Nizamettin MELİKOĞLU
Risale-i Nur'a göre Zahirilik ve Modern Zahirilik
Nizamettin Melikoğlu'nun yazısı
İslâm düşünce tarihi açısından Risale-i Nur’un incelenmesi ne kadar önemli ise, Risale-i Nur açısından da İslâm düşünce tarihinin tahlilini yapmak o kadar önemlidir.
Risale-i Nur sadece klasik bir tefsir olmanın ötesinde aynı zamanda bir düşünce metodudur. Düşünce ve okumanın nerede ve nasıl başlanması gerektiği konusunda çok zengin analiz ve perspektiflerle doludur. Bu bağlamda Risale-i Nur’un entellektüel/fikri kodlarını yakalama çalışması, fazla işlenmemiş bir saha olarak karşımızda durmaktadır.
İslâm tarihinde birçok fikrî/mezhebî ekoller vardır. Sahabiler döneminden sonra bilhassa Abbasiler döneminde yunan felsefesine dair eserlerin tercüme edilmeleriyle birlikte, bu eserleri islamî mefkûreye entegre çabaları başlamıştır. Bunun sonucu olarak mutezile akımı doğmuştur. Sonra batınî yorumların, âyetlerin mâna mecrâlarını farklı kanallara çekmeye başlamasıyla zahirî ekol çıkmıştır. Yani nassların[1] yönlerini keyfi olarak sağa veya sola sapmalarını engellemek adına zahirî ekol bir refleks olarak ortaya çıkmıştır, denilebilir.
'Evet, herşeyi zahire hamlettire ettire, nihayet zâhiriyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şe'ninde olan meylü't-tefrit ne derecede muzır ise, öyle de, herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra, nihayette batınıyunun mezheb-i bâtılasını intaç etmek şanında olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.'[2]
Risale-i Nurda zâhirilik bir mezhep olmaktan öte bir düşünce sistemi olarak analize tabi tutulup, bu düşünce sisteminin tenkidi yapılmaktadır. Dolayısıyla Risale-i Nur zâhirilik meselesini, bir mantalite olarak değerlendiriyor.
Bir düşünce sistemi olarak zâhiriliği tahlil etmeden evvel, bir mezhep olarak zahiriliğin ortaya çıkış sürecine gözatmakta fayda vardır.
Malum olduğu üzere müctehid imamlar tarafından fıkhî meselelerin tedvîn süreci hicri 2. Yüzyılda başlamıştır. Bu dönemde her bir imam Kur'ândan hüküm çıkarma konusunda kendi prensip ve metodlarını belirterek, diğer mezheplerden farklı yönlerini ortaya koymuşlardır. Bu dönemdeki mezhepler daha çok çıktıkları şehirlerle anılmış ve şehirlerine nisbet edilmişlerdir. Örneğin Medine-i Münevvere Hadîs ehlinin merkezi olmuştur. Kûfe şehri Re'y ekolunun şehri ve merkezi olmuştur.
Hadîs ekolu Medine'de kalan fakih sahabelerle başlamış, İmam Mâlik ile devam etmiştir. Muvatta' adlı konularına göre hadîs tedvîni, hadîs ekolunun bir semeresidir. Medine'deki hadîs ekolunun ilmi o kadar güçlüdür ki, Ömer bin Abdulaziz buraya adam gönderip fetva konularında görüş almıştır. İmam Şâfiî gibi imamlar buraya gelip İmam Mâlikten ders almışlardır.
Hadîs ekolunun en şöhretlileri İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân ibni Uyeyne, Evzaî ve Leys ibni Sa'd dırlar. Üçüncü asırda ise bu mesleği İbni Cerirî Taberî, Buharî, Müslim, Nesaî, Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce ve İbni Kuteybe gibi zatlar üstlenmişlerdir.
Hadîs ehlinin en belirgin özelliği mümkün mertebe kıyasa müracaat etmekten çekinmişler ve sahabe ve tabiinden fakihlerin eserlerini toparlamışlardır. Sonra bu hadîsleri alırken/kabul ederlerken bazı prensipler koymuşlar. Böylece hadîs ıstılahı ve cerh ve ta'dîl ilmi ortaya çıkmıştır.
