Said Nursi ile F.Gülen’i yan yana anmak alçaklıktır
Metin Karabaşoğlu ile yapılan röportaj serisinin üçüncü bölümü…
Risale Haber-Haber Merkezi
Röportaj: Şener Boztaş (Alternatif Bakış TV 111)
BEDİÜZZAMAN’IN SİYASİLERE GÖNDERDİĞİ MEKTUPLARINDA NE VAR?
Öte yandan Bediüzzaman’ın siyasete dair özellikle 1950’den sonra Adnan Menderes’e ondan önce CHP genel sekreterine yazdığı mektuplar var. Oradaki fark ne? Onu nasıl okuyoruz?
Bediüzzaman’ın siyasilere yazdığı Menderes’e, Celal Bayar’a Hilmi Uran’a, CHP genel sekreterine yazdığı mektuplar var. Siyasilere yazdığı mektuplarında bir tane şöyle bir misal var mı? “Arsa işimiz var yardım bekliyoruz. Bize tahsis ederseniz seviniriz. Filan kardeşimiz şöyle bir idari pozisyon için filan yere kaymakam tayin edilmesi uygun olur. Liste oluştururken bize de üç tane milletvekili ayarlayın. Emniyet genel müdürlüğünde filan dairede bizim elemanlarımın istihdam edilmesi iyi olur. Yok, işte bilmem ne köy veya kasabalarının bilmem ne projesini bize veriniz bizim kitaplar ve bizim yayınevi, bizim dağıtım şirketimiz bunu yapsın.” Ama Gülencilerde bunların hepsi oldu. İsim vermiyorum da isimlerle de açıklayabilirim bunları. Fethullahçılıkla siyaset arasında bu şey 80’lerde de oldu 90’larda da oldu 2000’lerde de oldu 2010’larda da oldu. Ta ki 17-25 Aralığa gelinceye kadar.
Bediüzzaman’ın siyasilere yazdığı mektupları bu şekilde herhangi bir kadro talebi, maddi manevi rant talebi var mı? Bediüzzaman kendisi için veya talebeleri için bir şey istiyor mu? Yok. Bir tek ne var? Mesela Menderes’e yazdığı mektuplarda, en başta bir kere en temel olarak şu uyarıyı görüyoruz. “Vela teziru vaziratun vizra uhra” ayeti suçun şahsiliğine yöneliyor. Birinin hatasıyla başkası mesul olmaz. Biriyle sorunun var, onu kardeşinin, eşinin, çocuğunun, ailesinin, akrabasının, şehrinin, mahallesinin, aşiretinin, milletinin problemi olarak göremezsin. Dolayısıyla toptancılık ve genelleştirme yapamazsın. Ki o mektubun bugünün siyasilerine de gönderilmesi gerekiyor. Bugünün cumhurbaşkanına da, başbakanına da, bakanlarına da gönderilmesi gerekiyor.
RİSALE-İ NUR’LAR AYRI BİR YAPI OLUŞTURMAK İÇİN YAZILMADI
Bir adalet çağrısı var orada
Evet, hep uyardığı birinci şey bu. “Kur’an’ın birinci kanunu esasisidir. Temel kanunudur” diyor. Sosyal, siyasal hayata dair. Bunu uyarıyor. Ama kamu yararı var filan vs. diye bunu izah edemezsiniz. Yapıyoruz, birisiyle uğraşırken başkası zarar görüyor direk suçlu olmadığı halde. Ama ne yapalım kamu yararı için mecburuz. Hayır, ne diyor? “Cemaatin selameti için cemiyetin selameti için fert feda edilir, vatan için her şey feda edilir söylemi” Kur’an’ın adaleti mahzayı emreden bu ayetine muhaliftir. Birinci olarak adalet ilkesi noktasında uyarıyor dikkat edersek. Ve siyaset tarafgirliğiyle “sakın ha sakın ha adaletsizliğe düşmeyin.” Temel ilke.
İki, hadis “seyyidu’l-kavmi hadimuhu.” Ümmetin başında olanlar ümmetin hizmetkârıdır. Dolaysıyla bu makamlar sizin millete tepeden bakmanız için değil millete hizmet etmeniz içindir. Bu makamlar tahakküm etmek için değil hizmet etmek içindir. Sakın ha bu noktada bürokratik bir kibire ve körlüğe düşmeyin, hizmet için orada olduğunuzu unutmayın. Millete hizmetle o makamın hakkını ancak verebileceğinizi unutmayın. Bunu bir tahakküm ve rant konusuna asla ve asla dönüştürmeyin. İkinci olarak bunu söylüyor Bediüzzaman. Gördüğünüzde nedir? Temel ilkeler.
Diğer tarafta ne söylüyor? “Ayasofya’yı açın” diyor. Ezan ile nasıl bir manevi kuvvet kazandınız Ayasofya’yı açın diyor. Tek parti dönemiyle bu topraklar ümmetin desteğinden mahrum kaldı. Bak ezanı serbest bırakmanızla tekrar bir kuvve-i maneviye kazandınız. Camiyken ve fethin simgesiyken cami olmaktan çıkarılmış Ayasofya’yı tekrar ibadete açarak bu kuvveyi maneviye daha da güçlü olarak arkanızda olacaktır. Bunu istiyor.
