Risale-i Nur'a göre Ruh nedir?
İlim adamları, dinler ve filozoflar, binlerce yıldır ruhu tanımlamaya çalışmaktadırlar
Risale Haber-Haber Merkezi
Selçuk Eskiçubuk'un yazısı:
Ruh nedir?
“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir”. (İsra, 85)
İlim adamları, dinler ve filozoflar, binlerce yıldır ruhu tanımlamaya çalışmaktadırlar. Bu yüzden ruhun pek çok karşılığı vardır. Üzerinde anlaşılmış tek bir anlamı da henüz yoktur.
Ruhun kendisini bugün için de tam bilemiyoruz. Ancak bazı özelliklerinden söz edebiliyoruz. Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat bugün için mahiyeti henüz açıklanamıyor.
*Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. (SÖZLER,26.Söz)
Ruhun İslamdaki anlayışına baktığımızda, Hz.Adem’in yaratılışında, Hz.Meryem’in mucize olarak eşi olmadan hamile kalışında, Kur’an ruhun üflenmesinden bahseder. Hz. Âdem’in önce balçıktan vücüdu yaratılmış, sonra onun içine ruh denilen varlık konulmuştur.
Hz.Meryem ise, ruh üflendikten sonra babasız bir şekilde hamile kalmış ve sonunda doğumla birlikte Hz.İsa dünyaya gelmiştir. Bu hadiseleri günümüz bilgileriyle çözmek olanağı yoktur. Çünkü bunlar birer mucizedir.
İnsanın bilgi ve becerisi, ilmi ne kadar çoğalırsa çoğalsın sınırları aşmak imkânsızdır. Allah da bunları anlatarak, insanın kendi sınırlarını bilmesini istemektedir. Yaratılanların en şereflisi olan insan, Yaratıcının sınırlarını anlayabilecek kapasitede bir varlıktır.
Kur’anda ruh ile ilgili ayetler vardır. Bazıları şunlardır.
(*)Rabbin meleklere demişti ki: " Ben, kuru bir çamurdan şekillendirilmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamladığım ve içine Ruhumdan üflediğim zaman, onun için secdeye kapanın. (Hicr,28-29)
(**)Namusunu koruyan Meryem'i de hatırla ki, emrimizle vücuda gelen bir ruhtan ona üfledik; Onu ve oğlunu alemler için bir ibret kıldık(Enbiya,91)
(***)De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsra, 85)
Ruh, Kur’an’ın “De ki: Ruh Rabbimin emrindendir” (***) yüce fermanıyla anlatılır. O; âlem-i emirden gelmiş canlı ve şuurlu bir kanundur. Ezeli kudret sahibi olan Allah, ona harici bir vücud giydirmiştir.
Âlem-i Emir, Cenabı Hakk'ın irade sıfatının tecelli ettiği, hâkim ve galip olduğu âlem, yani şu görünen âlemin arkasındaki komutların verildiği âlemdir.
Dünyanın içinde bulunan yerçekimi kanunu gibi, ruh da insanın içinde bulunan bir kanundur. Ruh da, bedenin bütün duygu ve duyularının peneceresinden bakar, duyar ve düşünür…
Tabiatta gördüğümüz bütün kanunlar, Allah’ın irade sıfatından gelen şuursuz varlıklardır. Daima veya çoğunlukla kalıcıdırlar. Tabiattaki bu kanunların insandaki bir kardeşi olan ruh ise, onlardan farklı olarak gerçek bir vücuda sahiptir, onlardan daha güçlü ve yüce, daha şuurlu, canlı, daimi ve daha kıymetlidir. Meselâ yer çekim kanunu, dünyanın ruhu gibidir. Allah ona şuur verse, bizim gibi ceset de giydirse, o da büyük bir insan olabilirdi.
*Ruh dahi Kur'ân'ın nassı ile, “De ki: Ruh Rabbimin emrindendir” ferman-ı celîli ile âlem-i emrden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş.
Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emrden gelen şuursuz kavânîn, dâimâ veya ağleben bâkî kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellîsi ve âlem-i emrden gelen ruh, bekâya mazhar olmak daha ziyâde katîdir, lâyıktır. Çünkü, zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem, onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir; çünkü, zîşuurdur. Hem, onlardan daha dâimîdir, daha kıymettardır; çünkü, zîhayattır. (SÖZLER,29.Söz)
Ruh, hayatın halis, saf bir özü, sabit ve ondan bağımsız bir varlığıdır. Evrenin en son neticesi, hayattır. Hayatın en son özü, ruhtur. Ruh sahibi varlıkların en sonundakileri ise, şuurlu olanlarıdır. Şuurlu varlıkların en kapsamlısı da, insandır.
Bütün evren, hayatın emrine verilmiştir, onun için çalışır. Canlıların hepsi, ruh taşıyan varlıkların emrinde olup onlar için dünyaya gönderilir. Ruh taşıyan varlıklar da, insanın emrinde olup ona yardım ederler. Bu anlamıyla insan Allah’ın ne kadar da önem verdiği bir varlıktır.
*Ruh dahi hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır." (LEMALAR,30. Lem'a)
*Madem kâinatın en müntehap neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehap hülâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehap kısmı zîşuurdur. Ve zîşuurun en camii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır; onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar insanlara musahhardır; onlara yardım ediyorlar. (ŞUALAR,3.Şua)
*Eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin. (M.NURİYE)
*En yüksek tabaka-i hayatta ve ervâh-ı bâkiye sahibi olan insan. (SÖZLER,10.Söz)
Ruh ve tabiattaki kanunlar, Allah’ın iradesinden ve emirler dünyasından gelirler. Bu yönleriyle birbirleriyle benzeşirler. Galaksiler, güneş, ay, dünya ve yıldızlardaki kanunlar; insandaki ruha benzerler, onlara insan gibi bir vücud giydirilse onların da bir ruhu olurdu. Onların kanunları daimidir, ölümsüzdür, sabittir, hiç değişmez. Onlardaki birliği hiçbirşey bozamaz. Örnek olarak bir incir ağacına bakalım. Bu ağaç ölse, onun ruhu hükmündeki yaratılış kanunları, küçücük çekirdeklerinde yazılı olarak saklanır, ölmezler ve baki kalırlar.
En basit ve zayıf böyle emri kanunlara, Allah tarafından ölümsüzlük hakkını alıyorsa, insan gibi bir varlığın ruhu da, ölümsüz ve sonsuz bir hayata hak kazanmayı gerektirir.
Ruh, ölümle parçalanıp yok olmaz. Allah’ın sonsuz merhameti onu idama mahkûm etmez. O’nun sonsuz cömertliği, vermiş olduğu bu vücud nimetini, ondan ebediyen geri almaya izin de vermez.
*Ruha bir derece müşâbih ve ikisi de âlem-i emrden ve irâdeden geldiklerinden, masdar itibâriyle ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o nâmuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki, o kanun dâimâ bâkîdir, dâimâ müstemir, sabittir; hiçbir tegayyürât ve inkılâbât, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır.
İşte, mâdem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekâ ile, devam ile alâkadardır; elbette ruh-u insanî, değil yalnız bekâ ile, belki ebedü'l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.(SÖZLER, 29.Söz)
Ruh; hayat ve şuur taşıyan çok şeylerle ilgisi olan, harici vücud giydirilmiş bir gerçektir. Birçok parçaları taşıyabilecek özelliğe sahip emri bir kanundur. Emri kanunlar içinde en zayıf olanında bile bir nevi ölümsüzlük hakkı vardır yani onlarda devamlılık görülür. Mesela değişime tabi olan bütün türlerde, sabit bir gerçeklik vardır. Bitkilerdeki tohumlar, çiçeklerin ve ağaçların özelliklerini içinde taşırlar ve bu özelliklerini nesilden nesile taşırlar. Bir nevi ölümsüzlük kazanırlar, her yıl değişime uğrayarak yeniden yaratılırlar. Hayvanların yumurtaları da özelliklerini nesilden nesile iletir. Özellikleri görünümleri değişse de sabit kalarak ebediyet kazanırlar.
