Misafir Kalem
Risalet-ün Nur'da üslup
Risale-i Nur üzerine yazacağım ilk yazımın ana teması, nurlarda kullanılan üslup olacaktır. Altı bin sayfalık, dev bir İslam hazinesi niteliğini taşıyan bu eserde nur müellifinin zikredilen hakikatlere yaklaşım şekli, konuyu ele alışı ve manaya giydirmiş olduğu temsil ve bu temsilin üslubu, ahir zamanda tebliğ noktasında manidardır. Evet zamanımızın anlayışına uygun bir tefsir olan risaleler, felsefecilerin bahsettikleri gibi kainattan bahsetmeyen Kur'an-ı Kerim'e mucizevari bir ayna olmuştur. Kur’an'ın üslubu ve bir vechi icazı (mucizelik yönü) nasıl ki ölüm anındaki hastalara bir zemzem suyu gibi hoş ve akıcı geliyorsa ve aynı zamanda inkar-ı uluhiyetin tüm suallerini içinde barındırıyorsa ve eğer risalelerde bu asırda Kur'an'a külli bir ayine ise, diyebiliriz ki Risale-i Nur insanlara imanı hakikatleri ulaştırma noktasında Kur’an'ın bu noktasından ahzedilmiş bir tebliğ metodunun bir numunesidir.
Burada anlatmak istediğimiz noktayı belki en iyi açıklayan/örneklendiren yerlerden birisi 30. Sözde zikredilmektedir. Buraya hasredilmeksizin külliyatta hep bu misallerle karşılaşmaktayız. Otuzuncu sözde bildiğimiz üzere atomun iki hareketinden bahsedilmektedir. Atomun kainatın halıkına olan delilini isbat etmek ve felsefenin nazarından kurtarılması kolay bir iş olmasa gerek -ki müellif altı saatte yazdığı bu eser için: "Ne ben ve ne de felsefeciler, dahi insanlar altı günde mütalaa edemezler" demiştir.
Zikredeceğimiz cümle kısa hatta ara bir cümle olması hasebiyle dikkatlerden kaçmış olabilir. Cümle şu şekilde geçmektedir: "biri enfüsi diğeri afaki iki harekat-ı cezbekaranede zikir ve tesbih-i ilahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri…’ Bu cümlede kısa bir kesitte nurların üslubunun taşıdığı çok maksatlardan bir tanesinin izine rastlamaktayız. Öncelikle atomun bilinen iki hareketinden bahsedilmektedir. Fünunun şehadetiyle bilmekteyiz ki atomun ilk hareketi kendi etrafında dönmesi, ikinci harekatı ise hayatlı cisimlere girmesi ve onların içinde işlemesidir. Bu manaya müellifin cezbekarane demesi aslında fennin sıkıcı tabiatını, Kur'ani bir üslub noktasında tasavvuf kapısına çıkarma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Yani nasıl ki Kur’an-ı Kerim tarihte bilinen meşhur kıssaları, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla bir halden başka bir hale sokmasıyla öyle bir belağat nakşına mazhar etmiş ve beliğ konuşan kesimi kendine hayran ettirmiştir, aynen bunun gibi Kur’an'a ayine olan nurlarda atomun harekatını imani bir hamur gibi yoğurup okuyucularına sunmuştur. Avam kısım dediğimiz tabakayı sıkan fenni malumatı, insanların ruh ve kalblerine nüfuz eden tasavvufi bir üsluba çevirip, marifet haline dönüştürmüştür.
Her şeyden önce Risale-i Nur‘un değindiği bir çok meseleye dikkat ettiğimizde, tasavvuf çizgilerinin izine rastlamaktayız. Tasavvuf ekolü olmayıp hakikatı esas tutup o yolu benimseyen bir Cadde-i Kurani olan nurlar, binlerce yıl tarikat vasıtasıyla islamiyetten feyiz alan bir milleti bir anda hakikat caddesine çekmeyi ancak aldığı çizgiler vasıtasıyla yapmaktadır. Örneğin Otuzuncu Sözdeki cümlede enfüsi ve afaki diye iki ayrı kavram geçmektedir. İki ayrı tarikat ekolüne atfen kullanıldığı açıktır. İşte zerrelerin hareketini tasavvufi bir üslubla anlatıp insanları özelde mü’minleri ünsiyet ettikleri kelimelerle birlikte kainat kitabını okutturmayı başarmıştır. Mevlevi kelimesinin kullanılması ayrı bir delil olabilir meselemize. İlk bakışta seçilerek kullanılan kelimeler gibi gelmesede, ülfet perdesini yırtan bir müdakkik bir mü’min için görünen o ki, müellif bu cümlede enfüsi ve afaki kelimeleri kullanarak fenni malumatı Marifetullah ateşine, bu ateşi de Muhabbetullah ışığıyla yaldızlamış ve mü’minlere sunmuştur.
Zerreye Mevlevi vasıflandırması, İslam tarihinde alışılageldik bir mecazlı üslüp değildir. Ama kainatı hallaç pamuğu gibi tarayan risaleler tüm kainatın ibadetini gösterdiğinden zerreye meczup Mevlevi vasıflandırması yaparak tüm kainatın her an zikirde olduğunun altını çizmektedir.
Dikkati çeken bir noktada nurların arka planında İslam tarihinin hazinesinin medfun olmasıdır. Nurların her bir kelimesinin maksatlı kullanıldığını nazara alan bir okuyucu kelimelerin arkalarında ne tür maksatlar olduğunu anlayabilir. Unutulmamalıdır ki müellifin kullandığı kelimeler nebevi terminolojinin son asra bir hediyesidir/mirasıdır. Demek vahyin kalbine akan yolu Resailinnur, kullandığı kelimeler ve kavramlarla olabildiğince genişletmiştir. Buraya vereceğimiz bir başka misal ise 2. Şuada geçmektedir. Kainattaki galaksilerin iç içe olduğu bir uzay resmini kelimelere dökerken, birbirine sarılı bir gül goncası tabiri kullanmasıyla kozmoğrafya ilminin tevhid tabanına oturtturulduğunu görmekteyiz. Tasavvufi kavramlar risalelere hakimdir demiyorum fakat ruh ve kalbin iklimine soğuk düşen, ruha pek bir kemalat vermeyen felsefi kavramlar, yerini nurlarda İslami kavramlarla değiştirmiştir.
Anlatmaya çalıştığımız noktaya başka bir örnek ise, nurlara ilk muhatap olanların ilk karşılaştığı, önce basit bir risale gibi görünen ama derinleştikce derinleşen, müellifin ‘onla’ değil ona başladığını öğrendiğimiz Birinci Sözde rastlamaktayız. Bir çekirdeğin ağacı omzunda nasıl taşıdığını anlattığı bu noktaya dikkat ettiğimizde öncelikle çekirdeğin fen ve felsefenin boğularak anlattığı üslub tarzından kurtarıldığını görmekteyiz. Çekirdek temel olduğu ağacın tüm programını kendinde barındırmaktadır. Sayfalarla dolusu anlatılacak bir fenni mevzu, yine mecazlı bir üslubla tatlı bir tevhid bürhanına dönüştürülmüştür. Kısaca bilgi odunlarını nur müellifi marifet ateşine çevirebilmiştir. Veyahut 90 cild kitabın Kur'an'a basamak olduğunun başka bir tecellisidir.
Başka bir nokta ise, bahsi çeşitli yerlerde geçen güneşin etrafındaki kürelerle olan münasebetinin anlatılmasıdır.Orijinal metninde şöyle geçmektedir; “zikrederiz kehkeşanın halkai kübrasına mensub birer meczublarız biz.” “Eğer sükutuyla sükünet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.” Güneşe serzakir vasfı verilmiş etrafındakilere ise meczub Mevleviler vasfı koyulmuştur.
Güneşin hareketi öncelikle serzakirin cezbesiyle özdeşleştirilmiştir. Bir serzakir nasıl ki cazibesiyle etrafındakilere rabıta olmaktadır. Aynı şey kainat içinde öyledir. Burada dikkati mucib diğer bir nokta ise nur müellifinin okuyuculara kazandırdığı Kur’ani bir tarz-ı nazardır (bakış açısı). Çünkü kainatı abesiyet ve cumudiyet (cansızlık) şeklinden çıkarıp, abid ve tesbih eden bir canlı olarak nazara sunması Kur'an'i bir bakış açısıdır.
Risalelerin en bariz hasiyetlerinden biri kalbe feyiz verirken akıla da marifet balları devşirmesidir. Bu feyzin doğrudan Allah'tan olduğuna imanımız var. Fakat Allah bu feyiz menbaını başka bir esere bahşetmemiştir. Allah nasıl ki meyveyi ağaçla, suyu bulutla veriyorsa Risale-i Nura verilen bu feyzinde bir esbabı ilmin en derin ve ince noktalarını, hissi rencide etmeden İslamiyetin suyu ile yoğurup bize takdim etmesi ve kullandığı dil ile lahuti bir havayı insanın ruh alemine estirmesidir. Zaten risaleler zahmetli okumaları sıhhatli düşünmenin olmazsa olmaz koşulu olarak görenlere ithaf edilmiştir.
Abdullah Korkmaz
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.