Bir de nedir? Risale-i Nur’ların Diyanet tarafından basılmasını istiyor. Bunun sebebi de niye? Çünkü Bediüzzaman, Risale-i Nurları satıp da telifiyle han, hamam yapmak için yazmamış. Hayatı ortada. Nurcular ayrıdır diye kendini ümmetin dışında ve üstünde gören bir yapı oluşturmak için yazmamış. Nur Talebeleri diye, Nurcular diye bir yapı olacak mı? Bunu reddetmiyor. Hayır onlar ne olacak? Bu eserlerde iman hizmeti var, iman hakikatlerinin izahı var, marifetullah talimi var, Esmaü’l-Hüsna dersi var, iman esaslarına dair soru ve şüphelere cevap var, imani bir hayatın şu ahir zaman şartlarında yaşanabilmesi Kur’an ve sünnete riayete uymayı merkeze alan bir hayat anlayışının oluşabilmesi için dersler, ölçüler, metotlar var.
Ayrı bir yapı oluşturmak için yazılmadı bunlar. Ümmetin temel ihtiyacını gözeterek yazıldı. Dolayısıyla ümmetin geneline ulaşabilmesi için ne lazım? Diyanet gibi bu topraklardaki Müslümanların çoğunluğunda karşılığı olan, itibarı olan bir yapı basarsa o zaman bu mesele hallolur. Direkt ulaşır. O günün şartlarında böyle teşebbüsler de oluyor. Sonra Adnan Menderes’in bu noktada bir iyi niyeti de olduğunu görüyoruz. Fakat sonra araya giren birileriyle o günün şartlarında bu gerçekleşmiyor. Nur Talebeleri tarafından Risale-i Nurların Latin harfleriyle basımı Diyanet İşleriyle gerçekleşememesinden sonra tahakkuk ediyor malum. Diyanet’in basması da iki senedir gerçekleşebildi ancak. İşaratü’l-İcaz, Sözler ancak 60 sene sonra hatta o mektubun yazım tarihini gör 60 küsur sene sonra ancak olabildi.
BEDİÜZZAMAN’IN SİYASİLERE MEKTUBUNDA TEK BİR ŞAHSİ VEYA CEMAATİ MENFAAT YOK
Şimdi bakarsak burada mesele Kur’ani temel ilkeler. Adalet başta olmak üzere. Ve hizmeti imaniye. İnsanların bu toplumun fertlerinin imanının selameti. Mesela Hilmi Uran’a yazdığı mektubu düşünelim. Asayişin muhafazası. İki tane terörist için, onun zararlarına mani olmak için binlerce polis görevlendiriliyor. Bediüzzaman tek parti döneminde “siz bizimle niye uğraşıyorsunuz. Allah görüyor. Ne yaparsam görüyor. Polis görmese de görüyor, hafiye görmese de görüyor, şu görmese de Allah beni görüyor melekleri her an ne yaptığımı kaydediyor. Allah bana adaleti emrediyor. Allah bana başkasına zarar vermemeyi, çalmamayı, çırpmamayı, zulmetmemeyi, öldürmemeyi, haksız yere bir cana kıymamayı emrediyor. Bütün bunları bilen kalbinde bir manevi polis oluşmuş bir milyon tane insanı, iki tane serseri hayduttan anarşistten daha kolay idare edebilirsiniz. Biz buna, bu manevi asayişe çalışıyoruz, niye bizimle uğraşıyorsunuz” diyor. Dikkat ederseniz hep ilkelere dair bir nazar, hizmeti imaniyeye dönük.
Siyasetle teması var mı Bediüzzaman’ın? Var. Ayrıca mektuplara bakarsak gene ne var? Menderes’e özellikle yazdığı İttihad-ı İslam’a dair. “Ümmete sırtınızı dönmeyin, yüzünüzü dönün lütfen. Bu millet içinde, bütün ümmet içinde hayırlı olan bu” diyor. Mümkün değildir ki Bediüzzaman’ın siyasilere yazdığı mektupta o söylediği ifade şahsi veya cemaati bir menfaat temini gözeten tek bir kelime bulunabilsin. Burada da gene farkı apaçık görüyoruz.
BEDİÜZZAMAN NE DEMİŞSE TERSİNİ YAPMIŞLAR
Siz anlatınca ben maddeler halinde yazdım. Baktığım zaman Fethullahçılık bütün bu başlıklar altında hep sapma yaşamış durumda
Bediüzzaman ne demişse tersini yapmışlar.
Kumpas davaları ortada. 15 Temmuz ortada…
İki şey söyleyeceğim. Masum insanlar dedin ya bir masum insanı mücrim görüp hapse atmak ceza vermek başlı başına bir günah. İki, misal on sene ceza yemesi gereken bir insana otuz sene ceza vermek de bir zülüm. İkisini birden yaptılar. Şimdi suçlu diye, on senelik bir ceza içeren bir suçu olan adamı otuz senelik cezaya çarptırırsan bu da adaletsizlik. Hani masumu cezalandırdılar, işlerine gelmiyorsa o kişi. İki suçluyu da kendi pozisyonları için hak etmediği şeylerle cezalandırdılar. Üç, diğer taraftan kendileriyle uyum halindeki mücrimleri ise serbest bıraktılar dokunmadılar. Her açıdan çiğnediler adaleti.
