’aniye”yi anlatıyor; bütün telifatının “Usulü’d-Din”in haricinde anlaşılamayacağını beyan ediyor.

Bu satırların zımnında hangi ifadeler var?
1-Risale-i Nur’un “bir cihetle” yaptığı “birinci vazife”nin kıymetini ve O’na yapılan “gaybi ihbar”ları zikretmedeki maksadın, Ahir Zaman Müslümanı’nın imanını Risale-i Nur ile muhafaza etmektir. ( Demek ki bu niyetin aksine yapılacak tahşidat, mana-yı muhalifi ile, “ehl-i imanın“ imanını zayıflatan, ya da bir başka mektubunda izah buyurdukları gibi, Risale-i Nur’un  verdiği “ yakiniyat-ı burhaniye”ye zarar verici bir “cinayet-i azime” olacaktır.)

2- Herhangi bir risalede yapılan tefsir için, “ Bu, mezkur ayetin manasının tam bir tefsiridir, ayetin daha başka bir açıklaması yoktur.” denilemez. “ Ve o risalede biz demiyoruz ki, Ayetin mana-yı sarihi ( açık manası) budur.” ( Üstad’ın demediği ve diyemediği bir manayı söylemeğe, düşünmeye ya da dava edinmeye kimsenin haddi olmasa gerektir.) Hiç bir Nur Talebesi’nin de bu ifadeleri böyle anlamadığından eminim.

Yukarıda dikkanizi çektiğini düşündüğüm bir kelime kullandım. “ Diyemediği” kelimesidir bu. Belki de garipsediniz. Halbuki, bu ifadenin şümulüne sadece “ Zaman-ı  Dehr”  sıfatına layık görülmüş, 13 yaşında icazet alıp İslam Müderrisi olmuş, Şekip Paşa’ya, “  Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Şeriatın anahtarı bendedir.” diye hiddetlenen bir “Dellâl-ı Kur’an” değil, bütün müminler buna dahildir.
Bunun tersi söylenirse ne olur? Ahmed Gümüşhanevi hazretlerinin “ Ehl-i Sünnet ve Cemaat İtikadı” kitabında izah ettiği gibi, bilvesile “ Kur’an mahluktur.” diyen mutezile, mürcie vs. gibi batıl bir itikada saplanılmış olur. “Kelam-ı Ezeli” olduğunu bildiğimiz  “Kur’an-ı Azimüşşan”ın bütün mânasının bu asırda  izah edilip “bittiği” gibi bir neticeye varılır ki, onun da “hadis” ( başlayıp biten) olduğuna itikadı gerektirir. Bu itikadın da çok alimce küfrü mucip, bazı alimlerce de “ehl-i sünnet ve cemaat”ın haricinde olduğunu beyan ettiklerinin okuyucu tarafından bilindiği kanaatındayım.

3- “Risale-i Nur dahi bu asırda, o mânâ-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferdidir ve o ferdin, kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine” olan itimad, Kur’an-ı Azimüşşan’ın bir mucizesini daha gösterip, “ehl-i imanın imanını Risale-i Nur’la muhafaza” etmesinden başka bir netice doğurmaz.

4- Bu ifadelerin “umuma değil”, ehl-i ihtisas insanlara söylendiği “...ve has kardeşlerime, mahrem tutulmak şartiyle verdim.” ibaresinden de anlaşılmıyor mu?

Bu dört - beş cümlelik izahtan daha çok manalar çıkarmak mümkün; ama zaman da dar, mekân da... Hülasa ile şu denilebilir ki, Üstad ifadeleriyle  “ders arkadaşlarım” dediği “ has kardeşleri”ne “ ders-i ibret” ve “terbiyeye medar” bir sohbette bulunuyor. “ Kur’an’ın müfessir-i hakikisi olan Ehadis”in Kur’an’ın aksine anlaşılamayacağı, hiç bir Müfesirin-i İzam’ın içtihadının “ Kur’an’ın müfessir-i hakikisi olan Ehadis”ten “daha racih” tutulamayacağını, Kıyas-ı fukaha denen, Selef-i Salihin (RA)ın yaptığı içtihadları kıyas neticesinin, bizzat o içtihaddan  daha üstün görülemeyeceğini, Kur’an-ı Kerim’in tek bir ayetinin dahi, “artık bütün manası anlaşıldı, yani anlaşılacak bir yönü artık kalmadı!” demenin – bırakalım avam-ı nas dostların- “has kardeşler” tarafından bile denemeyeceği ve dediklerinde – Ziyaretçilere Dair Mektubu’ndan hatırlayalım-  “dost” bile kalamayacaklarını tebellür ettiriyor.

Mektubun devamı ise meseleyi daha bir vuzuha kavuşturuyor: “Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib'ad edip itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar bir çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu düşünse; elbette bizim gibi acz-i mutlak, fakr-ı mutlakta, ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eserin zuhuru, vüs'at-ı rahmet-i İlâhiyeye delildir demeye mecbur olur.” .” ( Tarihçe-i Hayat, s. 306)

Hele Hazret’in son cümleleri ne mânalı ve “hakikat-ı Risale-i Nur” dediği “pişdarlık” makamının nasıl anlaşılması gerektiği – bizce- büyük bir “barika-i hakikat”dır.

“Ben, sizi ve mu'terizleri, Risale-i Nur'un şerefi ve haysiyetiyle temin ediyorum ki; bu işaretler ve evliyânın îmalı haberleri, remizleri, beni dâima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir dakika nefs-i emmareye medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi senelik hayatımın göz önünde tereşşuhatiyle isbat ediyorum. Evet, bu hakikatla beraber, insan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâlî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var; belki de fikrim karışmış; risalede hatâlar da olmuş. Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlı milyonlar fedakârları bulunan meşrebler, meslekler bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde; benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müdhiş müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir biçare, o mesleklerden daha ileri, kuvvetli dayanan Risale-i Nur'a sahib değildir. O eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir mu'cize-i mâneviyesidir ( Kur’an’ın mucize oluşunun bir delilidir)  ve rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmış. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş...” ( Tarihçe-i Hayat, s. 306)

Paragrafın sonundaki “düstur” bu zamandaki “sahabe hizmeti” olan “meslek-i hakikat “ ve “uhuvvet” çığırının –bence-  kaidelerinden birini bedihi olarak ifade ediyor. Bu hizmet bir şahsa bağlanılarak yapılan “pederane” bir faaliyet değildir. O hizmetin saliklerinin adı “ Kur’an Nurcuları” ( Mesnevi-i Nuriye) ya da “Hizbül-Kur’an’dır.”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.