Re'y ehli ise daha çok kıyası kullananlardır. Bu tabi hadîsleri önemsemedikleri mânasından çok, bir metodoloji tercihinden kaynaklanmaktadır.
Re'y ehli Iraklılardır. Ebû Hanîfe, Muhammed bin Hasan, Ebû Yûsuf, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Zeyâd ve ibni Semâe gibi alimlerdirler. Bu ekol kıyas-ı celîyi âhâd haberlere tercih ettikleri için, Re'y ehli diye isimlendirilmişlerdir.
Zâhirî ekol ise, Ebu Davud Isfehâniye nisbet edilir. Her ne kadar İmam Şâfiî'nin öğrencisi olsa da, daha sonradan kendine has bir rota çizmiştir. Sadece nassların ve icmâın zâhirine itimad etmiştir. Kıyas, maslahat-ı mürsele, istihsân ve sebeb gibi hukuki hükümlerin illetlerini beyan eden metodları reddetmiştir. Çünkü onlara göre hükümler, Allah tarafından illetlere bakılmaksızın konulmuşlardır. Hüküm ve nassların sadece zâhirlerine bakmışlardır. Bu tutum Re'y ehline karşı bir refleks olarak ta görülebilir. Sadece nassların zâhirine sarf-ı nazar ettikleri için, âyetlerdeki işarî ve remzî mânalardan istifade edememişlerdir. Onun için örneğin; فَلَا تَقُل لَّهُمَا أُفٍّ 'Onlara öf bile dahi deme..' (İsra/23) âyetinde 'öf' kelimesinden kasıt eziyet olduğu, dolayısıyla bundan farklı eziyet türlerinin de âyetin kapsama alanı içine girmesi gerektiğini kabul etmemişlerdir/kavrayamamışlardır.
Hadîs ehlinden, kendi metodlarını yazıp re'y ehlini ve zahirîleri eleştiren eserler yazanlar olmuştur. Hâtibi Bağdadî Tarih-i Bağdad'ta, ibni Kuteybenin Çeşitli hadîslerin tevil'i adlı eseri bunlardandır. Hanefî alimleri de hadîs ve zâhirî ekole karşı kendi metodlarını kaleme almışlardır. Zâhirilerden ise Mahallî ve İbni Hazm bu görevi üstlenmişlerdir.
Daha sonra bu mezheplerin tashîh ve tahkîkini yapan alimler ortaya çıkmışlardır; Şafiîlerden İmam Nevevî, Hanifilerden İbni Abidîn, Hanbelilerden İmam Merdâvî, Mâlikilerden İmam Kurâfî muhakkik mezheb ulemasıdırlar.
Mezheb imamlarının arkasından giden müctehid alimler, bazı konularda icap ettiğinde imamlarına ilmi prensipler doğrultusunda muhalefet edebilmişlerdir. Mâlikilerde İbni Kâsım ve Eşheb, Hanifilerde Ebû Yûsuf ve Muhammed, Şâfiilerde Müznî ve Buveytî gibi müctehid ve muhakkik alimler bunlardandırlar.
Bir mezheb olarak zâhiriliğin ortaya çıkış sürecini kısaca ortaya koyduktan sonra, zâhiriliğin şimdi de mezheb olarak hangi esaslar üzerinde gittiğini görmeye çalışalım.
Zâhirilik başka mezhebleri taklide, ne usûlda ne de furû'da izin vermez. Kitab, sünnet veya icmâ'dan delil göstermiyene kadar kimseye ittibâ edilmez.[3] Nassları te'vil etmek veya hüküm çıkarmada kıyas metodunu kullanmak, Allah'ın ve Resûlunun kelamını iptal mânasına geldiği için kabul edilmez. Onun için akla itimad edip re'y belirtmek doğru değildir, mezmûmdur. Dolayısıyla Zâhirilik insanları kendi kabiliyetleri nisbetinde ictihâd etmeye zorlar. Zâhiriler akîde alanında Mâturidî ve Eşarîlerin yaptığı gibi belli prensipler koymaktan çekmişlerdir.
Selefilik yahut modern Zâhirilik
Selef kelime ve tarihi anlamı itibariyle sahabi, tabii ve onlara tabi olanların asrıdır. Buna göre kimisi selef dönemini ilk üç asır olarak gördüğü gibi, kimisi de İmam Gazâlî dönemine kadar ki döneme selef dönemi der. Bu da beşinci yüzyıldır. Burada artık hadîs rivâyeti bitmiştir. Bütün hadîsler kayıt altına alınmıştır. Yani kimsenin yanında kayıt altına alınmamış bir hadîs kalmamıştır.
Günümüzdeki selefiliğin veya modern Zâhiriliğin Selef-i Salihîn ile bağlantısı, isim üzerinden gerçekleşen bir bağlantıdır, menhec ve usûl açısından gerçekleşen bir bağlantı yoktur. Bu şu demektir; Bugünkü selefiler Selef-i salihîni takip ederlerken onların takip ettiği metodu veya menheci değil, bu metodun sonuçları üzerinden hüküm çıkarıyorlar. Dolayısıyla selefilik diye bir mezhep yoktur.
Zâhiriliğin çıkış sürecini ve o mezhebin ilk mümessillerini tanımak kadar, bugünkü izdüşümlerini veya anlayış ve metod açısından temsilcilerini tanımak ta önemlidir. Yusuf el-Kardavî bu asırda islam ümmetini mezhepler konusunda takip ettikleri yol ve yöntem açısından üç temel ekole ayırmıştır;
1. Ekol; Şer-i şerîfin külli maksadları üzerinden değil de, bu küllî maksadların cüz'î sonuçlarından hareket eden selefiler veya modern Zâhirilerdir.
2. Ekol; Küllî kâideler üzerinde yoğunlaşıp şeriatın cüz'î hükümlerini iptala kadar gidenlerdirler. Çünkü onlara göre, asıl mesele dinin ruhunu yaşatmaktır. Onun için şeriatın cüz'î meseleleri, yeri geldiğinde feda edilebilirler. Bunlara fürûât nazarıyla bakıyorlar. Ancak bu fer'i meselelerin taabbudilik yönünü önemsemezler.
3. Ekol ise İslâm dininin cüz'î meselelerini, fer'î hükümlerini kabul ettikleri gibi, bu hükümlerin genel/küllî maksatlarla irtibatının olduğunu da gözardı etmezler. Bunlar vasat yolu takip etmekte selef-i salihînin varisleri sayılırlar.[4]
Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra, el-Kardavî selefilerin/modern Zâhirilerin temel özelliklerini beş maddede toparlamıştır. Ancak biz bunları üç madde şeklinde özetleyeceğiz;
1. Nassları harfî olarak değerlendirip, âyeti veya hadîsi genel konteksiyle değerlendirememeleridir. Örneğin Müslim'in Sahîhindeki ثلاثةٌ لا يُكلِّمُهمْ اللهُ يومَ القِيامةِ: المَنَّانُ الذي لا يُعطِي شيئًا إلا مِنَّةً، والمُنفِقُ سِلْعَتَهُ بِالحَلِفِ الفاجرِ، والمُسبِلُ إزارَهُ
'Allah (c.c.) kıyâmet günü üç kişi ile ne konuşur ne de onların yüzlerine bakar; Hayrı minnet yaparak veren, malını müşteriye yalan yemin içerek yüksek değerde gösteren, ve elbisesini uzun tutandır.' hadîsinin hakiki illetine bakmadan, bütün elbisesi kısa olmayanları bu hadîste zikredilen kategoriye koyarlar. Oysa bu hadîsin başka rivâyetlerinde 'kibir yaparak elbiselerini uzun tutanlar' ifadesi vardır.
2. Şiddet meyilli olmalarıdır. İslam tarihinde bütün aşırı giden taifeler genel itibariyle şiddet ve taassub taraftarı olmuşlardır. Haricîlerde de bu özellik bariz bir şekilde okunabilmektedir. Peygamberimiz zaten haricîlerin vasıflarından birini de [5] يقتلون أهل الإسلام ويدعون أهل الأوثان 'Putperestlerle mücadeleyi bırakıp müslümanlarla savaşır ve mücadele ederler.' şeklinde açıklamıştır.
Modern zâhiriler de kendi görüşlerinde olmayanları tekfîr ederler. El-Kardavî, kendisi de dahil olmak üzere, Muhammed Ğazalî, Muhammed Ammare ve Fehmi Huveydî gibi değerli alimlerin dahi bu kesim tarafından tekfîr edildiğini söyler.[6]
3. Görüşlerini mutlak doğru şeklinde telakki etmeleridir. Karşı görüşte olanları hata içerisinde gördükleri gibi, bazen tekfîre kadar gittikleri vakidir. Yani mesela Selef-i salihîn döneminde bir müctehid, bir âyetten bir mânayı anlar. Başka bir müctehid de farklı bir mânayı anlayabiliyor. Bu nâzarî olan meselelerdeki ihtilaf, biribirlerine karşı saygıda bir eksiltme meydan getirmiyor. Ancak bugünkü zâhiriler, kendilerinin dışındaki anlayışları kabul etmiyorlar. Meselenin somutlaşması için bir örnek verelim; وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ 'Başlarınızı meshedin'[7] âyetinde ب harfinden İmam Şâfiî 'tab'îz' mânasını anlayıp saçın birkaç kılı dahi meshedilirse yeterlidir, diye ictihâd etmiştir. Ebû Hanîfe ise istiâb mânasını anlamıştır ve en azından başın dörtte birinin meshedilmesi gerekir, demiştir.
El-Kardavî'nin koymuş olduğu bu çerçeveden sonra Risale-i Nur'un birinci ekoldeki yöntemi nasıl takip ettiğini örneklerle izah etmeye çalışalım.
1-İtikadi meselelerde metodolojik çalışma
Risale-i Nur Kur'ân'ın temel de beş maksadının olduğunu, diğer meselelerin tebeî ve istidrâdî olduğunu ifade etmiştir. Bu temel meseleler şunlardır;
Tevhid, Haşir, nübuvvet, adâlet ve ibâdet.[8] Buna göre Kur'ândaki imânî ve amelî meseleler bu merkezi konular üzerinden değerlendirilirler.
2-Amelî ve pratik alanda metodolojik çalışma
Risale-i Nur şeriatın cüz'î meselelerini Selef-i Sâlihînde olduğu gibi, bağlı oldukları illetler, Şeriâtın genel maksatları, Fıkh'ın küllî kâideleri ve Usulu'l-Fıkıh çerçevesinde değerlendirmiştir. Örneğin, oy vermeyi hurâfe ve bid'a olarak değerlendirme yerine, fıkhın küllî kâidelerinden olan 'Ehvenüşşereyn'[9] düturuyla hareket edip müslümanlara en az zararlı olanı veya en çok faydalı olanı tespit edip desteklemeyi istinbât etmiştir.
Bununla beraber karşı görüşte olan müslümanları veya hiç oy vermeyenleri, tekfîr etme yerine mazur saymıştır.
Müslümanlara bilfiil zulüm edildiği dönemlerde, adliye ve hapishane memurlarını kasdi bir şekilde düşmanlık etmemek şartıyla 'Zarûretler mahzûratı mübâh kılar'[10] kâidesine göre ma'zûr bulmuştur. Yani adliyenin ve hapishanenin bütün memurlarını zann altında bırakmamıştır.
Yine İslam fıkhının küllî kaidelerinden olan ictimaî sahada 'müspet hareket etme, menfi hareket etmeme'[11] düsturuna azami dikkat gösterilmiştir.
'Birisinin günahından başkası mesul olmaz'[12] kaidesince birisinin yaptığı hatayı cemaatine, ailesine veya partisine teşmil etmemiştir.
3-Hizmette metodolojik çalışma
Kur'ân ve İslâm dinine hizmet edilirken hizmet düsturlarını Kur'ân, sünnet ve fıkhın umûmî ve cüz'î meseleleriyle bağlantılandırmak. Yani şahısların hevaî ictihâdlarına göre hareket etmemek. Batınîlerin 'Hedefe giderken herşey mübâhtır.' kâidesine yanaşmamıştır.
İktidarı ele geçirmeyi hedef alıp toplumda menfi hareket etmemiştir.
Hizmetin başında olması münasebetiyle, hizmetin bütün menfi sonuçlarını teori ve pratikte üstlenme cesaretini göstermiştir. Hizmetin bütün müsbet neticelerini, evvelâ hizmetin efradı olan kardeşlerine taksim etmiştir. Bu da سيد القوم خادمهم 'Sizin efendiniz size hizmet edeninizdir.' hadîsinin bir açılımıdır.
Risale-i Nur'un tefsir ve fıkıhta olduğu gibi pratik hizmette de etrafının ne kadar usulî kâidelerle örülü olduğu, bu üç başlıktaki örnekler biraz da olsa özetlemektedir. Risale-i Nur Selef-i Sâlihînin yaptığı gibi, cüz'iyyâtı tatbik ederken şeriatın genel maksat ve hedeflerini ve fıkhın küllî kaidelerini, gözardı etmemiştir.
Müctehid imamların ictihadî/nazarî görüşleri arasında bazen tercih yapmıştır. Ancak bu da bir yönteme göre gerçekleşmiştir. Takdir edilir ki Bediüzzaman hazretleri de müctehid ve muhakkik bir âlim olduğu için, bazı konularda Şafiî mezhebini veya Hanefî mezhebini veya Cumhur alimlerin görüşünü, itikadî konularda da bazen Eş'arileri bazen de Mâturidileri tercih ettiği olmuştur.
Risale-i Nur'un Kur'ân'ın temel gaye ve hedefleri olan küllî kâide ve maksadlar muvacehesinde hareket ettiğini örneklerle ortaya koyduktan sonra, zâhirilik ve bugünkü zâhiriliğin yansıması olan selefiliğin temel hareket kodlarını Risale-i Nur açısından tahlil etmeye çalışalım.
1-Zâhirilerin ve modern zâhirilerin en temel problemlerinden biri Kur'ân'da kullanılan mecâz'ı kabul etmemeleridir. Zahirîlerin kabul ettikleri bu prensip beraberinde birçok aslî ve fer'î meseleyi getirmiştir. Örneğin, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarına Eş'arî ve Mâturidîlerin yaptıkları tevilleri kabul etmemişlerdir. Kur'ân'da anlatılanları ilmi bir tahlile tutmadan almışlardır. Bundan dolayı B. Hazretleri 'Zâhire cümûd belâğatın hakkını cuhûd etmektir.'[13] demiştir. Yine belâğatın önemli esaslarından olan mecâz ve istiârenin ne kadar önemli olduğunu şu şekilde ifade etmiştir;'Muhakkaktır ki, Tenzîl'in hâssa-i cazibedarı i'câzdır. İ'câz ise, belâğatin yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâğat ise, hasâis ve mezâyâ, bahusus istiâre ve mecâz üzere müessesedir. Kim istiâre ve mecâz dürbünüyle temaşa etmezse, mezâyâsını göremez.'[14]
'Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâğat ve mantıkla hikmettir.'[15]
Burada arzettiğimiz iktibaslardan ortaya çıkıyor ki Zâhiriler ifrat ederek Kur'ânın birçok güzelliklerini görememişlerdir. Bir çok nassın da yanlış anlaşılmasına vesile olmuşlardır. Demek oluyor ki Kur'ân ve hadîse ait nasslar incelendiği zaman, belağat/retorik ilminin esasları ve felsefe-i şeriat hakem olmak lazımdır. Bu esasın tatbikattaki bazı fürûât ve neticeleri şu şekilde özetlenebilir;
والشمس تجري ' Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner).'[16] âyetinin zâhirine bakarak dünyanın döndüğünü kabul etmeyen zâhiriler olduğu gibi, dönüyor diyen insanların dinden çıktığına dair fetva çıkaranlar da olmuştur.
Tasavvuf ehlinin mecazî mânada kullandıkları 'Mevlâna' vb. kelimelere şirktir demişlerdir. Bu arada Mustafa İslamoğlu'nun Bediüzzaman ve Mevlâna isimlerine olan itirazını da tahlil etmek gerekir.
