Said Nursi sadeleştirmeye asla sıcak bakmıyor
Yazar İsmail Süphandağı Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin zararlarını anlattı
Risale Haber-Haber Merkezi
Yazar İsmail Süphandağı Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin hem bilimsel hem de müellifinin sözleri nedeniyle yapılmasının zararlarını anlattı.
Risale-i Nurların Sadeleştirilmesi Üzerine Bir Derkenar
Genel olarak sadeleştirme konusu, tüm eski metinlerle ilgili zaman zaman yapılan bir tartışma olarak varlığını sürdürmektedir. Yapılan tüm sadeleştirmelerde ortak gerekçe, bu metinlerin bugünkü nesiller tarafından anlaşılamaması hususudur. İlk bakışta masumane görülen bu gerekçenin hem pedagojik hem de dilbilim açısından sağlıklı bir değerlendirmesinin yapıldığı yazık ki söylenemez.
Öncelikle genel dilbilim açısından söz ve yazı arasındaki ayrımın önemini belirtmek gerekiyor. Sözün bireysel, yazının ise toplumsal hüviyetinden bahseden F. De Seassure, dilin, bir biçim (vurgu: İ.S.) olduğunu ileri sürer. Yürüme, su içme gibi eylemler hiçbir yerde değişmezken konuşulan dil, farklılık gösterir. Doğadaki tüm eylem biçimlerinin yanısıra maddenin hareket kabiliyetinin ortak oluşu ile bunların ses, söz ve yazı ile aktarımının farklılık oluşturması, dil üzerinde düşünülmesi gerektiğini daha ilk anda belirgin kılıyor. Dolayısıyla dilin bir biçim olduğu ve bu durumun sadeleştirme faaliyetleriyle ne gibi bir ilgisinin olabileceği hususu, üzerinde durulması gereken noktalardan ilkidir. İkincisi ise masum gerekçelerle yapıldığı düşünülen bu sadeleştirme faaliyetlerinin bekleneni karşılayıp karşılayamayacağı hususudur. Eski metinlerin yeni nesillere tanıtılması amacıyla yapılan çalışmalarda ise teknik durumun ne olması gerektiği, bir üçüncü nokta olarak güncelliğini koruyor.
Sistemli bir dizgeler bütünü olarak dil; temelde ses, söz ve yazı bileşenlerinden oluşur. Dili oluşturan bu üç unsurdan ilki olan ses sistemi ile toplumun sosyal ve fizyolojik varlığına uyumlu fonetik bir yapıyı, söz ile toplumun hayatla - varlıkla kurduğu ilişkiyi, bireysel bir kullanımla değiştirip süreklileştirerek var ettiği bir yapıyı, yazı ile de anlamların eşzamanlı bir edimle kayıt altına alındığı bir yapıyı ifade eder. Dolayısıyla sadeleştirme gayretleri geçmiş zamanda ya da geçmiş zaman diliyle kayıt altına alınan metin-anlamlar kümesine müdahale üzerinden gerçekleşen bir eylemdir. Bahsimiz gereği burada, kayıt altına alınmış metinler üzerinde gerçekleştirilen tasarrufa değineceğiz.
Dilin cümle –sentaks- yapısı, belirlenmiş ve değiştirilemez bir özellik arz eder. Örneğin ‘çok-bir-kitap-ağır’ sözcüklerinden anlamlı bir cümle kurulması istendiğinde bu cümlenin ‘çok ağır bir kitap’ olacağı bellidir. Bu cümlede isimden önce sıfatların, sıfatlardan önce ise zarfın geleceği, cümle yapısının belirlenmiş ve değiştirilemez oluşunu gösterir. Böyle bir cümle içerisinde her sözcük, içinde yer aldığı bağıntının diğer öğeleriyle bir bütünlük gösterir. Ayrıca her sözcük, yer aldığı cümlenin diğer öğelerinin yardımıyla belirlenmiş bir anlam içerir. Bir sözcük, farklı cümlelerde farklı anlamlar içerebilir çünkü sözcüğün anlamı üzerinde cümlenin diğer öğeleri belirleyici konumdadır. Örneğin “Bize Tahir Efendi kelp demiş / iltifatı bu sözle zahirdir./ Maliki mezhebim benim zira / İtikadımca kelp Tahirdir.” Bu dörtlüğün ilk ve son mısralarındaki ‘Tahir’ sözcüğü ilkinde bir kişinin ismi, son mısrada ise ilk anlamıyla temiz, yan anlamıyla da ilk mısradaki kişiye gönderme yapmaktadır. Bu durumda her iki mısrada da Tahir sözcüğünün anlamını, cümlenin diğer öğeleri belirlemiş olmaktadır. Bu durumun bize söylediği şey şudur: Hangi sözcük olursa olsun, kullanıldığı bağıntının dışına çıkarıldığında, anlamında bir azalma, çoğalma ya da değişme olacaktır.
