Sahur sayıklaması

“Olasılıksız” kitabına başlayayım dedim, birkaç sayfa okudum gerisi gelmedi. İyi bir roman olduğunu hissediyorum ama giremiyorum içine. Harari’den sonra roman okumak çocukça geliyor. Bilimsel bazı hakikatler eşliğinde olmasa sadece kurgu tatmin etmiyor insanı. Adam Fawer’in eserini 2009 yılında İstanbul’da askerde almıştım. Kitaplıkta duruyor, ne zaman alıp okurum Allah bilir.

Ramazan öncesi birkaç hafta Harari okumakla yeterince melankolik bir ruh haletine girdim. Bununla devam etsem Ramazanın zaten çoktandır az hissettiğim manevi feyzi bütünüyle buharlaşabilir. Bu kadar feyizsizliği göze alamam. Geçen seneki Ramazanımı Irvin D. Yalom’un Divan’ı berbat etmişti. Aynı şeyi yaşamak istemiyorum. Ramazan ve roman. Ne  kadar da uyumsuz birbiriyle.

Havalar kıvamında. Ne sıcak ne soğuk. Tam bana göre. Sahur nadir, iftar var yalnızca. Mutluluk dediğimiz şey ne aslında? Bir anlık bir namaz, bir mukabele, bir sadaka, güzel bir kitabın satırları arasında halvet, maaşa yapılan minnacık bir zam… Ama bu durum günde belki on defa tekrar eder. Namaz, mukabele, kitap, zam bunlar bittikten sonra o bir anlık haz yerini eleme bırakır. Bir günde bazen defalarca hazdan eleme; elemden hazza geçeriz. Celal ve cemal tecellisi, kabz ve bast hali. Bu durumun irfan geleneğimizdeki izahı bundan ibaret. Haz haletini sabitlemek insanın elinde değil. Çünkü insan çoğunlukla mâruz kalan bir varlık. Tanpınar’ın ifadesiyle “mâruz müşahit” insan.

Öğle mukabelesine Ulu Cami’de devam. Teravihlere daha siftah yapamadım. Kur’an, Cevşen, evrad iklimi uzak henüz. Siyasi hava çok bulanık ve gergin. 

Bazen en mahrem günlüğüne bile yazmaya cesaret edemediği his ve düşünceleri vardır insanın. İfşa günahların en büyüğü bizim bu diyarlarda. Ama ifşa edemediği his ve düşünceler ifna ediyor eninde sonunda insanı. Sahur yaklaştı, uzaktan davul sesleri geliyor, zihnimde hatırlamak istemediğim tuhaf ve nâhoş çağrışımlar. Fırına gitmek istemiyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor. Gitmek zorundayım. Gitmeye mâruzum. Ah şu tembellik! Dindarlık ve tembellik bir arada olmuyor, aynı mekanı paylaşmıyor. Namaz kılıyorum fahşa’dan alıkoyamıyorum kendimi; oruç tutuyorum şeytanımın zincire vurulduğundan kuşkuluyum.

Tereddütsüz bir hayatın özlemi içindeyim. Böyle bir hayat yaşayan insanları görünce içten içe gıpta ediyorum. Bugün bir inşaat işçisiyle konuştum, ondaki teslimiyet ve tevekkülü görünce kendimden sadece utandım. Düşünmek yeryüzünün en sancılı işi. Bütün zamanınızın içine gizliden gizliye zehir akıtıyor. En keyifli zannettiğiniz zaman dilimlerini zehirliyor. Yaşanmaz hale getiriyor bütün yaşamınızı. Düşündükçe düşüyor insan; ve düştükçe daha fazla düşünüyor. Bu vaziyet defalarca tekerrür ediyor. Biteviye ‘düşüş’ ve ‘kalkış’ düşünen zekaların talihi mi? Bunu kendine ait bir imtiyaz görmek ayrıca bir megalomanlık değil mi?

Ve sonra klişeler, retorikler… H/İÇ olmadan hep olunmaz. Doğru, ama nasıl H/İÇ olacağım, bunu bilen, bildiren ve yaşamıyla gösteren var mı? Bunu tavsiye edenlerin kendileri ne kadar H/İÇ? Fenanın yolu bekadan geçer, yanmayan yakamaz… Bunlar retorikte güzel. Ama retorikler hiçbir derdimize derman olmuyor. Retorik yapmakla hiçbir şeyi anlayamayız ve hiçbir şeyin üstesinden gelemeyiz. Sadece kendimizi tatmin ederiz, o kadar. Fiyakalı ve beylik cümlelerle bir arpa boyu bile yol alınmıyor. Siber âlemde herkes “fenafillah” makamında. Herkes Mevlana, herkes Yunus.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum