Sabahattin Ali ile Özel Zamanlar

“Asıl ben, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde ancak üç-dört ay kadar yaşamış, sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.”

Bu acılı itiraf, Sabahattin Ali’nin o her zaman çok okunan romanı Kürk Mantolu Madonna’nın çilekeş kahramanı Raif Efendiye ait. Yazar şahane, eser şahane, kahraman şahane, dilinden dökülen itiraf daha şahane!

Türk edebiyatında bu eserle boy ölçüşebilecek, onunla yarışabilecek kıvamda, kalitede ve kapsamda bir başka yapıt var mıdır? Sanmıyorum.

Belki Tanpınar’ın “Abdullah Efendinin Rüyaları”, belki Halit Ziya’nın “Bir Ölünün Defteri”, belki Necip Fazıl’ın “Aynadaki Yalan”ı, belki Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı çalışması… Ama hiçbiri Kürk Mantolu Madonna kadar cazip, sarsıcı ve kalıcı değil. ‘Edebiyatımızın en acıklı aşk sayfası’, Selim İleriye göre.

Ne demek? “Benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmak.”

Cevabı,  muzdarip bir kalemden  okuyalım: Raif efendinin defterinde bir satır olmaktan daha geniş bir yaşama alanı var bu cümlenin. Ne saklamalı, belki çoğumuzun hayatı, tıpkı böyle akıp gidiyor. Belki çoğumuz, yaşaması gereken asıl hayatı kaçırmış bir vaziyette, artık dönülmez bir günün akşamına vardığımızda, dönüp bir dostumuza yahut en yakınımızdaki insana, “seninle şöyle bir oturup konuşamadık” demeye hazırlanıyoruz.

Bütün dillerde hep aynı acı sitem: “Seninle şöyle bir oturup konuşamadık!”

Birbirimizi görmeden yaşlanıyoruz, aynı şehirde yaşıyoruz fakat günlerce, aylarca hatta yıllarca birbirimizi görmeden ama görme ümidimizi hiç kaybetmeden yaşıyor ve yaşlanıyoruz.

Buluşmalar, konuşmalar ve mutluluklar hep bilinmeyen bir geleceğe bırakılıyor daha doğrusu erteleniyor. Belki de mahşere kalıyor.

Ey gönül gidenden ümidini kes

Kaçan bir hayale benziyor herkes

Sanki kulağıma gaipten bir ses

Buluşmalar kaldı mahşere diyor.

Şehrin içinde küçük şehircikler... Kendimize mahsus küçük dünyacıklar… Sınırlı, tekdüze, alışılmış… Mecburiyetler ve dışına çıkmaktan korktuğumuz, içinde dolana dolana bir çeşit konfora dönüştürdüğümüz itiyatlarımız.

Ahmet Haşim’in Müslüman Saati’nde dediği gibi, bizimle hiç alakası olmayan bir zaman içinde, bir çeşit engelli gibi yaşayarak, bütün bütün tembel, hareket kabiliyeti sınırlı ve bencil yaratıklara dönüşüyoruz, zamanla.

Nasıl ki fiziki dünya içinde bazı özel zamanlar var: Sene içinde üç aylar, üç aylar içinde ramazan, ramazan içinde kadir gecesi. Hafta içinde cuma, cuma içinde icabet saati. Öyle de her insanın hayatında da süzülmüş, sağılmış ve damıtılmış bazı “özel zamanlar” var. Her şey bu özel zamanlar içinde akıp gidiyor: Aşklar, ihtiraslar, delilikler, vecitler, huşular, imanlar, inkarlar, savrulmalar, toparlamalar… Gerisi bizimle alakası olmayan ama bulaşmak zorunda kaldığımız yığınla lüzumsuz ayrıntı.

Modernliğin ve modern bireyin bildiği ve tanıdığı iki şey: Hız ve haz. Duraksamaya, durmaya ve derince düşünmeye (tefekkür) tahammülü yok. Daima hareket, daima faaliyet, daima arzularını tatmin peşinde. Albert Camus daha güzel özetliyor: “Biz modernler, sadece gazete okur ve çiftleşiriz” diyor.

Ey hayatlarını israf eden kullarım!” diyor Rabbimiz. “İsraf” ne anlamlı, ne mu’ciz, ne sihirli bir kelime! Tam da Raif Efendi’nin acılı itirafında “bizimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmak” diye tarif ettiği durumun tıpkısı.

Şair, daha güzel, daha dokunaklı tefsir ediyor kelimeyi:

Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum,

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum