Risaleler mi bize uzak, biz mi Risaleler’e?

Risaleler’in yazılmasında, bastırılmasında, çoğaltılmasında, bize kadar ulaşmasında en büyük başarı hiç şüphesiz Bediüzzaman hazretleri ve çevresinde halkalanan, günümüz tabiriyle saffı evvel olarak nitelendirdiğimiz ağabeylerindir.
Bu gün bir tarafımızda bir demlik çay, diğer tarafımızda bir tabak çerez eşliğinde Risaleler’i okuyabilme rahatına kavuşmuşsak hiç şüphesiz bunda Bediüzzaman ve saffı evvel ağabeylerin katkısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Şuan bizim rahatlığı zirvede olan bir ortamda okuyabildiğimiz Risaleler’i Bediüzzaman hangi şartlarda yazmıştır acaba?
Risaleler’in nerede, nasıl, hangi şartlarda yazıldığına dair bir kütüphane dolusu kitap okumuşuzdur hepimiz. Dolayısıyla Risaleler’in hangi şartlarda yazıldığına dair ufkumuzda bir ton hatıra ve bilgi de var.
Bir şeylerin değerinin tam anlamıyla anlaşılabilmesi için nefis muhasebesi bunun en güzel yoludur. Nefis muhasebesi yaparak değerini tam kavrayamadığımız veya unuttuğumuz hakikatlerin değerini hak ettiği ölçüde anlarız.
Risaleler’in değerini daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir nefis muhasebesi yolculuğuna var mısınız?
***
Nefis muhasebemizin konusu Risaleler’in yazıldığı şartlar ve bizim Risaleler’i okuduğumuz şartların kıyaslanması olsun isterseniz.
Düşünebiliyor musunuz?
Risaleler Bediüzzaman’ın 21 defa zehirlenmesi, 28 sene hapis yatması, esaretlerde-mahkemelerde bir cani gibi hesap sorulması, türlü türlü hakaretlere maruz kalması, namaz ve niyazına engel olunmaya çalışılması, giyim kuşamına karışılması, talebelerinin kışkırtılması, yalan-iftira çamuruna tutulması, sürgünlere yollanması, aç-susuz bırakılması bu vb tüm olumsuzluklar içerisinde yazılmış bir eserdir.

Hem öyle bir eserdir ki, okuyanın aklı ve hayalini susturan ve sorgulama mekanizmasını geliştiren, kim olduğunun, kul olduğunun bilincine erdiren, bir defa okuyana kendini tekrar aşk, şevk ve heyecanla okutan bir eserdir.
Az buz bir eser değildir; tüm olumsuz şartlar içerisinde, devletin, hükümetin, siyasi partilerin, Mustafa Kemal’in O’na karşı olduğu ve adeta bir düşmanmış gibi O’nu hedef seçtikleri büyük bir savaşın, mücadelenin içerisinde yazılmış tam altı bin sayfalık bir eserdir.

Okurken insanı hayrette bırakan, kafasını derinden meşgul eden birçok probleme açıklık getiren İşarat’ül i’caz tefsiri bilindiği üzere Rusya ile Bitlis müdafaasında savaş anında yazılmış bir eserdir.
Bu eserin hangi şartlar altında yazıldığını bilmeyen bir kişi Bediüzzaman’ın bir kütüphanede, onlarca eser karıştırarak, hiçbir gürültü ve patırtının olmadığı,  sessiz, sakin bir atmosferde, Kur’an ve Hadis kitaplarından yararlanarak böyle bir eser yazdığını düşünür her halde?
Oysaki durum hiç de öyle göründüğü gibi değildir.
Yazdığı bu imani ve Kur’ani eserler yüzünden az sıkıntıya uğramamıştır Bediüzzaman. Talebelerin durumu da Üstatlarınkinden pek farklı değildir. Gerçi her ne kadar zehirlenmeler, sürgünler yaşamamışsalar da, az falakaya yatırılmamış, çeşitli işkencelere mazur kaldıklarılar az olmamıştır onların da.
İşte bu örneklerinden sadece bir tanesini Risaleler’in hangi baskı ve zorbalık şartlarında yazıldığı ve bu eserleri sahiplenen talebeleri ise hangi işkencelere maruz kaldığını daha iyi fehmetmek için o günün şartlarında yaşanan onlarca belki yüzlerce işkence hadiselerinden sadece bir tanesini aşağıya alıyorum:

“Maddî ve mânevi havanın adeta buz kesildiği bir 5 Ocak akşamı, çevresinde “Terzi Mehmet” olarak tanınan Mehmet Oğuz’un evinde adeta sımsıcak bir bayram havası yaşanıyordu. Oğuz ailesi sevenleri bu sevinci fazlasıyla hak etmişti. Çünkü “Dört Mehmetler” , 7 aydır suçsuz yere tutuldukları hapishaneden beraat ederek sevdiklerine yenice kavuşmuşlardı. “Geçmiş olsun” ziyaretine gelen dostlardan Teyp Tahir’in ezberden yaptığı risâle sohbetlerini sıcak çay sohbetleri ve hatıralar takip ediyordu.
“Yedi aylık “Medrese-i Yusufiye” hayatı süresince canlarından aziz bildikleri Üstadları Bediüzzaman Hazretlerinin kerâmetlerine de şahit olmuşlardı. Bir gün Nazilli Merkez Hapishanesinde tutuklu bulunan ve Nazilli’de yargılanmakta olan “Dört Mehmetler”e,  Üstadlarından bir tebrik, tesellî ve teşvik mektubu ulaşır. Mektup, şu cümle ile son bulmaktadır: “Kardeşlerim! Korkmayınız ve üzülmeyiniz. Aydın Ağır Ceza Mahkemesi sizin dâvânızı beraatle nihayetlendirecektir.” Bu son cümle hepsinin dikkatini çeker ve “Herhalde Üstadımız yanlış bilgilendirildi” diye yorumlarlar. Aradan bir hafta bile geçmeden “Dört Mehmetler”in dâvâsı Aydın Ağır Ceza Mahkemesi’ne kaldırılır ve Avukat Bekir Berk’in muhteşem savunmasından sonra yedir aydır devam eden mahkeme “Beraat ve Risâle-i Nur Eserlerinin İadesi” kararıyla son bulur. İşte Oğuz ailesi bu büyük sevinci bayram havasında kutlamaktaydı. Kim bilebilirdi ki bu sevinç kutlamalarının aynı zamanda adeta bir “veda toplantısı” olduğunu…

“Genç Mehmet Oğuz, misafirlerini uğurlamış, ciğerpareleri küçük yavrularını tekrar tekrar öpüp koklayıp “iyi geceler” dileyerek ertesi günü karakoldan teslim alarak dükkânında sergilemeyi planladığı Nur Risâlelerine kavuşacak olmanın heyecanı ile yorucu bir günü sonlandırmıştı.
“Mehmet Oğuz, terzi dükkânına ulaşır. Gerekli hazırlıkları ve temizliği yaptıktan sonra Nur Risâlelerinden iki-üç tanesini vitrine itinayla yerleştirdikten sonra diğer eserlerini evine gönderir. Çok geçmeden dükkân sahibi “Halkçı Ekrem” kapıda belirir, asık bir surat ve öfkeli bir ses tonuyla kitapları derhal vitrinden indirmesini ister. Bu sert tavrın, kararlı muhatabında fayda etmeyeceğini anlayan Ekrem, hemen taktik değiştirir ve daha yumuşak bir ifadeyle rüşvet gibi bir teklifte bulunur: “Bu kitapları buradan kaldırman şartıyla bir yıl boyunca dükkân kirası almayacağım.” Reddedilmesi imkânsız gibi görünen bu teklifin de kabul görmediğini fark eden Ekrem, öfkeden adeta çılgına döner. “Bunun hesabını soracağım” dercesine bir ifadeyle dükkânı terk eder.