BEDİÜZZAMAN KİŞİ KÜLTÜ OLUŞTURMAYA ASLA MÜSAADE ETMİYOR
Asayişi muhafaza meselesi. Bediüzzaman’ın çizdiği portre tam güvenilecek bir portre. Orada temel kavram güven mesela. Fakat bunlar uyguladıkları o takiyye tedbir şeyleri…
İstihbaratçılık, tecessüs gözetleme, her bir şey.
Hem bireysel olarak beşeri ilişkilerden toplumsal düzlemde, güven duygusunu yıkan, tahrip eden bir şey ortaya çıkmış oldu. Baktığımızda burada bütün maddelere neredeyse aykırı bir davranış içerisindeler
Daha artırabiliriz. Bediüzzaman, “her cihetten kemal ve devam olan bir hizmet fani şahıs üzerine bağlanmaz” diyor. “Şahıs merkezlilik” o hizmete, o hakikate mühim bir zarardır diyor. Burada ise tam bir kişi kültü oluşmuş durumda. Eğer karizma üzerinden harekete geçilecek olsa Bediüzzaman’ın destansı bir hayatı var. 17-18 yaşında Bediüzzaman ünvanıyla muhitinde şöhret bulmuş bir isim. Bölgenin en önemli âlimleri onu bu isimle isimlendirmeye başlamış. Her açıdan kahramanlıkları, maddi manevi hizmeti bu kadar ortada birisi. Karizma üzerinden bir şey oluşturmuyor. Bilakis Emirdağ Lahikası’nda bilhassa açık mektupları var. “Sana böyle bir manevi makam verip gelecek binlerce insan var. İstifade edecekler. Niye onları kabul etmiyorsun, reddediyorsun da böyle bir manevi makam, beklemeden sırf hizmet kaygısıyla gelene sadece yüz veriyorsun” filan manasında. Bediüzzaman bunları izah ediyor. Kişi kültü oluşturmaya asla müsaade etmiyor. Karizma üzerinden bir toplumsallığa asla müsaade etmiyor.
Bediüzzaman’ın Fethullah Gülen gibi rüyalar ile, yarısı makaslanmış yarısı abartılmış biyografilerle inşa etmesine ihtiyaç yok. Hayatı böyle bir karizmaya zaten müsait olduğu halde reddediyor bunu Bediüzzaman. Öbür tarafta ise olmadık bir karizma üreterek bir kişi kültü ve kişi merkezli bir oluşum var. Bu noktada da muazzam bir farklılık görüyoruz.
Keza en başta İhlas Risalesini alsak zaten menfaat-i maddiyeti cihetinden gelen rekabet ihlası kırar. Bediüzzaman ne diyor? “İman hizmeti şirket-i maneviye-i uhreviye.” Öyle ki sevap arzusunda yani “ben yapayım, sevabı ben kazanayım arzusu dahi gerçi makbuldür ama bizim hizmetimiz açısından zarardır. Çünkü hizmetteki sırr-ı ihlasa münafidir. O yüzden istemeyen bir arkadaşa yaptırınız, nefsimizin hoşuna gitmese bile. Hani ben yapayım istiyorsan kendine dikkat et.” Böyle bir şey.
Bunun çerçevesinde genel uyarlama olarak birinci İhlas Risalesinde ne diyor? “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak.” İhlas için ölçü budur diyor. “Hayır, benden istifade etsinler başkaları değil ben yapayım, hizmeti ittireyim, ona buna engel olayım, ben yapayım da sevabı ben kazanayım” demek ihlasa aykırı.
Burada ise bütün Müslümanlara mani olup her şeyi tekeline almak var. “Ne hizmet varsa onu da biz yapacağız” dediler. Burada böyle bir şey var. Bir şekilde modelleyelim, biz yapalım. Bu öyle ki dağıtım ağları filan üzerinden, kitap çalışmalarına kadar dahil. Gariban bir mümin, bir yöntem geliştirmiş, bir kitap yazmış. Bu kitabın bir karşılığı olmuş ümmet nezdinde. Bir bakarsınız bunlar altı ay sonra hemen bir kopyasını üretmişler. Bediüzzaman, “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftarı olmak” ihlas ölçüsünü getirmiş. “Müslümanların yalnız ve yalnız bizden istifadesine taraftar olmak” şeklinde bunlardaki uygulama. Bu noktada da gene muazzam bir fark görüyoruz.
BEDİÜZZAMAN, “SÖZÜMÜ KUR’AN VE SÜNNET MİHENGİNE VURUN” DİYOR
Bediüzzaman sürekli nazarları kitaba, metinlere yönlendiriyor…
“Said de bir talebedir. Ben de sizinle ders arkadaşıyım” diyor. Şahsına makam veren görüşmeye müsaade etmiyor.
Şualarda Bedi unvanını Bediüzzaman unvanını Risale-i Nur’a veriyor
“Tercümanına yanlışlıkla izafe edilmiş” diyor.
Nurculuk tarihine baktığımızda pek çok faktör olmakla birlikte bu bölünmelerin, farklı farklı meşreplerin ortaya çıkmasının bir sebebi de bu gibi bir kişinin diretmeleridir. Risale-i Nur hizmetinde insanlar metinleri yorumluyorlar...
Hizmetin tarzı eser merkezli ve buna müsait.
Bir metin yorumluyorlar ve bu yorum üzerinden meşrepler oluyor. Fethullahçılığa baktığımızda Nurculuk tarihinin yaşadığı bir bölünme, ayrışma, kitlesel bir yarılma veya onun içinde yeni bir şey çıkma durumu olmadı. Çünkü böyle bir zemin yok
Ters şemsiye gibi bir lider var. Herkes kul, köle, tebaa. Böyle bir yapılanma. Diyeceğim diğer bir nokta buydu zaten bu çerçevede. Herhangi bir hiyerarşik yapılanmayla izah edilemeyecek kadar sert, katı ve tek kişi merkezli bir hiyerarşi söz konusu Fethullahçılıkta. Bediüzzaman ise böyle bir şeye asla müsaade etmiyor. Gene ihlas risalesindeki ifadeyi hatırlayalım:
“Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır.” Bu çerçevede de kardeşlikse, hılletse keza bu da “kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz” diyor. Orada zaten en üst mürşit pozisyonuna oturtulmuş kişi, herkes onun ağzından çıkanı Kur’an’a uymasa da sünnete uymasa da bir şekilde “o dediyse doğrudur” demek suretiyle böyle bir yapılanma. Buna karşılık Bediüzzaman’da “kardeş kardeşe peder olamaz. Mürşit vaziyetini takınamaz” diyen, kendisini de bu çerçevede konumlandıran ve dahası “benim sözümü de ben dedim diye kabul etmeyiniz. Mihenge vurunuz” anlayışı var. O mihenk 18. Mektup’ta açıklandığı gibi Kur’an ve sünnettir. Kur’an ve sünnet mihengine uyuyorsa kabul ediniz uymuyorsa kabul etmeyin. “Çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” diyor. İradelere ipotek koyan bir hiyerarşi değil.
Burada bir diğer önemli nokta Bediüzzaman “Nur fabrikası” der bazı talebelere. Nur fabrikasının sekreteri, katibi der. Öbürüne gül fabrikası der, beriki mübareklerden filan der, kahramanlardan şu der. Mesela baktığımızda bu ifadeler nedir? Ayrı ayrı kişilikler mizaçlar var. Hepsini olduğu gibi kabul eder. Bir kişiliksizleştirme, bir tek tipleştirme asla böyle bir şey yok. Bize Esmaü’l-Hüsna dersi veren, Esmaü’l-Hüsna dersi içerisinde de sırr-ı ehadiyetin inkişafını Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünün en önemli dinamiklerinden biri olarak zikreden biridir Bediüzzaman.
NURCULUK “AİLE MERKEZLİDİR”
Sırr-ı ehadiyet neyi getiriyor? Şimdi mesela hepimizin gözü, burnu, kulağı, ağzı aynı yerde. Bu vahidiyetin bir tecellisi. Ama buna karşılık Şener Boztaş’ın simasıyla göz, kulak, burun aynı yerde olduğu halde Metin Karabaşoğlu’nun siması farklı. Bu da ehadiyet sırrının bir tecellisi. Keza hepimiz aynı fıtratla yaratılmışız bu vahidiyet sırrının tecellisi. Ama hepimizin ayrı bir mizacı ayrı bir karakteri ayrı bir kişiliği var. Bu da sırrı ehadiyetin bir tecellisi.
Aldığı bu iman dersini kâinatın şahitliğinde afaktaki, enfüsteki ayetleri okuyarak aldığı bu Esmaü’l-Hüsna talimini bir ahlaka dönüştürdüğünü görüyoruz Bediüzzaman’ın. Hiçbir talebesini alıp başka bir şeye biçimlendirmeye kalkmamış. İçe dönük mizacı olan bir talebesini o mizacı içerisinde bir hizmet yolu sunmaya çalışmış. Dışa dönük bir mizacı olan talebesine o noktada muhatap olmuş. F.Gülen’de ise herkesi formatlama, kişiliksizleştirme, şahsiyetini bertaraf etme ve böylece lider tarafından kültün lideri tarafından istediği şekilde yönlendirme, biçimlendirme gibi bir şey katı, sert bir hiyerarşi var. Burada gene muazzam bir şey görürüz. Bediüzzaman ne söyledi ve yaptı, Fethullah Gülen ne söyledi ve yaptı.
Keza diğer önemli -bana göre çok atlanan- bir özellik: Bediüzzaman hizmeti “aile merkezlidir.” Dershaneler var ama dershaneler için dahi ne der Bediüzzaman? Öncelikli olarak Emirdağ Lahikası’ndaki mektubunu hatırlayalım. “Her bir Nur Talebesi kendi hanesinde, iman dersini çoluk çocuğuyla birlikte…” Bununla ilgili mektuplar vardır. Mesela Refet Abinin mektubu, Hulusi Abinin mektubu vardır. “Babam, kardeşim, oğlum, komşum filan geldiler şurayı okuduk” diye. Ev merkezlidir, aile merkezlidir. Dershane hizmeti bile onun ardından gelir. Bediüzzaman’ın hayatında ve hizmet sıralamasına baktığımızda aile hayatın merkezinde, aileyi bertaraf edecek ve kişiyi aileden kopararak hele ki aileye düşman ederek ona bir yol sunmak asla söz konusu değil. Ne görüyoruz bu yapıda? Bilakis aileden mümkün mertebe soyutlamak, koparmak. Çünkü ailenin etkisinden ne kadar uzak olsa o kadar rahat formatlayabiliyorsun.
Mesela çok temel bir fark, yalan söylememek…
BEDİÜZZAMAN “YALANA ASLA CEVAZ YOK” DİYOR
Soruyorlar. “Bize ne lazım?” Sıdk. “Sonra?” Sıdk. “Daha başka?”
