Said Nursi Hz. Ali’nin başına gelenleri nasıl yorumluyor
Halifeliği döneminde, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan fitne çoğalarak devam etmiş...
Hz. Peygambere (asm) ilk iman eden ve yine O’nun halifeleri olan Raşit Halifelerin dördüncüsü olan Hz. Ali(r.a.) İslam tarihinde siyasi, sosyal ve dini açıdan derin izler bırakmış; dönemi ve sonrası hâlâ Müslümanlar arasında tartışma ve ayrışma konusu olan; kahramanlık, cesaret, ilim, ihlas, samimiyet, fedakarlık ve şefkat gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip bir sahabedir.
Hz. Ali, Miladi 598 (?) yılında Mekke’de doğdu. Babası Hz. Peygamber’in sekiz yaşından itibaren yanında kaldığı Ebu Talib, annesi yine Hz. Peygamberin "anneciğim" diye hitap ettiği Fatıma binti Esed’dir.
Doğduğu zaman Allah’ın Resulüne haber verildiğinde ona Ali ismini vermiştir; beş yaşından, Hz. Peygamberin vefatına kadar O’nun yanından ayrılmamış, hayatını O’nun davasına feda etmekten çekinmemiştir.
Hicretten iki yıl sonra Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma (r.a.) ile evlenmiş, böylece Resülulah’ın soyu onun soyundan devam etmiştir.
Hz. Ali başta Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seniyyelere katılmış, bu savaşlarda Resulullah’ın sancaktarlığını yapmış ve büyük cesaret ve kahramanlık göstermiştir.
Hz. Ali, Allah’ın Resulüne vahiy katipliği yapmış, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasının yazma işi onun tarafından yapılmıştır.
Hz. Ali, kendisinden önceki üç halifenin en büyük veziri oldu. Onlara elinden gelen yardımları esirgemedi. Hz. Osman devrindeki fitneleri önlemek için büyük gayret gösterdi. Fakat Hz. Osman şehit edilince, Müslümanların Halifesi olarak seçildi.
Halifeliği döneminde, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan fitne çoğalarak devam etmiş, Müslümanlar arasında Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşları yapılmıştır.
Hz. Ali, Kûfe’de, arkadaşlarının intikamını almak için yanıp tutuşan bir Harici olan Abdurrahman b.Mülcem tarafından zehirli bir hançerle, sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra Hicri 40/661 yılında şehit olmuş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef) defnedilmiştir.
İlmi şahsiyeti ve fazileti
Hz. Ali, ashab-ı kiram arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileri ile kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhi konulara dair olup, tamamı 586’dır. Her alanda Hz. Peygamber’den sonra İslam’ın en büyük bilginiydi. Resul-ü Ekrem, "Ben ilmin (hikmetin) şehriyim, Ali de onun kapısıdır" buyurmuştur. Hz. Ali’nin hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı sebebiyle kendinden önceki halifeler döneminde önemli meselelerde fikrine müracaat edilerek düşüncesi alınan ve değer verilen,müracaat edilmesi ihmal edilmeyen birisidir. Ayrıca Hz. Ali fesahati ve üstün hitabeti ile de sahabeler arasında ayrı bir yer tutmaktadır. Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledile gelmiştir. Hz. Ali’ye nisbet edilen şu eserler bulunmaktadır: Şerif er-Radi’nin derlediği Nehcü’l Belağa, el- Kasidetü’z-zeynebiye, el-Kasidetü’z-zeburiye,el-Kaside-tü’l-celcelutiyye, Muhammes, Cünnetü’l-esma, Münacat.
Kur’an ve Sünneti en iyi bilenlerden birisinin Hz. Ali olduğu bütün İslami kaynaklarca ittifakla belirtilmiştir. O tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olmuştur. O, Kur’an ve Sünnete tam olarak bağlı, dünyevi işlerden uzak kalmayı dileyen, İslam tarihinin Cemel, Sıffın, Nehrevan gibi talihsiz olayları sonunda göz yaşı döküp,muhaliflerinin iman ve hidayeti için dua edecek kadar hassas, takva sahibi idealist bir mü’mindir.
Hz. Ali Zamanında Meydana Gelen Muharebelerin Mahiyeti
Hz. Ali gibi bir şah-ı Velayet, fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hz. Ali’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı; Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra, yeni seçilen halife Hz. Ali mutlak adalet ve mutlak faziletten zerre miktar ayrılmayan bir devlet başkanı idi. Gerçekten tarih ilginç bir paradoksla karşı karşıya bulunuyordu. Bir taraftan kimsenin haksız yere burunun bile kanamamasını arzu eden bir yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hz. Peygamber’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı. Hz. Peygamberin bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi. Dört-beş bin kişiyi bulan darbeci grubun tamamı cezalandırılacaktı. Hz. Ali adalet-i mahzanın uygulanması, haksızlıklara düşülmemesi, zulüm yapılmaması taraftarıydı. Çünkü adalet-i mahza suçun sübutunu kesin ve somut delile bağlıyordu. Katil kesin olarak belirlenmeden insanların cezalandırılması adalet-i mahzaya uymuyordu. Ancak, ortada gelişen olaylar da mutlaka bir kesin çözüm bekliyordu. İşte, tam bu noktada. Hz. Ali ile Hz. Aişe, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Muaviye gibi sahabeler görüş ayrılığına düşüyor ve bu ayrılıkkanlı çatışmalara ortam hazırlıyordu. Bu olayları Bediüzzaman şöyle değerlendiriyor:
"Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe-i Sıddika (r.a.) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir: Şöyle ki:
"Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, şeyheyn (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise (Hz. Talha, Aişe ve Zübeyr) şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye (İslamın gücü) adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat, mürur-u zamanla (zamanın ilerlemesiyle) İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, "ehvenü’ş-şerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf "Lillah" için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir. İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı musib (isabetli ) ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur."
Şah-ı Velayet ünvanını alan Hz. Ali’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu Bediüzzaman
"O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. "Şah-ı Velayet" unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı."
Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin ihtilafı hilafetle saltanatın ihtilafı idi
"Amma Hz. İmam-ı Ali’nin vaka-i Sıffın’da Hz. Muaviye’nin taraftarları ile muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz. İmam-ı Ali ahkam-ı dini ve hakaik-ı İslamiye’yi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."
Risale-i Nur Enstitüsü
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.