Risale-i Nur'un tercümesi olur, sadesi olmaz
Türkmenoğlu, sadeleştirmenin olmamasını Risale-i Nur’dan ve Said Nursi’nin sözlerinden örnek vererek anlattı
Risale Haber-Haber Merkezi
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mustafa Türkmenoğlu, sadeleştirme ile ilgili taleplerin gerçek manayı karşılayamayacağını Risale-i Nur’dan ve Said Nursi’nin sözlerinden örnek vererek anlattı.
İbrahim Kaygusuz’un yazdığı “Davaya Adanan Bir Ömür Mustafa Türkmenoğlu” kitabında yer alan bilgiye göre Türkmenoğlu ağabeyin sözleri şöyle:
TERCÜME ETMEK BAŞKA, SADELEŞTİRME TAMAMEN BAŞKA BİR ŞEYDİR
“Risale-i Nur’da yirmi beş bine yakın kelime var. Türkçe ile Risale-i Nur’ları tercüme edip yeniden yazmaya çalışırsanız, dağarcığınızda iki bin tane kelime bulabilirsiniz. Bu iki bin kelime ile yirmi beş bin kelime nasıl karşılanacak?
“Tercüme etmek başka, sadeleştirme tamamen başka bir şeydir. Misal olarak “Rububiyet” veya “Ulûhiyet” kavramlarını nasıl tek kelime ile ifade edebileceksiniz, sadeleştirebileceksiniz? Risale-i Nur’un üslubu “Has Üslup”dur. Has üslubun sadeleştirilmesi son derece yüzeysel ve yavan kalır. Misal olarak şunu söyleyeyim, Risale-i Nur’da kullanılan her bir cümle Risale-i Nur’un her tarafında aynı manayı ihtiva etmiyor, cümle nerede kullanılmışsa o yere göre ayrı bir mana ihtiva ediyor.
“Bu Kur’anda da böyledir. Mesela, Musa Aleyhisselamın kıssası birçok yerde geçer. Bu kıssa her sureye göre ayrı mana kazanır. Tefsir yapılırken muhtelif yerlerdeki manaya göre ayrı tefsir edilmesi gerekir. Yoksa büyük bir yanlışlık ortaya çıkar.
“Mesela Üstad Hazretleri, “La ilaheillallahu vahdehu la şeriykele lehul mülkü velehül hamdu yuhyi ve yumit … ” hakikatını tefsir ederken aynı kelimeyi ayrı ayrı yerlerde, farklı şekilde tefsir ediyor, her bir yerdeki tefsirin muhtevası ayrıdır. Haydi bunu nasıl sadeleştireceksin? Halbuki biz zahire göre Türkçe söylesek hep aynı şeyi tekrar eder dururuz.
SADELEŞTİRME TALEPLERİ YERSİZDİR
Risale-i Nur’u sadeleştirmek hiç kimsenin haddi değildir. Üstad Hazretleri bunların “sünuhat-ı kalbiye” yani kalbe gelen manalar, doğuşlar olduğunu, “Kur’anın malı” olduğunu, verildiği şekliyle ve aslıyla muhafaza edilmesi gerektiğini söylüyor. Öyle bazı insanlar var ki, bunun mahiyetini biliyorlar ama, derinliğine girmek için zamana mütevakkıf olduğunu düşünemiyorlar.
Risaleler yeni yazılmaya başladığı zaman Hüsrev Abi bazı kelimeleri diğer insanların da anlayabilmesi için Türkçeleştiriyor, yani sadeleştirme şeklinde bir şeyler yapıyor, tek tük ama fazla değil. O sırada Üstad diyor ki, “Bu kelimeleri düzeltmeye, bunlara ilişmeye benim dahi yetkim yoktur.”
Zahire baktığınız zaman Üstadın kendisi tarafından yazılan bu eserlerin değiştirilmesine, sadeleştirilmesine dönüştürülmesine; Üstad kendisini dahi yetkili görmüyorsa, başka birisi tarafından başka bir kalıba sokulması nasıl mümkün olur? Zahirde Üstad tarafından yazılan bu eserler hakikat-ı halde Cenab-ı Hakkın ihsanıdır, ayrı mesele. Bakınız Şamlı Hafız Tevfik ile görüşmemizde bana dedi ki; “Üstad sanki bir yere bakıp okuyormuş gibi gayet süratle söylerdi, bende gayr-ı ihtiyari süratle yazardım.”
Ben talebe iken, Roma Hukuku Dersimizin kitabı yoktu. Alman bir profesör Hocamız vardı. O Almanca söylerdi, Asistan Türkçe’ye çevirirdi biz de not alırdık. Ama normal hızda söylediği halde çoğu yerleri kaçırırdık. Ama daha sonra atlattığımız yerler varsa, birbirimizden alıp tashih ederdik. Ama Şamlı Hafız derdi ki:”Hayret ederdik, söylenenlerin hepsini süratle gayr-ı ihtiyari yazardık, sonra bakardık ki Üstadımızın söyledikleri şeylerin hepsi aynen yazılmış.”
İşte bu, tamamen kerametle müncer bir hakikattir. Peki Üstad böyle bir meselede “Tamamen yazdırıldı, ben yazmadım” dediğine göre, “Benim bu meselede yetkim yok” dediğine göre, başka birisi hele Üstadı görmemiş, Risale-i Nur’dan tam manasıyla istifade edememiş bir kimsenin -kim olursa olsun- bunu sadeleştirmesi, dönüştürebilmesi mümkün mü?
ÜSTAD KENDİSİ OSMANLICA NÜSHASINDAN TAKİP EDEREK DÜZELTİRDİ
Bir ara Üstada bir forma gönderdik, kardeşlerimizden birisi götürmüştü. “Yedinci Söz”de bir ifade var. Biz o zaman “Yedinci Söz”den anladığımız şekilde, şöyle yazmıştık: “Kâinat mescidinde Kur’an okunuyor.” Üstad, “Hayır doğrusu bu değil” diyor. Olması gereken cümleyi şöyle düzeltiyor: “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor.” Üstad bunu düzeltiyor. Gönderdiğimiz formaları Üstad kendisi Osmanlıca nüshasından takip ederek düzeltirdi. Biz daha sonra, Üstadın ifade ettiği şekilde düzelttik zaten. Belki kâinat mescidinde Kur’an okunuyor, doğrudur; ama Üstadımızın ifade ettiği mana, o mana değil, farklı bir mana var. Mana şu: “Kâinat büyük bir mescid gibi, bu mescitte Kur’an kainatı okuyor, yani yorumluyor” gibi.
Şimdi burada ben bir kelimeden bir şey anladım, başka bir kardeşimiz, başka bir şey anladı; hepsi ayrı ayrı “Sözler”i yazdı, o zaman bir tane değil, yüzlerce “Sözler” olur.
Birgün Üstad Hazretlerine: “Üstadım, Sikke, Tura, Mühür, Hatem kelimelerinin farkı mı var ki, bazı yerlerde “Mühür”, bazı yerlerde “Tura” bazı yerlerde de “Sikke, Hatem” kullanmışsınız” diye soruyorlar. Üstad Hazretleri ise “Evet var” diyor.
ÜSTADIMIZ BAZI RİSALELERİN SONRADAN BASILMASINI İSTEDİ
Üstadımız kendi sağlığında yazılmış olan risalelerin bir kısmının o zaman basılmasını istemiyor. Fakat aynı risalelerin daha sonra meşveretle basılabileceğini söylüyor. Daha sonraki dönemlerde basılanlar meşveretle basılmışsa olabilir. Ben buna bir şey diyemem. Meşveretle olabilir. Ama mesela diyelim ki, Birinci Söz’e bir şeylerin eklenmesi veya çıkarılması, Allah korusun, bu çok tehlikelidir. ‘Ben burayı anlamıyorum, öyle ise çıkarıyorum’ olmaz. Veya “Ben buraya şunu ilave edeyim ki, daha iyi anlaşılsın” bu da olmaz.
Üstad Hazretleri bize Tarihçe-i Hayat”ı ve bazı lahikaları gönderdiği zaman, onlara bazı işaretler koyardı, “Şurdan şuraya basılmasın” diye. Ama zamanı gelir basılır, ona bir şey demiyorum.
“Vehhabi” bahsi, “Münafıklar” bahsi vebenzeri gibi birkaç tanesi var. Gayet tabii ki vakti geldiğinde basılması normaldir. Zararı yok. Üstad kendi zamanında bazı yerler ve zeyillerinin yazılmamasını istedi. Mesela bunlardan birisi “Sinek Bahsi”dir. Hakikaten de doğruydu. “Basılmasın!” dedi. Hikmeti vardı. Ama, “Hiç basılmasın” demedi. Vakti zamanı geldiğinde basıldı. Aklımız da doğruluyorki, çok faydalı bir şey.
Ama Risale-i Nur’a başka bir şey konulması kat’iyyen doğru değil, ilave olmaz. Mesela diyelim ki, bir tefsirin bir satırını Risale-i Nura ilave etmeye kalkışmak; Buna müthiş muhalifim.