‘Rüya şehir’ İstanbul’da askerlik

Tam bir aydır içerideyim haftalık izne yeni çıkıyorum. İşte karşımda İstanbul ve bütün haşmetiyle deniz. Elimi uzatsam dokunacak kadar yakın bana. Takvimler 1 Ocak 2010 tarihini gösteriyor. Orhan Veli’nin tabiriyle “mahveden bir hava.” Başımın üstünde martılar uçuşuyor ve şair olamadığım için hayıflanıyorum.

Bu İstanbul Orhan Veli’nin, Tanpınar’ın, Necip Fazıl’ın İstanbul’u değil, benim İstanbul’um, İstanbul’u sadece romanlarda okumuş taşralı bir İstanbul aşığının İstanbul’u. Yıllarca hep romanlarda okudum bu hayal şehri fakat kendisi bütün anlatılanların ötesinde büyüleyici bir güzelliğe sahip.

İstanbul’u ilk defa gören batılı seyyah Amicis’in şaşkınlığı içerisindeyim ama Amicis bir yalancı, bir alçak. Batıda klasik kabul edilen meşhur “İstanbul” adlı seyahatnamesi baştan sona fantazya. Batılı muhayyilenin egzotik doğu tasavvuru, daha doğrusu yalanı. Nerval daha insafsız ve daha acımasız.

Tanpınar sadece bir cepheden şahika, diğer cepheler meçhul kalmış üstada. Orhan Veli için İstanbul ferahlatan nesimiyle engin bir derya. Necip Fazıl’ın kaleminde “Türkçesi bülbül kokan” bir şehir İstanbul.

İstanbul bütün cepheleriyle rüya bir şehir ancak modernliğin çarpık kentleşme gibi hayasız ve anlamsız istilaları müstesna kalmak kaydıyla. Yeni bir yıla İstanbul’da “mahveden bir hava” eşliğinde adım atmak herkese nasip olmayacak bir bahtiyarlık.

İnsan Yüzlü ŞehirlerMustafa Armağan’ın en beğendiğim tabirlerinden biri. İstanbul’u bir insan şeklinde düşündüğümüzde yüzü kime benzer acaba? Ama yanlış, İstanbul’un sadece bir yüzü yok ki, birçok yüzü var. Çirkin, orta, güzel… İkisinin esrarı benim gibi avamlara açılır, diğeri sadece sanatkarlara ve bilhassa şairlere. Şair ol(a)madan bu hayali şehirde seyahat etmek ne hazin!

Romanlarda ve şiirlerde anlatılan İstanbul hakiki İstanbul değil, asıl şehir bizatihi Konstantinúpolis’in kendisi. Bütün büyük medeniyetlere başkentlik yapmış müstesna bir şehir. Tarihi Haydar Paşa Garı yetenekli Balyan ailesi tarafından Neo-klasik Alman mimarisi üslubunda inşa edilmiş muhteşem bir yapı.

Barok, rokoko ve ampir tarzlarının bir karışımı, diğer bir tabirle eklektik akımın kristalize edilmiş bir görünümü. “Aziz İstanbul” şairi, Andre Gide keferesine karşı tutulduğu aşağılık kompleksinden bu güzide yapıyı keferenin gözüne sokarak kurtulabilirdi. Fakat o da ne yazık ki “Mehlika Sultan’a Aşık” haşarı yedi gençten biriydi. Yapamazdı, alinasyona tutulmuştu çünkü.

Sanat Tarihçileri Geç Dönem Osmanlı Sanatı’nın belirgin bir şekilde batı sanatının tesirinde kalmış olmasına çok hayıflanırlar. Klasik dönemin bitişi ölçünün, ahengin ve mütevaziliğin bitişidir onlara göre. Her şeyde olduğu gibi plastik sanatlarımız da idealar dünyasından yansıyan akislere göre bir tarz alıyordu.

Bütün meşru olmayan müdahalelere rağmen İstanbul hâlâ şuh, hâlâ fattan, hâlâ aziz. Sultan Ahmet, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın muhteşem silüeti, bakmasını bilenler için tarifi imkansız bir haz kaynağı. Melal şairinin ayak izlerini gördüm yapayalnız iskelelerde. Şair olamadığıma tekrar hayıflandım.

Şair olmak, yani bütün güzel duyguları ve coşkuları birkaç mısrada özetlemek. Garip şair, İstanbul’u gözleri kapalı dinlediği için ne de mutlu! Böyle nadir bir şehirde Sartre ve Camu okuyarak zaman geçirmek yakışık olur mu hiç? Rüya şehir İstanbul’da böyle güzel bir seyahatten sonra mahpushaneye, yani nizamiyeye dönmek ne büyük bir facia!

(01.01.2010 Cumartesi, Tuzla Piyade Okulu, Tuzla/İstanbul)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum