Said Nursi gibi bana da yazdırıldı, yoksa size yazdırılmıyor mu?
Metin Karabaşoğlu ile yapılan röportaj serisinin 10. bölümü…
Risale Haber-Haber Merkezi
Röportaj: Şener Boztaş (Alternatif Bakış-TV 111)
EVET, BANA DA YAZDIRILIYOR YOKSA SİZE YAZDIRILMIYOR MU?
Bediüzzaman’ın risalelerin çeşitli yerlerinde çeşitli risaleler için kullanılmış olan “yazdırıldı, ihtar edildi, izin verilmedi” türünden beyanları var. Bunun üzerinden bir takım yorumlar, eleştiriler geliyor. Bunlar ne anlama geliyor? Risale-i Nur Bediüzzaman veya Nur Talebeleri tarafından kutsallaştırılıyor mu?
On yıl kadar önceydi bir dernekte yönetim kurulunda bir dönem beraber görev yaptığımız bir arkadaş. Bir ortamda “Yoksa size de mi yazdırılıyor?” filan diye kendince bir dokundurmada bulundu. Risale-i Nur’la olan irtibatımı bildiği için. Ben de dedim ki “Evet, bana da yazdırılıyor. Çünkü ben, ‘sizi ve fiillerinizi yaratan O’dur’, diye bildiren Kur’an’a inanıyorum dedim. Bu Kur’an’ın bir ayetidir. Sizi ve fiillerinizi yaratan O’dur. Yoksa size yazdırılmıyor mu? Yoksa siz fiillerinizin Allah’ın iradesi, kudreti olmaksızın vücuda geldiğine mi inanıyorsunuz?” dedim. Güya espri yapıyordu sonra yüzü ciddi bir şekilde asıldı. Bediüzzaman’ın haşa kendine vahiy geldiği gibi bir iddia değil bilakis bir mümin olarak tevhitteki hassasiyetinden, Kur’an’a olan imanından geldiğinin cevabı vardı o sözün içerisinde. Diğer taraftan böyle bir hassasiyete karşı lakaytlık ve gerekli anlama çabasının olmayışının bir işareti de vardı. Ona göre o cevap herkese teşmil edilebilir bir şey.
Şimdi Kur’an’ın bize sürekli uyardığı nokta bu değil midir? Baştan sona kâinata tefekkürünü ondan sonra dönüp kendimize ehadiyet dersi bunun için verilmez mi.
FİİLLERİNİZİ YAPAN DA, FİİLLERİNİZİ DE YARATAN DA O’DUR
Bediüzzaman 20. Mektupta Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bir hadisini aktarır Hz. Âdem’den bugüne bütün peygamberlerin dilinden dökülen en faziletli söz “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîkeleh lehülmülkü ve lehülhamdü yuhyî ve yümît” ilaahir sözüdür diye Efendimiz aleyhissalatü vesselamın hadisi var. Bediüzzaman 20. Mektubu bu hadisin dersiyle yazmış, bu hadisin bir tefsiri ve izahı sadedinde yazmış. Orada şöyle açıklar.
“Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîkeleh” derken. “Vahdehu” uluhuyetinde şeriki yoktur. “Lâ şerîkeleh” rububiyetinde yani icraatında, efalinde de şeriki yoktur. Bu noktada evet, bizim dediğimiz hiçbir şey bize ait değildir. Zaten Kur’an’ın öğrettiği bir derstir yine “Ve men nüammirhü nünekkishü filhalk efelâ ya’kilûn.” Ömür verdikçe, yaşlandırdıkça Rabbimiz “Biz, yaratılışça verdiklerimizi eksiltiyoruz. Hala düşünmeyecek misiniz?” diyor. Misal çok hızlı koşan biri koşamaz hale geliyor. Yürüyen kişi yürüyemez hale geliyor. Hafızam mükemmeldir, süperdir diyen kişi unutkanlaşıyor. Gören göz görmezleşiyor, duyan kulak duymazlaşıyor. Bütün bunlar neyin dersi? Sizi yaratan O’dur. Benim dediğiniz her ne varsa size ait değildir. Siz onun zahiri sure-i sebeplerisiniz. Sizi O yarattığı gibi sizin fiillerinizi de yapan, sizin fiillerinizi de yaratan O’dur.
Dolayısıyla bir şey yaptıysam bunu bir nasip olarak görmeliyim. Elimi kaldırıp şu çayı içebiliyorsam bunu Rabbimin kudretinin bir tecellisi, Rabbimin bir lütfu, Rabbimin bir ihsanı olarak bilmeliyim. Parmaklarımla tutup çayı ağzıma kadar getirecek kudreti bana verdiği için bu fiilin hakiki faili, sahibi olduğu için. Keza ağzımı açıyorum boğazımdan aşağıya gidiyor bütün bu süreçleri yaratan O olduğu için Rabbime şükretmekle ben yükümlüyüm.
TEVHİDE YOLCULUK BU DEĞİL MİDİR?
Burada kişi “bu bana ait” derse tevhit noktasında sıkıntılı bir şeye giriyor. Ne kadar mülkü Allah’a teslim edebilirse… Mülk derken şu kitap da mülk bunu da kast ediyorum. Elle tutulur şeyler veya fiiller, eserler, fiiller, sıfatlar hepsi. Tevhide yolculuk bu değil midir? Tevhitte kemal bu değil midir? Ki orada da yine Bediüzzaman’ın öğrettiği bütün İslami miras içerisinde olan harikulade derslerden biridir: “La ilahe illallâh.” Risale-i Nur’da Kur’ani bir metot olarak Esmaü’l hüsnasıyla Allah’ı tanımak, anlamak, bilmek çok temel bir esastır. Ve bunun ne kadar kritik olduğunu 24. Sözde zaten anlatır. Ta ki şirkten olabildiğine uzak olunabilsin. Bu esmaü’l hüsna tefekkürüyle mümkün diye.
La ilahe illallâh’ı bütün esmayı içerir bir şekilde idrak edebilmek. La kadire ilallâh, la halike illallâh, la rahime illallâh, la razıka illallâh, la muhsine illallâh ilahir. Burada her ne fiil varsa, her ne şey varsa Allah’tan bilmek, her ne eser varsa… Risalede gene anlatır. Eser, fiil, esma, sıfat, şuunat, zat sıralamasıyla düşünelim. Her eser namına elle tutulur gördüğünüz her ne şey varsa “benim” demeyi unutup onu Allah’tan bilmek, Allah’ın kudreti, iradesi, ilmiyle ve esmaü’l hüsnasının tecelliyatıyla bütün esma sıfat tecelliyatıyla “bana nasip edilmiş bir lütuf, bir nimet, bir ihsan, bir ikram” olarak onu bilmek. Aynı şekilde yürüyebiliyorsam, oturabiliyorsam, konuşabiliyorsam, düşünebiliyorsam, yazabiliyorsam bunu da Allah’tan bilmek. Bu dersi Bediüzzaman sürekli verir.
YAĞMUR YAĞMIYOR YAĞDIRILIYOR
Mesela yağmur için ne der? Yağmur gelmiyor, yağmur yağmıyor. Yağdırılıyor. Yağmur yağıyor sözünde tevhit var mı? Kötü niyetle de söylenmeyebilir illa şirk anlamında da söylenmeyebilir. Ama yağmur yağıyor sözü ortada bir söz.
Kendi kendine oluyor manasına da açık bir söz. “Yağmur yağdırılıyor” dediğimizde o kendi kendine olan bir şey değil. Bir fail var, yapan biri var, sevk eden biri var, irade eden biri var manası. O tevhit dersi o kelimenin içerisinde direkt zaten hatırlatılmış oluyor. “Yağmur yağmıyor, yağdırılıyor” diyen bir Bediüzzaman, “ben yazdım” demez “yazdırıldı” der. Allah’ın izniyle, Allah’ın ihsanıyla, Allah’ın lütfuyla bu yazılabildi. Bu benim malım değil, benim eserim değil. Allah’ın lütfu, Allah’ın ikramı.
ENFAL SURESİ: “ATARKEN OKLARI SİZ ATMADINIZ. ALLAH ATTI ONLARI”
Bediüzzaman’ın bu sözü “sizi ve fiillerinizi yaratan O’dur” ayetine dayanır. Bedir savaşıyla ilgili Enfal suresinde “Atarken okları siz atmadınız. Allah attı onları” diyor değil mi? Öldürürken o oklar müşrikleri veya kılıçlar, siz öldürmüyordunuz Allah onları öldürüyordu. Sahabeler yok muydu orada? Vardılar. Burada ne ders verir? Görünen sebepler dairesi içerisinde yapan sizsiniz. Mülk perdesine bakıldığında siz gözüküyorsunuz. Ama unutmayın fail-i hakiki, müsebbibü’l-esbap Cenab-ı Hak’tır. Halık-ı zülcelalinizdir. Rabbü’l-âlemindir. Bunu unutmayın. Bunu kendinize yazmayın. Sebepler dairesinde siz veya bir başkası kim yapıyor gözükürse gözüksün bilin ki o fiili yaratan ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle o fiili ihsan eden, ikram eden Rabbinizdir. Bediüzzaman’ın bu hassasiyeti buradan kaynaklanıyor. Kur’an’da yine “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh.” “Ne ki bir güzellik isabet etmişse Allah’tandır.” Ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike.” “Ne ki bir kötülük, bir kusur var o sizdendir, nefsinizdendir, kendinizdendir.” Yine buradaki manaya mutabık.
“BEN YAZDIM” DİYEMEM BU ALLAH’IN LÜTFUNU SAHİPLENMEK OLUR “BEN ŞÜKREDERİM”
Bediüzzaman risalelerle ilgili şunu söyler: Burada bir güzellik varsa bu benim malım değil. Bu Rabbimin ikramı. Zaten aklı veren, ilmi veren, yazma yeteneğini veren, konuşma yeteneğini veren kim? Hafızayı veren kim? Hiç biri benim değil ki hepsi Rabbimin ikramı. Dolayısıyla ben yazdım diyemem. Bu Allah’ın lütfunu sahiplenmek olur. Ben şükrederim. Yazdırıldı, nasip edildi, bana kısmet oldu. Birincisi bu. Tevhitteki hassasiyetin bir ifadesidir bu.
İki, yine Bediüzzaman “Sözler güzeldir, hakikattir, benim malım değildir” diyor. Onda ne güzellik varsa, ne hakikat varsa bunu kendi aklımdan ürettiğim değil. Onda bir hakikat varsa o hakikat Kur’an’ın malıdır. Ne güzellik varsa Rabbimin kelamından alınmıştır. “Ondan aldığım meyvedir, bir derstir.” Ama mana olarak veya ifade olarak veya bilgi olarak eksik varsa, hata varsa, kusur varsa, mana yanlışsa o benim hatamdır. Güzellik varsa o Rabbimdendir. Hakikat varsa o Rabbimdendir. Ve Rabbimin kitabındandır.
Yine Bediüzzaman’ın manidar derslerinden biridir. “Lezzetli üzüm tanelerinin hasiyeti kuru çubuğunda aranmaz. Ben de böyle kuru çubuk hükmündeyim” diyor. Ve burada aslında hepimize bir tevhit dersi veriyor. Bir güzellik varsa kendinizi kuru çubuk olarak biliniz. Ve Rabbinizin o noktadaki ihsanını, ikramını unutmayınız. Sürekli şişinmek için hazır bekleyen nefsimize sürekli bunu hatırlatınız.
Bediüzzaman’ın bütün eseri ortada. Bu hakikaten nasıl anlaşılmaz bunu anlamıyorum. Kaldı ki gelsek hadiste de mesela bu ders vardır. Yanılmıyorsa Cabir bin. Abdullah. Bir gün Resulullah aleyhissalatü vesselamı ziyaret edecek, bir şey soracak galiba. “Kapıyı çaldım” diyor. “Kim o” buyurdu Rasulullah aleyhissalatü vesselam? “Ben, dedim. Kapıyı açtı” diyor. “Ben, ben, ben” diyordu Resulullah hoşlanmadı ondan. Ondan sonra ona dikkat ederek orada ben demedim? Cabir dese daha güzel olacak. Burada gene “Ben”den uzak durun mesajı var. Çünkü ben O’na, o ene ‘Hüve’ye mani olur.
BÜTÜN İSLAMİ ÇİZGİDE, TASAVVUF GELENEĞİNDE BU VARDIR
Bütün İslami çizgide, tasavvuf geleneğinde de hep değil midir? ‘Hu’ya ulaşmak ‘ene’yi aşıp ‘ene’yi yırtıp ‘Hüve’ye gelmek. Her şeyi O’ndan bilmek. Her şeyi O’nun bilmek. Erimek, bu anlamda şeffaflaşmak. Hiçbir şeyi sahiplenmemek. Yunus’un “mal sahibi mülk sahibi hani bunu ilk sahibi” diyor. Sürekli bu idrake ulaşabilmek. Bu manada söylendiği açık ve net Bediüzzaman.
BEDİÜZZAMAN, RİSALE-İ NUR’DA POZİTİVİST, RASYONALİST, SEKÜLER PARADİGMADAN KUR’ANİ BİR ÇIKIŞIN İMKANINI SUNAR
Biz rasyonalist, pozitivist, modernist bir düşünce kalıbı içerisindeyiz. Esasen mesela bu söze itirazda. Zaten küresel bir kuşatma var. Modernitenin, onun içerisinde de çok katı ve hoyrat bir şekilde. Özellikle de eğitim müfredatı üzerinden hem düşünüş hem de kelimeler düzeyinde muazzam bir tasallutu var üzerimizde. Bu zamanın dindarları bundan uzak değil. Bu paradigmanın içerisinde konuşuyorlar. Bu paradigmanın içerisinde düşünüyorlar. Bunun dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bediüzzaman modern, pozitivist, rasyonalist, seküler paradigmadan çıkışı, Kur’ani bir çıkışın imkanını sunar risalelerde. Hem tefekkürüyle o tefekkürü öğreten düşünüş biçimiyle hem de o tefekkürü ifade ederken kullandığı kelimeleriyle.
Bu anlamda bir özgürlük davetidir. Modern, seküler, pozitivist, rasyonalist paradigmanın dışına çıkabilme noktasında. O paradigmayı aşma noktasında bir özgürlük davetidir.
Bediüzzaman’ın bu sözünü 200 sene veya 400 sene önce onu okuyanlar olsa kimse yadırgamayacaktı. Çünkü herkes o sözün ne anlamda söylendiğini bilecekti. Çünkü, bunun tevhitteki bir hassasiyetten kaynaklandığını, “güzellik varsa o bizden değildir Rabbimizdendir, O’nun kitabındandır, O’nun Resulündendir” dersini içerdiğini, bilginin yegane kaynağının, düşüncenin yegane kaynağının akıl olmadığını da bildikleri için. Hads diye, sünuhat diye, keşif diye, rüyet diye, ilham diye bilgilenme, öğrenme kanallarının olduğunu zaten biliyor oldukları için. Garipsemeyeceklerdi, yadırgamayacaklardı.
ORYANTALİSTLERİN TÜRKİYE ŞUBESİ OLMAK SANKİ MEZİYET
Yine isim vermeyeceğim bazı şeyler var. Baksanız söylemine radikal devrimci İslamcıdır. Mevlana’nın nasıl müşrik olduğunu anlatmaya çalışır. Kitaplar, yazılar yazmışlardır. Veya başka yine bizim İslami mirasın özellikle sufi geleneğin büyüğü olan başka isimlere de aynı şekilde böyle şirk yakıştırmaya kalktıklarını görüyoruz. Niye? Çünkü o büyükler modern paradigmanın içerisinde konuşmuyorlar. Ve düşünmeyi kuru, rasyonalist, akla atfetmeyen bir dilden konuşurlar.
Martin Links gibi batının içerisinden gelip hidayet bulmuş bir isim şunu anlayabiliyor. Reason denilen akılla intellect denilen aklın arasındaki farkı ayırt edebiliyor kendi dilinde. Reason, akıl düz veriler üzerinden işlem yapıp sonuç üreten akıldır. Intellect dediğimiz akıl ise bu reason işin basit kısmı. Nitelikli akıl realiteden öte hakikate nüfuz edebilen, işin derununa manasına nüfuz edebilen akıldır. Melekûtî olanla temas kurabilen akıldır. O dahi bunu görebiliyor. Bizde ise nedense modern, pozitivist dille konuşmak, rasyonalist çizgiyi takip etmek veya özelde ilahiyat ismine geldiğimizde oryantalistlerin Türkiye şubesi olmak sanki meziyet gibi bir şeyle karşılaşıyoruz.
O dille, o kafayla, tabiri yerindeyse “seküler ilahiyatçı”, “oryantalist ilahiyatçı” haliyle, tablosuyla, duruşuyla İslami mirasın bütün taşıyıcılarını dünden bugüne eğip bükmek, “o kafir, o müşrik, bu mürtet, bu şöyle sapıtmış” demek sanki meziyet. 800 senedir Mevlana’nın –haşa- müşrik olduğunu senin kadar akıllı bir tane adam yok muydu ki şimdi sen görüyorsun? Sorun sende olmasın? Sorun senin güya dışına çıktığını zannettiğin halbuki tam ortasında olduğun modern, rasyonalist paradigmada olmasın?
SUFİ GELENEKTE “HATIF’TAN SES İŞİTMEK” VARDIR
Yazdırıldı meselesinin Bediüzzaman’a mahsus olmadığını da görüyoruz. Mesela sufi kaynaklarında “hatıftan şöyle bir ses işitti” denir. Hatıf ne? Haşa burada vahiy geldiğinden mi bahsediyor. Bir melek onunla konuştuğundan mı bahsediyor? Hayır. Bu bir iç ses. Bir şey düşünüyorsun. Düşünürken kendi iç dünyanda Allah akıl vermiş, kalp vermiş, vicdan vermiş. Ki tasavvufta anlatılır. Bediüzzaman da yapar. Letaif-i aşere vs. daha başka, sır vermiş, latifeler vermiş. Bugünün Müslümanları bu anlamda çok kabayız manevi anlamda. O insanlarda o manevi tefeyyüz, manevi terbiye içerisinde o kadar hassaslaşmış, inceleşmişler ki. Allah’ın onlara verdiği manevi donanımlarla düşünüyorlar.
Mesela Muhyiddin-i Arabi’nin Tedbirat-ı İlahiyye’si vardır, manidardır. Ettedbiratül ilahiye fil memleketil insaniye. Yani insanı bir ülke gibi okuyabilmek. Hakikaten insanda akıl bir şehir, kalp bir şehir, sır, latifeler, vicdan hepsi apayrı şeyler.
Şimdi o geniş mana içerisinde ve kendini o mana içerisinde okuyabilme ve dinleme yeteneği içerisinde aklına bir düşünce geliyor. Bir iç ses, bir cevap, bir uyarı. Veya bir teyit. Bunlar ifade edilir. Orada da keşfe, ilhama açık bir şey vardır. Damar vardır. Bu ifadeler haşa oradan vahiy geldi filan ifadesi çıkmaz. Hads ki, Bediüzzaman şöyle tarif eder. Sezgi diye çevriliyor. “Şimşek gibi bir suret-i intikaldir” der. O da o manevi terbiye ve terakkiyle ilgili bir şey. Hadsen bir mana dünyasına gelir bir şey düşünürken doğru veya yanlış o noktada teyit eden veya uyaran. Veya vicdanında bir mana canlanır, teyit eder veya dikkat diye uyarır. Ne olur? Bunu işte “Hatıftan bir ses geldi” diye ifade ederler.
Bunu hangi çerçeve içerisinde konuştuklarını gördüğümüzde niye söylendiğini çok rahat anlarız. Ama o dünyadan uzaklaşmışsak, kabalaşmışsak insanı o kadar ince ve derin ve bir memleket olarak kavrama yeteneğinden kopmuşsak ve de düşünmeyi sadece akla indirgemişsek o zaman o sözden o sözün sahiplerinin kast etmediği böyle saçma sapan manalar çıkarıp onları da haşa kendini peygambere benzetmek veya haşa şirke bulaşmak bilmem ne gibi ithamlara kalkışabiliriz. Kalkışılıyor da. Bediüzzaman için de yapıyorlar bunu Mevlana için de İbn-i Arabi için de yapıyorlar.
SUİİSTİMAL EDENLERİ KUR’AN VE SÜNNET İLE AYIRT EDEBİLİRİZ
Bunlar neticede aklın düşündüğü şey bu mantık çerçevesi içerisinde tartılabilir bir şey. Ama ilham, keşif, keramet dediğinde bu nasıl tartılacak? Bu sübjektif veya hads bunlar sübjektif şeyler. Böyle de bir risk var. Bazıları bunu suiistimal edebilir, şarlatanlık yapabilir, insanları etkileyip yanlış şeylere yönlendirebilir. Böyle bir endişeyi anlarım. Ama bu insanlar böyle bir tehlikeyi göz ardı etmişler de değil. Mesela Bediüzzaman 18. Mektupta bu noktada en fazla saldırıya uğrayan isimlerden biri olarak Muhyiddin-i Arabi ile ilgili bir soruya cevaben “Onun gördüğü doğrudur, onların gördükleri doğrudur. Fakat tabirinde sıkıntı var” diye orada söylüyor. Alemi melekut, alemi şehadet ilaahir… O kavramlar çerçevesinde izah ediyor. Böyle bir riskin oluşmamasının yolu nedir? Kur’an ve sünnet mizanıyla tartmak. Rabbimizin kelamı ortada, Efendimiz aleyhissalatü vesselamın hadisleri ve sünneti ortada. Hepsi kayıt altında.
Efendimizin (asm) “Benden sonra iki şey size miras bırakıyorum. Bu ikisine yapıştıkça asla dalalete düşmezsiniz. Kur’an ve sünnetim. Bir diğeri Kur’an ve ehl-i beytim.” Ki ehl-i beyt, sünnetin en önemli taşıyıcısı birbirini teyit eden manalar.
Bu meselede “suiistimal edilebilir, şu olabilir” endişesini anlarız. O endişeye karşı da “kardeşim önümüzde objektif, herkesin ulaşabileceği şaşmaz iki ölçü var. Kur’an’ın mihengine vururuz. Altın çıktı alırız, bakır çıktı reddederiz. Sünnet mihengiyle tartarız altın olarak gözüktü alırız, uymadı sünnetteki ölçülere reddederiz.” Olay bu kadar basit.
SORUN, BUGÜNÜN MÜSLÜMANLARININ SEKÜLER PARADİGMA İÇERİSİNDE DÜŞÜNÜR VE KONUŞU HALE GELMELERİDİR
Burada sorun bu insanların konuştukları dilden bizim uzaklaşmamız. Bugünün Müslümanlarının artık modern, seküler, rasyonalist paradigma içerisinde düşünür ve konuşu hale gelmeleridir. Ve bu çerçevede ayrıca manevi anlamda harita-i insaniyeyi keşif noktasında muazzam derecede kabalaşmalarıdır.
Tevhid hassasiyetiyle söylenmiş bir sözü “ilhamen dünyana gelmiştir, hadsen dünyana gelmiştir. Sünuhat nevinden dünyana gelmiştir.” Bu manaları da içeren bir sözü tutup biz saçma sapan bir noktaya çekiyoruz. Niye? Ya aklınla düşünürsün sen veya vahiy gelir. Başka bir şey yok sanki.
Halbuki gidip bir şaire bile söylesen sadece bunu, diyecek ki “ne diyorsun sen, hangi dünyada yaşıyorsun ve sen nasıl bir insansın?” Orada manevi bir şey olmasa bile ilham denilen bir şey var. Paul Valery’nin dediği “bir anda gelir, o kendince bir şey söylüyor. Ötesi matematik” diyor. Baksak dünyamıza hiç ummadığımız bir anda bir mana gelir. Hepimize gelir bu. Bu bir ilhamdır.
KUR’AN’DAN ÇIKARIMLAR, KUR’AN’DAN ALINAN BİR DERSLE AKILDAN KALBE DÜŞEN MANALAR
Şunu diyebilir miyiz? “Muazzam emeklerim sonucu şu manayı düşündüm.” Hayır, bir anda gelmiş dünyana. Belki ihtiyacından dolayı gelmiş. Ki Bediüzzaman bunu da söyler 18. Sözde bu mana vardır. “Ey Said, ey gafil Said” diyor galiba. Bu manalar nasip edildi bana. Çünkü “en evvel ben layık idim” değil. “En fazla sen muhtaçtın onun için en önce sana nasip oldu.” Orada yine Allah’tan bilme, nefsine asla mal etmeme hassasiyeti var.
Bediüzzaman’ın hayatına, eserine baktığımızda, biraz aklını kullanma yeteneği olan, vicdanı da sağlam duran hiç kimse o sözden asla ve asla olumsuz bir mana çıkaramaz. Bediüzzaman’ın bu noktada kendi sözü var zaten. Risale-i Nur “Vahiy değildir ve olamaz!” Dahası “ekseriyet itibarıyla ilham da değildir” diyor. İlham yok değil. Oradaki ana fikirler, manalar dünyamıza ilhamen gelir. Hepimiz için bu böyledir. Fakat ekseriyet itibarıyla ilham da değildir. “Belki sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniyedir.” Peki sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniye nedir? Kur’an’dan çıkarımlar. Sünuhat nedir? Kur’an’dan alınan bir dersle akıldan kalbe düşen manalar demek. Demek ki gene bunu başka bir dersle Kur’an’dan gelen sünuhat diye ifade ediyor. Burada ne var? Hep Allah’ın lütfu ve Allah’ın kitabının dersi. Oradan süzülen bir mana, bir hakikat. Kastedilen bu.
Dolayısıyla da “ben yazdım” değil, “yazdırıldı.” Veya “bana ihtar edildi.” İç ses dedik ya. Düşünüyorum ama bunu şimdi yazma. İçerden bir ses müsaade edilmedi diyor bu defa. Bu kadar. Bunu ağır konuşacağım ama söyleyeyim. Bundan o çirkin manalar çıkarmak için çok kaba bir Müslüman olmak lazım, çok kaba olmak lazım. Hiçbir ince Müslümanın böyle bir edepsizliğe ben cesaret edebileceğini ihtimal vermiyorum.
BU AYETİN DERSİ, TEFSİRİ DEVAM EDİYOR Kİ ONU ZİKREDİYORUZ
Üstat hazretleri birçok risalesini Bakara suresinin 32. ayetiyle bitirir. Nur Talebeleri de bunu gelenek edinmişlerdir. Ders okunduktan sonra kapatırken bu ayetle bitirirler. “Sübhâneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmu’l-hakîm.”
İnsanın yaratılışının en başının hatırası var, değil mi?
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki sen ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan alîm ve hakîmsin.”
Alim Sensin ilim Senden, hakim Sensin hikmet Senden.
Dersin sonuna konması da evet, biz şunları, şunları yazdık okuduk, talim ettik vs. ama bunların kaynağı Sensin.
Burada bir ilim varsa bu Allah’tan, burada bir hikmet varsa Allah’tan. Hata varsa benden, kusur varsa benden, eksik varsa benden. Latif bir mana Bediüzzaman şunu da söylüyor. İşaratü’l-İcaz tefsirini yazarken Rus işgaline karşı cihat ediyor. Oluşturduğu milis alayıyla birlikte, yaralanıp Bitlis deresinde esir düşüyor. Devamı gelemiyor dolayısıyla esir düştüğü için. Son ayeti İşaratü’l-İcaz tefsiri bu ayet. 32. ayeti meleklerin Cenab-ı Hakk’a hitabını ifade eden Âdem aleyhisselamın yaratılışıyla ilgili. “İlim Allah katındadır, hikmet Allah katındadır.” Bunu teyitlerini ifade eden o ayetle bitiyor. Bediüzzaman’ın onun sonuna düşüğü bir notu vardır. Dönüp bu defa risalelerin telifi Yeni Said’e baktığımızda ekser risaleler hep bu ayetle biter. Demek diyor “bu ayetin dersi tefsiri devam ediyor ki onu zikrediyoruz.”
Şimdi bu anlamda bütün hayatımız esasen bu ayetin bir hayat suretinde bir tefsiri olmak durumunda. Meleklerin dediği şeyi bizim hem dilimizle hem halimizle, hayatımızla söylememiz gerekiyor. Ya Rabbi seni her türlü noksandan, eksikten, kusurdan tenzih ederiz. Sen sübhansın. Ve bize nasip ettiğin her şey sendendir. Bilen biz değiliz. Biz bizzat ilim sahibi değiliz. Alim sensin biz bizzat hikmet sahibi değiliz. Hikmet sendendir. Aslında bütün hayat, zaten bunun dersiyle ilerleme durumunda. Ve bu dersin bu hassasiyetin ifadesi olan bir kelime, bu kadar nasıl kötü, hoyrat ve kaba bir şekilde anlaşılıp hiç kastedilmeyen bir manaya çekilip bir de haşa orada vahiy kendine mal etmek gibi bir şeye nasıl çekilir? Ben herhangi bir İslam, iman kahramanı hakkında böyle bir bühtandan, böyle bir iftiradan Allah’a sığınırım.
Devam edecek
RÖPORTAJIN ÖNCEKİ BÖLÜMLERİ
Said Nursi’nin talebesi Zübeyir Gündüzalp, F.Gülen’i defalarca uyardı
Bediüzzaman’ın bu uyarısı dindarların kulağına küpe olmalı
Said Nursi ile F.Gülen’i yan yana anmak alçaklıktır
Merkeze yerleşmek için Nakşibendilik ve Risale-i Nur’a saldırıyorlar
Bediüzzaman, mehdilikle ilgili ne düşünüyor? 'Ben Mehdiyim' dedi mi?
Said Nursi’de dinlerarası diyalog var mı? Papaya mektup gönderdi mi?
Nur Talebeleri, Said Nursi’den hızlı ve net tepki verme dersini almalı
Said Nursi, F.Gülen’in rüyalarına nasıl tepki verirdi?
Bediüzzaman sıradan Müslümanları Kur’an’la düşünür hale getiriyor
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.