Mustafa İslamoğlu'nun zâhiri olup olmadığı hakkında veya bugünkü zâhirilere nasıl baktığı hakkında net bir şey söylenemese de, belli bir menheci ve yöntemi takip etmemesi, onu modern zâhirilerin yol arkadaşı yapmasına yeterli bir sebeptir. İslamoğlu Bediüzzaman hazretlerinin bir lakabındaki Bedî' isminin Esmaü'l-Hüsna'dan olduğu için, nasıl olur da bir insanın lakabının başına getirilebilir, diye itiraz etmiştir. İslamoğlu aynı itirazı Mevlâna hazretlerinin lakabına da yapıyor. El-cevab: Hz. Ali'nin ismi gibi bazı sahabilerin isimlerinde, bu tür uygulama örnekleri olduğu halde kimse itiraz etmemiş. Ancak ismi tarifle, yani başına elif-lam getirilerek yapılırsa bu mahzurludur ve yanlıştır. Resûlullah'ın (s.a.v.) ve sahabilerin itiraz etmediği bir şeye İslamoğlu hangi prensip ve usûle göre itiraz ettiğini izâh etmek zorundadır. Sadece tasavvuf ehlinin değil, neredeyse bütün İslâm dünyasında, tedavülüne aşina olduğumuz, mecâzi mânada kullanılan mevlâna, efendim gibi kelimeleri şirk diye tanımlamanın islamî literatürün hangi babında varsa, bunun ortaya konması lazım.
Evliyaullah'ın kabirlerini ziyarete şirk demişlerdir. Suriye'de Haznevîler başta olmak üzere bütün mutasavvıfların makberlerine yapılan fiilî saldırılar, müslümanlara fitne ve nefretten başka hiçbir şey kazandırmamıştır.
Kur'ân'da geçen Cenab-ı Allah'ın ef'âline dair meseleleri olduğu gibi kabul etmişlerdir. Bunları te'vîl eden Eş'arîleri ve Mâturidîleri menfî bir şekilde tavsif etmişlerdir. يد الله فوق ايديهم âyetindeki يد/el kelimesinden Eş'arî ve Mâturidî alimleri Allah'ın kudretini anlamışlardır. Ancak Zâhiriler, gerçek mahiyetini bilmiyorsak ta, âyette el geçiyorsa bu el'dir, demişlerdir. Eş'ârî ve Mâturidî âlimleri ise onlara,, يد/el hâdis[17] olan bir mevcuttur, Allah ise hâdis değildir. Allah'ın el'i olduğunu kabul etsek, onun hâdis olduğu sonucuna gideceğiz ki bu da tehlikelidir, demişlerdir.
3-Belli bir usûl ve menheci takip etmeyip, cüz'iyâtı veya fer'î meseleleri küllî kaide veya illetlerinden bağımsız bir şekilde uygulamaya çalışmışlardır.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ 'Allahın hükümleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler.'[18] âyetini, âyetin ve Kur'ânın genel konteksinden bağımsız bir şekilde değerlendirip istediklerine kafir demeleridir. Allah'ın hükümlerinden biriyle hükmetmek veya hükmetmemek cüz'i bir meseledir. Bunun külli kaidesi veya âyetin illetiyle beraber hüküm uygulanmazsa, yani 'tasdik etmeyerek hükmü uygulanmaz ve karşı çıkılırsa küfür olur, aksi taktirde fısk işlenmiş olur.
'Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş.
Meselâ, demiş, "Bu şey küfürdür." Yani, o sıfat imandan neş'et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş'et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş'et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş'et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!'[19]
4-Hakkı sadece kendi mezhebiyle sınırlı tutmak. Benim görüşüm veya mezhebim budur hata olma ihtimali var.' yerine, hak sadece benim mezhebimdir, onun dışındaki bütün görüşler hata ve dalalettedirler, tutumunu sergilemişlerdir.[20]
Selef-i Sâlihîn Nasslardan hüküm çıkarırlarken, bunun sadece mânası budur veya başka çıkarılabilecek mânaları red ve inkar eden bir tutum yerine, bu mânayı buradan çıkarmak mümkündür, diyerek ictihâdlarında hareket etmişlerdir. Dolayısıyla usûlî kaideler çerçevesinde çıkarılabilecek diğer mânalara da hürmet etmişlerdir. Selef-i Salihînin arkasında gittiklerini kabul eden selefiler/modern zâhiriler, kabul ettikleri mânanın dışındaki mânaları hata kabul ediyorlar.
Ancak bütün bu saydıklarımızla beraber, bu metodu savunanların kısm-ı azamı, bu metodu ve yöntemi genel çerçeveyi göremedikleri için, iyi niyetle ve samimiyetle yapıyorlar. Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi, namaza çok dikkat etmeleri ve şeriata karşı lakaydlık adına değil de, ahkamını tatbik adına hareket etmeleri, onların bazı konularda muvaffak olmalarına sebep oluyor.[21]
Sonuç olarak müslümanlar arasındaki metod farklılıklarını ilmi prensipler dahilinde tenkit etmelerinde bir mahzur yoktur ki biz de bu yazımızda bunu yapmaya gayret ettik. Cenab-ı Allah'tan temenni ve niyazımız, hata ve kusurlarımızı bizlere gösterip hatalarını düzeltenler saffına ilhak etmesidir.
اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا اتباعه وارنا الباطل باطلا وارزقنا اجتنابه
امين والحمد لله رب العالمين
[1] Nass: Kendi lafzı ve siğasıyla mânaya delalet edip başka bir etkene ihtiyaç duymayandır. Bu mâna da kelâmın siyâkının aslından olması gerekir. Mânaya delâletinin vuzûhiyeti noktasından en kuvvetli olan muhkem’dir, sonra müfessir gelir, sonra nass ve en son olarak zâhir gelir. Nass hüküm açısından tevil kabul eder. Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usuli’l-Fikh, s. 343-344.
[2] Said Nursi, Muhakemat, Unsuru'l-hakikat, 6. Mukaddeme.
[3] Muhammed Ebu Zuhre, Târihu'l-Mezahibu'l-İslâmiyye, S. 510.
[4] Yusuf el-Kardavî, Dirâse fi Fikhi'l-Mekâsidi'ş-Şeria, Daru'ş-Şurûk, 2006, Kahire, s. 39-41.
[5] Sünen-i Ebi Davûd, 4764 numaralı hadis.
[6] Yusuf el-Kardavî, Dirâse fi Fikhi'l-Mekâsidi'ş-Şeria, Daru'ş-Şurûk, 2006, Kahire, s. 57.
[7] Mâide sûresi, 5/6.
[8] Muhakemât, 1. Makale, 1. Mukaddeme.
[9] Mustafa Zuhahlî, El-Kavaidu'l-Fıkhiyye, s. 226.
[10]Mustafa Zuhahlî, El-Kavaidu'l-Fıkhiyye, s. 276.
[11] ليس للمظلوم أن يظلم غيره 'Mazlum biri mazlumiyetinden ötürü başkasına zulüm edemez.' Mustafa Zuhaylî, El-Kavaidu'l-Fıkhiyye, s. 510.
[12] Fâtır sûresi, 35/18.
[13] Said Nursi, Muhakemât, 1. Makale/Unsur'ul-Hakikat, 8. Mesele.
[14] Said Nursi, Muhakemât, 1. Makale, 6. Mesele.
[15] Said Nursi, Muhakemât, Unsuru'l-Hakikat, 5. Mesele.
[16] Yâsin sûresi, 35/38.
[17] Hâdis: Sonradan yaratılmış olma. Kelam alimlerine göre hâdis olan bir şey yaratıcı olamaz.
[18] Mâide sûresi, 5/44.
[19] Said Nursi, Sünuhât, Kur'ân'da Mücâzefe yoktur, Tenbih
[20] Said Nursi, Mektubât, 22. Mektub, 1. Mebhas, 4. Vecih, Birincisi.
[21] Said Nursi, Mektubât, 28. Mektub, 6. Risale, 4. Nükte.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.