“İkindi vaktine yakın işlerini tamamlayan Mehmet Oğuz, kapıda iki polis memuru belirdiğini fark eder. Sert bir ses tonuyla “Bizimle karakola kadar geleceksin, Komiser Bey sizi çağırıyor.” Terzi Mehmet, bu davetin merakı içerisinde polis memurlarının önde hızlı adımlarla karakolun yolunu tutar. Daha kapıdan içeri girer girmez: “Beni çağırmışsınız Komiser Bey.”
-Sen misin o Nurcu?
“Evet benim” demeye kalmadan hışımla yerinden kalkan Komiser, şiddetli bir yumruk atar Oğuz’un yüzüne. Yumruğun etkisiyle yere yuvarlanan Mehmet Oğuz, toparlanmaya fırsat bulamadan diğer polisler devreye girer. En galiz küfürler eşliğinde tekmelerin, yumrukların, jopların ve tabanca kabzalarının en şiddetlisi iner masumun vücuduna. Kendisinden geçmiş bir halde atarlar nezarete. Saatler sonra kendine geldiğinde vücudunun her bir zerresinin zonkladığını hisseder. Bütün dişleri kırılmış, gözleri darbelerin etkisiyle açılmaz bir haldedir. Kana karışmış gözyaşları damlamaya başlar yerlere. Geceyi bu halde geçiren Mehmet Oğuz’un çilesi henüz bitmemiştir. Ertesi gün kinini teskin edememiş olan Komiser Şükrü Gündoğmuş: “Herhalde aklın başına gelmiştir. Buradan kurtulmak istiyorsan o kitapları bize teslim et” diye kükrer. Mehmet, “Komiser Bey, o kitaplar bana mahkeme kararıyla teslim edildi, ölsem de onları size teslim etmem” şeklinde cevap verir. O kitapları ele geçirdiğinde baş komiserliğinin kesin olduğuna inanan Komiser:
-“Ben ihtilâl Komiseriyim, mahkeme kararı filan tanımam” diyerek hışımla Mehmet’in üzerine yürür ve başından tuttuğu gibi defalarca duvara vurur. Mehmet yarı baygın halde yere yığılır. Komiser, polis memurlarından ikisini görevlendirerek onu evine götürmelerini ve evini didik didik aramalarını emreder. İki polis memurunun kollarında sürüklercesine karakoldan çıkarılan Mehmet, tamamen bayılmış halde yere yığılınca polis memurları öldüğünü zannederek oraya bırakıp karakola kaçarlar. Olaya şahit olan kalabalık arasından fırlayan Mehmet’in ağabeyi kardeşini kucakladığı gibi soluk soluğa Nazilli devlet hastanesine yetiştirdiğinde “Artık yapılacak bir şeyin kalmadığı” cevabıyla karşılaşır. Çaresiz, evin yolunu tutarlar. Nur sevdalısı Mehmet Oğuz, 7 Ocak 1961 gecesi çok sevdiği Üstadının diyarına, berzah âlemine göç eder ve Nazilli Eğriboyun Kabristanına defnedilir(…)
“Nurdan, ışıktan, aydınlıktan rahatsız olan yarasa ruhlular “Nur Aşığının” ebediyete irtihaline vesile olmakla kendilerince büyük bir zafer kazanmışlardı!”

Risaleler’in bize ulaşmasında Merhum Mehmet Oğuz’un yaşadıklarının bir payı yok mudur dersiniz?
Peki, bu yolda kaç Mehmet Oğuz daha şehit edilmiştir acaba?
Bu gün hangi kitapçı gidersek gidelim bir Nur külliyatıyla karşılaşırız. Artık Risaleler’e ulaşmamız ne kadar da kolay olmuştur, değil mi?
Bu kitapçılardan biri de biz olsak ve dükkânımızda Risaleler’i barındırıyoruz ve bu eserlere muhtaç insanların alıp okumasına vesile oluyoruz diye iki polis ansızın belirip gelse ve ‘Bu eserleri derhal toplayıp bize vereceksin’ dese, hayatımızın köşe taşları olan Risaleler’imizi mi, yoksa Mehmet Oğuz misali canımızı mı vermeye hazırız?
Veya gelecek genç kuşağa Risaleler ulaşsın diye kaçımız Risaleler yerine canını vermeye hazır?
Peki, bu eserleri okuyoruz diye ve bu eserlere zarar gelmesin, kimse dokunmasın diye suçsuz ve sebepsiz bir şekilde nezarette yatmayı, yine suçsuz sebepsiz yere tekmelerin, yumrukların, jopların ve tabanca kabzalarının en şiddetlisini yemeye kaçımız razıyız?
Bu eserleri dükkândan kaldırmak kaydıyla bir yıllık kira alınmayacağını mülk sahibi teklif etse, dükkânımızı süsleyen bu eserleri canını verme pahasına da olsa Risaleler’i kaldırmayıp, bu teklifi kaçımız reddederiz acaba?
Bir komiserin yüzüne Nurcu olduğunu haykırma cesaretini kaçımız gösterebiliriz peki?
Hele hele bu komiser bir ihtilal komiseri ise…?
Kimisi açlığa, kimisi susuzluğa, kimisi yokluğa katlanıp bu eserlerin neşrinde canhıraş bir şekilde çalışan o günün Nurcuları ile, günde üç yerine beş öğün yemek yiyen, evinden/dolabından buz gibi su hiç eksik olmayan, elbise dolabı açıldığında içerisinde sergi gibi çeşit çeşit renk renk elbiselerin bulunduğu onca mal mülk sahibi olan bu günün biz Nurcularını şöyle bir kıyaslarsak bu günün biz Nurcuları ne kadar da rahat ve lüks ortamlarda yetiştiğimizi ve bu rahatlığa rağmen Risaleler’e o günün Nurcuları kadar sahip çıkmadığımızı, Risaleler’e hak ettiği değeri vermediğimizi düşünüp kaçımız bunun azabını vicdanında hissediyor acaba?
Eskiden pencere yanında, dolapların içinde, bulgur ve pilavlar arasında saklanarak, mum ışıklarında okunan, bu gün ise kütüphanelerin tozlu raflarında duran Risaleler’e ne zaman hak ettiği değeri vereceğiz acaba?
Ne zaman gecemizi gündüzümüze katıp bu eserlerle hemhal olacağız?
Belli bir yıl, ay, günü mü bekliyoruz acaba?
Ya beklediğimiz o an gelmeden ölüm çıkıp gelse?
Peki, Bediüzzaman ahirette bizden hesap sormayacak mı? Ne cevap vereceğiz O’na?
Paramız yoktu almaya dediğimizde, binlerce eserlerin hediye olarak dağıtanları şahit kılmayacak mı bize?
Vaktimiz yoktu dediğimizde, izlediğimiz yabancı diziler, yarışma programları bizi yalanlayamayacak mı?
Peki, bu eserlerden haberdardın neden bana anlatmadın, beni de bu eserlerle tanıştırmadın diye hesap sorup yakamıza yapışacak komşumuz, öğrencimiz, akrabalarımıza ne cevap vereceğiz?
Hangi bahaneleri sayıp duracağız?
En önemlisi de; biz, kendimiz okumadık diye pişmanlığımızı neyle teskin edeceğiz?
Risaleler çok mu uzak bize dersiniz?
Elimizi şöyle bir uzattığımızda kütüphanemizde duran bu tozlu eserleri alıp okuduğumuzda kendimizde ki değişimi hemencecik fark etmez miyiz?
Aslında biz bu eserlere çok uzakmışız demez miyiz?
Her gün alıp okumadığımız, hayatın tozlu sayfaları arasına gark ettiğimiz için Risaleler bize küsmüş müdür acaba?
Bu barışı nasıl temin edebiliriz dersiniz?
Gelin kendimize bir çeki düzen verip hayatımızın köşe taşı olan Risaleler’e sahip çıkıp geceli gündüzlü okuyalım, anlamaya ve anlatmaya çalışalım.
Olmaz mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum