Risale-i Nur’un ‘yazdırılması’ hakikati
“Yazdırıldı”, “kalbe geldi”, “perde kapandı” ve “kalbe ihtar edildi” gibi kısımları nasıl anlamalıyız?
Risâle-i Nurların ilhamla yazılması ne demektir? Külliyat’ta geçen “yazdırıldı”, “kalbe geldi”, “perde kapandı” ve “kalbe ihtar edildi” gibi kısımları nasıl anlamalıyız?
Peygamber Efendimiz (asm) tarafından her asır başında geleceği müjdelenen müceddidler dinî açıdan yeni bir şey getirmezler. Fakat dinin esaslarını ve sünneti en ince detayına kadar yaşayarak dine karıştırılmak istenen bid’aları, hurafeleri ortadan kaldırırlar. Dine karşı her türlü saldırıları imha ederek dinin asliyetini gösterirler. Bununla birlikte dinin esasını bozmadan, ruhunu incitmeden, zamanın anlayışını gözeterek, yeni izah ve metotlarıyla tecdid vazifesi görürler. Yazdıkları eserler ise kendi yüksek zekâlarının ve içlerinden gelen yazma arzusunun bir ürünü değildir. Bu eserler doğrudan doğruya Peygamber Efendimiz’in (asm) manevî ilham ve telkinleriyle telif edilirler. Mesnevî-i Şerif, Fütuhu’l-Gayb gibi eserler hep bu türdendir.
Her asırda gelen müceddidlerin yalnızca eserlerinin tanziminde ve açıklama tarzında hisseleri vardır. Yani yazılanları en güzel bir şekilde hayata geçirmekte ve başkalarına ayna olmakta önemli bir misyon taşırlar. İşte Bediüzzaman ve Risâle-i Nur böyle bir halkanın son asırdaki temsilcileridir. Bediüzzaman’ın “kalbe ihtar edildi”, “yazdırıldı” gibi tabirlerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.
Bediüzzaman Risâle-i Nur’un kaynağının kalbe gelen sünûhat olduğunu bir eserinde şu şekilde vurgulamıştır: “... Bu üç farkın sırrı ise Risâletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünûhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 89)
Bediüzzaman Risâle-i Nur’un telif edildiği yıllarda sünûhattan başka ilmî meselelerle meşgul olmamıştır. Hatta talebelerinin kendisinden sordukları sorulara da sünûhata tevafuk ettiği zamanlarda cevaplar vermiştir. Risâle-i Nur’un bir başka yerindeyse telifatının niyetle ve düşünceyle olmadığını şöyle dile getirmiştir: “Risâle-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünûhat, zuhurat, ihtarât ile oluyor.” (Kastamonu Lâhikası, s. 163)
1952 yılında Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde Bediüzzaman’a suç olarak isnad edilenlerden biri de eserlerinde geçen “Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisi namına konuşuyorum” demesi, “kalbe ihtar edildi”, “hatırıma geldi”, “kalbime geldi” ifadeleri dolayısıyladır. Bu tür ifadelerin herkes tarafından kullanıldığını söyleyen Bediüzzaman, bu tür sözlerindeki maksadını ise şöyle açıklamıştır: “’Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünûhat kabilinden’ demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa, hayvanattan tut, ta melâikelere, ta insanlara, ta herkese bir nevî ilhama ve sünûhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 361–362)
Vahiy ile ilham arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerinde duracak olursak, şunları söyleyebiliriz: Allah’tan gelen vahiy ve ilham, mazharların kabiliyetlerine göre farklılık arz eder. Meselâ, bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren meseleleri konuşurken, halkından birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi telefonla görüşmesi yeterlidir. Onun gibi, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerle konuşması bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde hususiyet arz eder.
“İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münâcat eden bir veli der: ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor’. Demiyor, ‘Rabbülâlemînden haber veriyor’. Hem der: ‘Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır’. Demiyor ‘Rabbülâlemînin arşıdır’”
Bediüzzaman, vahiyle ilham arasındaki farklara şu şekilde işaret etmiştir:
Birincisi, ilhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasızdır.
İkinci olarak ise, vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir; melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşittir.
İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir. İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise, kendisine gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kâşifse, insanlığa yeni bir eser takdim eder. Eğer bir âlim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar.
Kendisine ilham gelen kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa daha sonra uğraşsa bile aynı hali yakalayamayabilir. Bediüzzaman, Kastamonu’da sürgünde iken yaşadığı bu tarz bir tecrübesini şöyle anlatmıştır: “Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 11)
Risale-i Nur Enstitüsü