Sıdk, doğruluk, sadakat, ihlas hepsi aynı şeyi...
Aynı anlama geliyor. Israrla.
Evet. Bediüzzaman, “Yalancılık, Sani-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Ontolojik bir problemdir. İtikadi bir problemdir” diyor. Hadis ne diyor? “Mümin hırsızlık yapabilir mi? Yapabilir. Zina eder mi? Edebilir. Adam öldürebilir mi yanlışlıkla? Öldürebilir. Yalan söyler mi? Söylemez.”
İmanla izahı mümkün bir şey değil yalancılık. Bediüzzaman bu hadisin aldığı dersi işlediğinde söylüyor. “Yalancılık Sani-i Zülcelal’in kudretine iftiradır.” Nasıl? Allah’ın yaratmadığı bir şey için “öyle oldu” diyorsun. Veya Allah’ın yarattığı bir şey için “öyle olmadı” diyorsun. Her iki halde de Cenab-ı Hakkın kudretine iftira var. Yalana asla cevaz yok diyor. “İmme’s-sıdk, imme’s-sükut.” Ya hak söyle ya sus. Bu net bir ölçü.
Bu sebeple ilk talebelerinden Binbaşı Asım Bey, şehit oldu. Bediüzzaman, istikamet şehidi diyor. Niye? Mahkemeye çıkarıldığında sorgu hakimi öyle bir çapraz soru sormuş ki doğru söylediğinde -tabi hakim iyi niyetli değil 1934 şartları Kemalizm’in en sert zamanları- Bediüzzaman’a zarar verecekler. Yalan söylese Üstadı yalan söylemesine izin vermiyor. Yalancılık Sanii Zülcelal’in kudretine iftiradır diye öğretmiş. Ne diyor Binbaşı Asım Bey? “Ya Rabbi canımı al” diye dua ediyor. Evet, o günün gazetelerinde haber olarak çıkıyor bu. İşte böyle sorgu sırasında böyle dedi ve öldü diye Isparta’da. Gülencilikte de güya maslahat adına yalanın haddi hesabı yok. Bediüzzaman’ın sıdk, asla ve asla yalana başvurmamak üzerine olan duruşu, mesleği… Diğerinde ise her türlü yalanı güya hizmet, güya maslahat adına yol vermek.
NUR TALEBESİ GERİDE OLMAYI, ENSAR RUHLU OLMAYI TERCİH EDER
Ve o kadar profesyonelleşmiş durumdalar ki müthiş bir soğukkanlılıkla hala bu yalanı sürdürebiliyorlar. Siz inanacak oluyorsunuz neredeyse. Ama onun zerre kadar şüphesi yok gibi duruyor
Dikkat ederseniz Bediüzzaman sadece sözel olarak da açıklamıyor yalancılığı. Hutbe-i Şamiye’deki ilgili bahsi hatırlarsak. Orada alem-i İslam’ı kurtaracak kelimelerden biri nedir? Yalanı bırakıp sıdk, doğruluk izah ederken ne diyor. “Dalkavukluk, menfaat için yaltaklanmak, bu da bir yalan, fiili bir yalandır. Riyakarlık da fiili bir yalancılıktır. Ameli boyutlarıyla da irdeleyerek mesela hiçbir yalanın hiçbir türüne müsaade etmiyor Bediüzzaman. Burada ise hem sözel olarak hem de eylemsel olarak her türlü yalanı meşru gören bir anlayış söz konusu. “Merak etme, amacın senin kutsal. Hayırlı meşru bir amaç için yapıyorsun, hizmet için yapıyorsun bunu, insanlığın kurtulması için yapıyorsun. Devam et” diyorlar. Bunun yine Risale-i Nur ölçüleriyle izahı mümkün değil.
Keza Üstadın İhlas Risalesinde birinci ihlas risalesinde koyduğu ölçülerden biri nedir Nur Talebeleri için? Tabiiyeti metbuiyete tercih etmek. Nur Talebesi hizmeti imaniye ile uğraşır. Bunun karşılığında ne oldu? Bu hizmet yayıldı ve birileri bir pozisyona geldi. O pozisyonu Nur Talebesi kendisi için düşünmez. Nur Talebesi geride olmayı, Ensar ruhlu olmayı tercih eder. Bediüzzaman’ın gene bize bıraktığı ölçü ve ders bu. Tabiiyet, tabi olmayı biz bir Müslümana, sosyal siyasi hayatta kendisine tabi olunan olmaya metbuiyete tercih ederiz. Burada ise hegomonik, “bizim dediğimize geleceksiniz, bizim dediğimizi yapacaksınız, biz şunu yapıyorsak siz çekilin diyorsak çekileceksiniz” deniyor. Burada gene tam tersi bir şey. Bediüzzaman “tabiiyeti metbuiyete tercih ederiz” diyor. “Bizim mesleğimizin esası budur” diyor. F.Gülen ise “metbuiyet bizde asıldır, başka herkesin bize tabi olmasını istiyoruz” diyor. Burada da gene tam yüzde yüz bir farklılık görüyoruz.
Ondan sonra Bediüzzaman en ufak bir hediyeyi bile kabul etmiyor. İktisat Risalesi yazmış. Manidardır İktisat Risalesi 19. Lem’a, birinci İhlas Risalesi 20. Lem’a, İkinci İhlas Risalesi 21. Lem’a. Kastamonu Lahikası’nda bir mektupta? “İhlas ve iktisat Lem’alarını beraber okuyunuz” diyor. O da başlı başına bir ders. “İktisat noktasında sorun varsa maddi menfaat, parayla imtihanında sorunun varsa ihlas sorunu yaşarsın.”
Zaten ihlası kıran sebepler diye 21.Lema’da söylediği birinci şey “menfaat-ı maddi cihetten gelen rekabet, ihlası kırar.” Sonra ihlasın kıran sebeplerin devamında izahını 29. Mektup altıncı kısma havale ediyor. Orada altıncı kısımda ne görüyoruz? Mesela ihlası kıran sebeplerden biri olarak tamahkârlık.
BEDİÜZZAMAN’IN ESERLERİNİN NERESİNDE HİMMET TOPLAMA VAR?
Fethullahçı bir şahsın yaşayacağı bir durum olmakla birlikte o yapının kendi genel karakteri, kendi cemaatleri için veya örgütleri için de tamahkârlık gösteriyorlar…
Evet. Ve Bediüzzaman’ın İktisat Risalesinde verdiği örnek Hatem-i Tai ile o adı anılmayan, çalı toplayıp kendi geçimini kendisi temin eden ihtiyar. Oradan verdiği bir ders var. Şöyle bir hatıra anlatır. Ben bunun üzerine bir yazı yazmıştım. Risale Okumaları’nın ikinci kitabında var. Hatem-i Tai ve adsız ihtiyar.
Çok enteresan 2000’li yılların ortasıydı. 2004 veya 2005 olabilir. İzmir fuarında yaşı benden büyük bir isim geldi. Fethullah Gülen yapısı içerisindeymiş. Ama o Risale-i Nur’a da Üstada da ciddi bir şekilde muhabbeti olan biri. Bu yazıyı okumuş İktisat Risalesindeki ilgili bahsi de biliyor. Diyor “ondan sonra bizim toplantımızda ben bunu söyledim.” Bak hani Bediüzzaman’ın böyle bir koyduğu bir ders var böyle bir şey de anlatıyor ve böyle bir yazı da okudum. Ben orada bu adsız ihtiyar gibi olabilmek diyorum. Maddi menfaat için asla zillete düşmemek, asla minnet etmemek. Şahsımız adına da aidiyetimiz adına da. “Çok hoş karşılanmadı” dedi.
Enteresandır bu yapının haberleşme, istihbarat ağını göstermesi bakımından bir şey söyleyeyim. Ramazanda Ankara fuarındayım. Bu defa bir hanım kardeşimiz Kayseri’de o yapıyla gene bir hukuku varmış dedi ki: “Burada ablalar sizin bazı kitaplarınızı da öneriyorlardı. Okuyabilirsiniz filan diye. Risale Okumaları’nı hatta önermişti. Sonra dediler ki artık okumayacaksınız.”
Haber oraya uçmuş oradan hemen ambargo gelmiş
Ne oldu? “Hayır, bu söylenen Bediüzzaman’ın söylediği doğru ama bize dokunuyor. Biz bildiğimizi okuyacağız.” Dolayısıyla nedir? “Bediüzzaman’ın bu dersini bertaraf edeceğiz. Bu dersi hatırlatarak, zihnimizi karıştıran, himmet toplama noktasında kararlılığımızı bozan bu adamın kitabını da, ilgili kitabını da okumayacağız ki himmet için devam edebilsinler.” Bediüzzaman’ın eserlerinin neresinde himmet toplama var?
Toplatmıyor talebelerine
Evet.
Ta eski Said’ten, medrese döneminden itibaren
Doğuda bir ihtiyat olduğu halde. Medrese talebelerine katkıda bulunmak gibi.
Toplasa niye topluyorsun denmez.
Tarz bu, evet. Usul öyle. Buna rağmen toplatmıyor. Burada gene muazzam bir fark görüyoruz. En ufak bir hediyeyi bile kabul etmiyor.
Bir de şu var. Risale-i Nur Talebesi hizmet eder, hizmetten dolayı minnet beklemez. Senin hizmetini yapmış olman, imani bir ders paylaşmış olman sana mükafat olarak yeter diye bakar. İlk başta dediğimiz şey. Gülencilerde ne var? Manevi borçlandırma. “Bak ben sana şey yaptım senin şöyle bir imani problemin vardı bununla ilgili ben sana böyle bir açıklama yaptım. Ki o açıklamada ağırlıklı olarak Risale-i Nur’dan alınma veya Fethullah Gülen’in Risale-i Nur’dan isim vermeden bunun izahı budur diye aşırdığı şeyler. Ama bak senin şu zihnindeki imani soru çözüldü. Buna karşı unutma bunu.” Sürekli bir minnet bekleme ve manevi borçlandırma. Zaten birçok insanı bu şekilde etki alanlarına aldılar.
İMAN HİZMETİ SÜREÇ ODAKLIDIR, İHLAS BUNU GEREKTİRİR
Ticarî bir network ağına dönüştürüyor ve hepsi onların artık bir minnet altına sokmuş oluyorlar
İhlas Risalesinden şu dersi alıyoruz. Zaten Lahikalarda da görüyoruz. İman hizmeti süreç odaklıdır. İhlas bunu gerektirir. Süreç odaklı ne demek? Amacın meşru olması yetmez kullandığın aracında meşru olması gerekir. Bediüzzaman’ın söylediği bir söz var. “Hak, meşru bir maksada gayri meşru batıl şeylerle gidilmez. Yöntemlerle gidilmez.” Dolayısıyla gidiyorum yanlış, yalan söylüyorum. Şöyle yapıyorum işte şunu ediyorum bunu ediyorum ama iyi bir niyet için yapıyorum. Hayır. Amacım meşruluğu kadar araçlarının da meşru olması gerekir. Bediüzzaman’ın bu konuda muazzam bir hassasiyeti var. Süreç odaklılık bu. Bu ihlas ölçüsünün muhafazası açısından bu süreç odaklılık olmazsa olmaz.
Burada ise sonuç odaklılık var. Amacın kutsallığı adına her türlü araç var. Kur’an’ın hükmüne aykırıymış, sünnetin ölçülerine aykırıymış, İslami geleneğin, mirasa ehlisünnet çizgisine aykırıymış önemli değil. Amaç kutsal ya!
Orada ayrıca fıkıhtaki o makasıd-ı şeria ve maslahat ilkesinin de muazzam derecede suiistimali yapıla geldi. Ben burada hayıflanıyorum. Bu kadar fıkıhta ihtisas sahibi profesör, doçent veya medrese kökenli hocamız vardı. Makasıd-ı şeria ve maslahat gibi iki önemli ve doğru ilke. Fakat böyle bir amacın kutsallığı adına her türlü gayri meşru aracı meşrulaştırmak için kullanırken niye sesinizi yükseltmediniz? Burada de gene bir temel fark görüyoruz. Sonuç odaklı ve süreç odaklı olmak. Amaç kadar aracın da meşruluğu üzerinde durmak veya tam aksine amaç meşruluğu üzerinden her türlü aracı gayri meşru arazı meşrulaştırmak. Muazzam gene bir fark çıkıyor karşımıza.
Keza Üstadımızın koyduğu bir ölçü var. “Üstadınız la yuhti değildir.” Onu hatasız zannetmek hatadır. Bazılarında vardı ya hani dün gene vardı. Bunlar mahkeme-i Kübra’da görüşeceğiz. Güya biz hani böyle ağır konuşan, şerefsizce, alçakça bizim Bediüzzaman’ı putlaştırdığımızı. Ki Bediüzzaman’ı putlaştırmak bizi tekfir etmek demek sofistike bir şekilde. Bu dünyayla uğraşmıyoruz. Hiçbir mahkeme seküler mahkemelerle uğraşmayız biz. Ama hesap günü helallik ve özür dilemedikçe bu insanların hepsinden davacı olacağız Allah’ın izniyle.
Üstadımız bize böyle bir şey mi öğretti ve biz böyle bir şey mi yaptık? Hani üstadımız bizim mürşidimiz. Ona hürmetimiz var. Hürmetimizin bir sebebi “Ben hatasız değilim. Beni hatasız zannetmek hatadır” demesi. “Kur’an ve sünnet ölçüleriyle tartın” demesi “mihenge vurun” demesi. Ama tutup böyle bir şey üretiliyor. Burada ölçü belli Bediüzzaman’ın açık ve net ifadesi var. “Üstadınız la yuhti değildir. Hatasız değildir. Onu hatasız zannetmek hatadır.” Benim sözümü de ben söylediğim için kabul etmeyiniz” diyor. Öbür taraf ise Fethullah Gülen, sorgulanamaz. Yanlış bir şey söylese Kur’ana ve sünnete de mugayir bir şey söylese. “Bak Hızır’ın yaptıkları vardı Musa vahye muhatap olduğu halde anlamadı. Ama bir bildiği vardı.” Orada ben kendimce kısır döngü diyorum. Bu Kur’an’a ve sünnete göre olmaz böyle bir şey. Nasıl böyle bir şey yapıyor hocanız? “Vardır bir hikmeti.” “Açıklayın bakayım hikmetini” diyorsunuz. “Hikmetinden sual olunmaz.” Böyle bir kısır döngü. Burada da temel bir fark var.
BEDİÜZZAMAN, “RÜYA İLE AMEL EDİLMEZ” DİYOR
Bediüzzaman, “rüya ile amel edilmez” diyor. Bu ehlisünnetin temel ölçüsüdür. Peygamberi (asm) dahi görsek rüyada bu bizi bağlar. Allah nasip etti. Gördüm, bir şey duydum bu beni bağlar. Bu Şener Boztaş’ı bağlamaz. Zaten bu ulu orta ben gördüm de böyle dedi şöyle dedi filan anlatılmaz. Bir kere bu zaten doğru bir şey değil. Peygamberi dahi görsek o da hadis var “şeytan, iblis benim suretimi alamaz.” Dolayısıyla rüyada Peygamberi görmüştür. Rüya-yı sadıkadır bu. Onun için ama o dahi onu bağlar.
Ama burada rüyalar üzerinden kişilerin iradelerinin selbolunması var. Baştan sona rüya ile amel edilmesi. Ki Bediüzzaman’ın bir talebesi rüya anlatıyor. Hulusi Bey, Nur’un ilk talebesi dediği. “Böyle bir rüya gördüm Üstadım, nasıl yorumlarsınız bu rüyayı” diyor. En başta Bediüzzaman İmam-ı Rabbaninin “Ne şebem ne şeb perestem” diye başlayan şiirini hatırlatarak. “Ben ne geceyim ne de geceye taparım. Hakikat güneşidir bizim muhatap olacağımız. Kur’an ve sünnet güneşi ortadayken şahsi ve hususi rüyalarla amel edilmez” der.
Kim bu dersi veriyor? “Mesleğimiz tahkik mesleği olduğundan rüyayla amel caiz değildir” diyor. Bunları anlatıyor. Ondan sonra o hulm denilen karışık rüyalar ile rüya-yı sadıka. Bunları ayırabilmek. Bir dizi ölçüyü o tahkik mesleği dahilinde koyduktan sonra rüyayla amel edilmez, Ehl-İ Sünnetin çizgisince. Bunu bir kere zihne yerleştirdikten sonra “kardeşim senin rüyanı ben şöyle anladım” diyor. “Şöyle tabir ediyorum” diyor.
Burada ise malum hep rüya rüya… Öyle ki bunu çok insandan duyduk. İşte Peygamberden liste geldi. Filanı çizmiş. Niye? Fethullah Gülen’in dediğini yapmadı. Muazzam bir şey. Doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Faraza doğru bile desek hususi olan bir şey nasıl sen genelleme yapıyorsun?
Rüyaları stratejik şeyler olarak görüyorlar
Zihinleri paralize eden, iradeleri selbeden ve bir yöne mecbur eden bir şey. Bu gene rüyayla amel edilmez Risale-i Nur’un bütün ehlisünnet çizgisinin olduğu gibi olmazsa olmaz bir ölçüsüdür. Burada ise rüyalarla hayat ve insan biçimlendirmek Fethullahçılığın temel esaslarından uygulamalarından biridir.
DAHİLDE KILIÇ ÇEKİLMEZ
Dahilde kılıç çekilmezle birlikte bu yerlilik ve millilik meselesi var
Yine bir fark. “Keza dahilde kılıç çekilmez” Üstadın temel bir ölçüsü. Bunlar Müslümana bomba attılar, kurşun attılar, öldürmeye kalktılar. Daha o kadar şey ki. Ben bir kısmını yazmıştım. Daha dedim ya yüzlerce. Çok konuştum diye susayım dedim. Benim aldığım notlardan biri şuydu madem okuyayım. Bir fark da “Mekke-i Mükerreme’de de olsam buraya gelirim” diyor Bediüzzaman. Burada ise Amerika’ya hizmet var.
Haçlılar açıklaması da yaptı F. Gülen
“Biz ferec, sürür ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcıyla değil” diyor Bediüzzaman. Bunu söylerken Bediüzzaman Barla’da veya Isparta’da haksız ve hukuksuz bir şekilde sürgün edilmiş, Kemalist yönetim tarafından. Onun sürgünde olduğu bu zaman içerisinde orada zulmediliyor, peşinde hafiyeler, bir takım kara propaganda, oradaki insanlara deniyor, egenin insanına “bu Kürt’tür, Kürt’ün peşine gitmeyin” deniyor. Pis bir milliyetçilik kullanılmak isteniyor değil mi? O şartlarda Bediüzzaman ne olmuş? İşte dünya savaşının sonuçlarıyla ilgili halledilmeyen şeyler var. İtalyanlarla ilgili, İngilizlerle ilgili Musul, Kerkük, On İki Adalar, Boğazlar filan vs. o Lozan’da çözülmemiş ortada kalmış meselelerle ilgili bir gerilim oluyor. Bu gerilimden dolayı bir savaş çıkması ihtimali zuhur ediyor. Ne diyorlar? Bediüzzaman “böyle bir savaş çıkarsa, böyle böyle bir şeyler olmuş” geliyor. Birileri, “bu savaş çıkarsa iyi olur filan hükümetten kurtuluruz vs.” soru nedir? Ben diyor “hayır. Orada hayır, savaş çıksın ve orada elin gavuru bu milletin hükümetine tasavvut etsin, taarruz etsin asla istemeyiz karşı çıkarız. Burada bu hükümetin yanında dururuz” diyor Bediüzzaman. Orada diyorlar “Sana işkence eden bu mübtedi ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Özetle bu manada. Üçüncü meraklı sual 16. Lem’ada. Yerlilik. “Biz ferec ve surur ve fütuhat isteriz. Fakat kafirlerin kılıcıyla değil. Kâfirlerin kılıcı başlarını yesin ve yiyecek” diyor Bediüzzaman.
BUNU YAPAN BİR ADAM NASIL BEDİÜZZAMAN’LA YAN YANA ANILABİLİR?
Burada ise Müslümanı kâfire şikâyet ediyorlar. Ki tek parti Kemalistleri gibi din aleyhine her türlü şeyleri yapan insanlar değil, alnı secdeye değen yöneticileri her türlü aşağılık iftirayla kâfire şikayet eden ve kafirleri onların üzerine salmaya çalışan bir alçaklık. Bunu yapan bir adam nasıl Bediüzzaman’la yan yana anılabilir. Bunu yan yana anan Fethullahçıysa da alçaklık ediyor. Bunu güya Fethullahçılığa muhaliflik adına yapıyorsa da gene alçaklık ediyor. Bediüzzaman o açık ve net duruşu 16. Lem’a ortada. Bunu yan yana koymak alçaklıktır. Burada da gene görüyoruz o net farklılığı.
Devam edecek
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.