Bir insan; hayvan ve bitkiler ile karşılaştırıldığında onlardan farklı olarak taşıdığı her şeyi içine alan şuur, geniş tasavvur özelliği ve yapısal mükemmellikleri nedeniyle, onların bir türüne bedeldir. Onların bir türünde geçerli olan kanun bu nedenle bir insanda da geçerli olur.
Benzeri bulunmayan, harika şeyler yaratan Allah, insanı kendine büyük bir ayna olarak yaratmıştır. O, yaptığı geniş dairedeki kullukla yüce bir özellik kazanabilir. Her insandaki ruh, bedeni yüzbinlerce değişikliğe uğrasada ölmeyecek, yaşayacak ve geldiği gibi de gidecektir. İnsan şuurunun bir gerçeği ve hayatının bir elemanı olan ruh, Allah’ın emriyle ve izniyle daima ölümsüz olacaktır.
*Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekâya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tegayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor.
İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvurâtıyla, bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.
Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi' bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır; her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak, geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izniyle ve ibkâsıyla, dâimâ bâkîdir.(SÖZLER, 29.Söz)
Ruh; birdir, bölünmez ve parçalara ayrılamaz. Tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekânı yoktur. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine mani olmaz.
Ruh, kendisinin ve diğer varlıkların farkındadır O, tabiattaki kanunlara benzer. Eğer kanun, şuurlu olsaydı ve harici vücut giyseydi ruh özelliği kazanırdı.
İnsan öldükten sonra ondan geriye kalan ölümsüz varlık, ruhtur. Çünkü o, bir tek şeyden yapılmış, basit bir varlıktır. İnsan vücudu ise birçok şeyden yapılmış bileşik bir yapıdır. Bozulan, parçalanan şeylere baktığımızda, onların çoklu molekülerden meydana getirilmiş kimyasal yapılar olduklarını görürüz. Ruh ise onun gibi bir cisim değildir.
Hayat denilen şey ise, bu çoklu yapılar üzerinde kurulmuş, birlik içinde hareket eden bir canlılıktır. Birlik ve ölümsüzlük ise, ruhun özelliğidir ki ondan hayata geçmiştir.
Ruhun ölmesi için, yıkılması veya bozulması gerekir. O, tek bir şeyden yapılmış olduğu için parçalanmaz ve dağılmaz. Ya da idam edilerek öldürülebilir ki, ona da sonsuz cömertlik ve ihsan sahibi olan Allah’ın merhameti izin vermez. Çünkü insana önceden verdiği vücud nimetini ve vücudu seven ve ona layık da olan insan ruhunu, ondan geri almaz. O’nun şefkat, merhamet ve adaleti buna izin vermez.
*insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekâya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekâ, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder.
Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.(SÖZLER,29.Söz)
Herkes kendi hayatına baksa, ruhun ölümsüzlüğünü anlar. Herbir ruh, kaç sene yaşamışsa o kadar beden değiştirdiği halde, kendisi aynen sabit kalmıştır. Mademki vücud gelip geçicidir, ruh; ölüm ile tamamen çıplak kalsa bile onun ölümsüzlüğüne bir tesiri olmaz. Yaşarken yavaş yavaş beden değiştiren ruh, ölümde birden soyunur, bedeni terk eder.
Beden ruh ile ayakta kalabilir, ruhun ise yaşamak için ona ihtiyacı yoktur. Ruhun ayakta kalması kendi özelliğidir, bedenin dağılıp toplanması ruhun özgürlüğüne zarar vermez.
Beden ruhun evidir, yuvasıdır ama elbisesi değildir. Ruhun elbisesi bir derece sabit, ince, şeffaf ve bedene benzeyen bir örtüdür. Ölüm esasında büsbütün çıplak da olmaz, yuvasından çıkar ve bu yeni elbisesini giyer.
*Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, mâdem, cesed, gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekâsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur. Gayet katî bir hads ile belki müşâhede ile sabittir ki, cesed ruh ile kâimdir. Öyle ise, ruh onun ile kâim değildir; belki, ruh binefsihî kâim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.(SÖZLER,29.Söz)
Ruhlar kati olarak ölümsüzdür. Şu anda kabir âleminde, ruhlar âleminde bulunan ve ahirete gitmek için sıra bekleyen çok sayıda ölümsüz ruh kafileleri vardır. Onlar ile insanlar arsındaki mesafe o kadar kısa ve incedir ki delil göstermek bile gerekmez. Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakîkatleri Allah’ın lütuf ve ihsânıyla bilen velîler, onlarla temas edebilirler. Kabirdeki ölünün hâllerini keşfedip doğru olarak haber veren evliyâlar da onları görür. Her iki tür velinin sadık rüyalar aracılığı ile onlarla ilişki kurdukları, insanlar arasında çok yaygın bir kanaattir.
*Ruh, katiyen bâkîdir…..Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mâbeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe'l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-i sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir.(SÖZLER,29.Söz)
Ruhlar, ölümden sonra ebedidirler. Evrenle ilişkileri hala devam eder. Kâinattaki büyük hadiselerden derecelerine göre etkilenirler. Azap içindeki ruhlar, yine elem çekerler. Mutlulluk içindeki ruhlar ise hayret ve şaşkınlıkla müjde getiren üzüntü içinde bulunduklarını Kur’an haber veriyor.
*Zîşuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisât-ı azîmesinden, derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkârâne, ehl-i saadet ise hayretkârâne, istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur'âniye gösteriyor. (MEKTUBAT,5.Mektup)
*Bâkî bir mahbubu arayan ruh (SÖZLER,17.Söz)
*Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-i mahdut istidâdât ve o istidâdâtta mündemiç olan gayr-i mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş'et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hâsıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, (SÖZLER,29.Söz)
İnsandaki yumurta hücresinde ve spermde hayat vardır, fakat sınırlıdır, birleşme olmazsa hayatlarını sürdürme olanakları yoktur. Döllenme ile oluşan zigot ise, yeni bir hayatın başlangıcı olur. Embriyo, anne karnında belli bir olgunluğa erişince de, ona ruh verilir.
Mademki ruh ebedi, vücud geçicidir. Ruh, cesette misafirdir. Öyleyse böyle kıymetli bir misafirin gelip yerleşmesi için önce beden hazırlanmalıdır.
İnsan hayatı, ruh olmadan biraz daha yaşasa da ebediyete kadar devam edemez. Mesela beyin ölümü gerçekleşmiş insanların organları sınırlı bir müddet daha yaşarlar, bu süre içinde çıkarılıp alınırsa başka bedenlerde yaşayabilirler. Yoksa parçalanıp yok olurlar. Çünkü onlar ruh gibi basit ve tek bir maddeden değil, birçok maddeden yapılmışlardır.
İnsanda önce vücud teşekkül ettirilir, sonra da ruh onun içine yerleştirilir. Anne karnındaki fetüse ruh üflenince, bu gelişme ve beslenme hareketine, hissetme ve irade hareketi de eklenir.
İradeli hareketler, ruhun varlığının delilidir. Öyleyse ruhun üfürülmesi yani ruha cesed giydirilmesi ne zaman olur? Bu konuda kesin bir zaman yoktur. Anne karnındaki ilk günden kırk güne kadar olduğu gibi farklı günlerde olabileceği de söylenmiştir. Ancak günümüz tıbbında 10. Haftadan sonra embriyonun adı artık fetüs olur. Bundan sonra kürtaj yasaktır.11. haftadan itibaren ise gebeliğin dörtte biri tamamlanmış ve düşük ihtimali %1 in altına inmiştir.
Gelişen ilk duygu olan tat ve dokunma duyusudur. Onun için 10. hafta bizlere, fetüse ruhun kazandırılması için uygun bir zemin olduğunu düşündürür.
İnsan; devamlı değişime, bir halden bir hale dönüşüme ve felaketlere açık bir varlıktır. Onun bedenine konulmuş ruhuh yaşayabilmesi için 3 kuvvet vardır ki çok önemlidir.
Birincisi; cinsellik, yeme içme gibi hayvani duygulardır ki, yaşamak için vücuda menfaat temin ederler. Neslin devamı için çekicilik sağlarlar.
İkincisi; öfke, kızgınlık, hiddet ve şiddet duygusu gibi duygulardır ki insanı zararlı şeylerden korur, onları insandan uzaklaştırır.
Üçüncüsü ise akıldır ki, insan onunla fayda ve zararı, iyi ve kötüyü ayırt eder.
*Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. (İ.İCAZ, Besmele ve Fatiha suresinin tefsiri)
Ruh, sahip olduğu maddi ve manevi cihazlarıyla işler yapar. Şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle planlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, elle tutar, gözle görür, kulakla işitir, ayakla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır.
Göz ruhun dış dünyayı seyretmesini sağlayan bir penceredir.
*…göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. (SÖZLER,6.Söz)
İnsan aklen, hayalen ve bakışlarıyla her zaman gökyüzüne çıkabilir. Vücud ağırlığını bırakan peygamberler, evliyalar ve cesetlerini çıkarıp giden ruhlar da Allah’ın izniyle oraya gidebilirler.
Ağırlıkları olmayan hafif şeyler nasıl nasıl uçarlarsa, bir ceset görüntüsü giymiş ruh gibi hafif ve ince yapıdaki bir kısım dünya ve gökyüzü varlıkları da semaya gidebilirler.
*Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider; öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiyâ ve evliyâ veya cesedlerini çıkaran ervâh-ı emvât, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Mâdem hiffet ve letâfet bulanlar oraya giderler; elbette cesed-i mîsâlî giyen ve ervâh gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler. (SÖZLER,15.Söz)
Ruh sahibi olmak yalnızca insana ait bir özellik de değildir. Cinler de bedeni olmayan ruhsal varlıklardır. Hatta onların iyilerinin yanında kötülük yapanları da vardır. Hayvanların da ruhları vardır. Bitkilerinde ruh hükmünde olan kanunları vardır.
*Cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu (LEMALAR,13.Lema)
İnsanın yaratılışında acayip bir hal vardır. İnsanlar arasında bedenen ve görünüm olarak, ayrılık varsa da çok azdır. Ancak manen ve ruhen noktayla güneş kadar ayrılıklar ve farklılıklar vardır. Ama balıkla kuş, bedenleri çok farklı olmasına karşın, ruhları birbirine çok yakındır. En küçük bir hayvanla en büyüğü arasında fark yoktur. Bu da hayvanla insanın bir farkıdır.
İnsanın ruhu sınır altına alınmamıştır, kendini beğenmişlik ve bencillikle aşağılara düşer, küçük bir parçayla eşdeğer olurken, Allah’a karşı kulluğuyla ise çok yükseklere çıkabilir.
*Yine insanın fıtratında acip bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma mânen ve ruhen, aralarında zerreyle şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ, balıkla kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü, en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir. Enaniyetle o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyetle de o kadar yükseğe çıkıyor ki (MESNEVİYİ NURİYE)
İnsan ruhunun sonsuz ihtiyaçları olmasına karşın, sonsuz da elemleri vardır. Her türlü lezzete karşı, istek ve arzuludur. Kalbi dalalet içinde de olsa, ruhundan fışkıran şefkat duygusu, ona sonsuz acılar tattırır.
*Ruh-u insanî gayr-ı mütenahi ihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahi elemlere mahaldir. Gayr-ı mahsur lezzetlere iştahlıdır. Gayr-ı mahdut âmâli beslemektedir. Hattâ, kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahi elemleri tazammun ediyor.(M.NURİYE, Zeylü’z Zeyl)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.