Yazının; ‘anlamı sabitlemiş olmak’ gibi bir özelliği söz konusudur. Anlam, yazıyla kayıt altına alınırken bağıntının diğer öğeleriyle birlikte var olabilir. Mütekellim –yazar – müellif–in kasdettiği anlam, bağıntının diğer öğeleriyle bir arada oluşla bütünlüklü bir özellik gösterir. Çünkü bir sözcük, hem müellifin yaşadıkları hem de birikimleriyle ilgili olarak dimağında şekil alabilir. Bu yaşantı ve birikim ise ‘biricikliği olan’ bir şeydir. Bu ‘biricik oluş’ hususu, sanıldığından fazla anlam yüklü bir şeydir. J. Derrida, bu ‘biricik oluş’un arkasında her bir sözcüğün farklı bir iç ben –özneden kaynaklandığı özelliğinin olduğunu belirtir. Çok bilinen bir mısraında Yunus Emre ‘bir ben vardır bende benden içeru’ der. Bu mısra Derrida söyleminde adeta ‘çok ben vardır bende benden içeru’ biçimine dönüşmüş gibidir. Bunun anlamını hem örneklendirmek hem de pekiştirmek için Derrida, nikâh töreni, yemin ve mahkeme kararları üzerinde özel olarak durmaktadır.
Bir nikâh töreninde yetkili kişi, gelin ve damat ikilisinin her birinden bir ‘evet’ cevabı almak için onlara uzun bir soru sorar. İyi günde, kötü günde; sağlıkta, hastalıkta; varlıkta, darlıkta… gibi uzun sorudan sonra evlenecek çiftlerin ‘evet’ cevabı alınır. Bu ‘evet’ açıkça ve genişletilmiş olarak şu anlamdadır; iyi günde de ‘evet’, kötü günde de ‘evet’, sağlıkta da ‘evet’, hastalıkta da ‘evet, varlıkta da ‘evet’, darlıkta da ‘evet’… Demek ki gelin ve damadın her biri, içteki bütün öznelerin onayı alındıktan sonra verilmiş bir ‘evet’ cevabı ile nikâh akdini gerçekleştirebiliyorlar. Örneğin gelin ya da damada ‘eş olarak şu hanım/beyefendiyi kabul ediyor musunuz’ şeklinde bir genel soru yöneltilseydi bunun karşılığındaki ‘evet’ cevabının içinde, gelin ya da damadın, darlıkta ya da hastalıkta da ‘evet’ demiş olduğunu gösteren bir şey olmazdı. Ya da en azından bu durum yorumlanmaya uygun bir metin haline gelirdi. Demek ki insanlık evlilik, yemin ve mahkeme kararı gibi önemli sözcüklerde herhangi bir onay için kişinin içerisinde bulunan tüm özne-benlerin onayına ihtiyaç duymaktadır.
Buradan hareketle şu sonuca varmak mümkün bir şeydir. Bir metni ‘bütünüyle’ anlamak imkânsız değilse de çok zordur. Okuma –anlama-nın bu olanca zorluğu, metni kayıt altına alan müellifin, o anda, herhangi bir zaman kesitine tekabül eden o biricik süreçte, dizgesini oluştururken hangi birikimler bütününün içinde bulunduğunun, bir başkası tarafından kesin ve tam olarak anlaşılabilmesinin mümkün olamaması yüzündendir. Dolayısıyla her anlam, birden çok unsurun bir anda teşekkül etmesiyle ortaya çıkan ve o ana mahsus olan bir özellik içerir. Diğer taraftan her anlam, müellifin kalbinde olan ve o anda yaşadığı hissiyatı ile bağlılık halindedir. Anlamın ve anlamı taşıyan sözcüklerin, içinde yer aldığı bağıntıdan koparılması, anlam ve anlamı taşıyan sözcüklerin, müellifin hissiyatından koparılmasını doğal olarak içerir. Bu son cümle, metinler üzerindeki tahrif ve bozulmayı içeren esas noktadır ve bu mesele dilbilimin tartışma alanında bulunan bir konu olarak değerlendirilmelidir. Bu kısım meselenin teorik çerçevesini oluşturuyor.
Artık kullanılmayan ve anlamı ancak bir sözlük yardımıyla bilinebilen kelimeler yerine mevcut durumda kullanımda olan ve anlamı çoğu kimse tarafından kolayca bilinen kelimelerin ikamesiyle gerçekleşen sadeleştirme çalışmaları, ilk bakışta zannedilir ki pek çok hayra vesile bir gayrettir. Yukarıda teorik çerçevede kısaca izah edilen şekliyle hiçbir sözcük bir diğerinin anlamsal boyutunu tam olarak karşılayamaz. Yazının, konuşmadan farkına dair bir işaret var burada. Sözcüğün semantiği, benzetme tuhaf gelmezse manyetik alanı, dil dışı bağlamı ne denli anlıksal bir durum ise konuşma da o denli akıp geçen zamana kendini uydurabilme ve kendini zamana göre yenileyebilme yeteneklerine bağlı bir durumdur. Bu nedenle her dil bünyesinde değişikliklere açık bir yapı arz eder. Konuşulan dilin sürekli bir değişim yaşaması, tarih boyunca her dilin başından geçen bir serüvendir ve dilin söz’e dayanan yapısı, bu gelişmeye izin veren oldukça özel bir durumdur.
Söze dolayısıyla konuşmaya dayalı olarak dillerin önünün açık olması, yazının ise kayıt altına alarak bir yerde tarihi sabitlemesi, düşüncenin en mucizevi yanını teşkil eder. Yazıyla sabitlenmiş anlamların çevirisi, sanıldığı kadar insan zekâsına hitap eden bir çalışmayı değil, içinde ihtimal ki birçok ticari endişenin de yer aldığı safdil bir gayreti temsil eder. Kelimelerin anlamsal olarak mensup oldukları medeniyet aidiyetinden koparılması, git gide o medeniyete ait izlerin de birer birer silinmesine sebep olur ve küçük şeylerin bile sağlıklı anlaşılmasına engel teşkil eder.
Yeni kelimelerin ikame edilmesi hususu, dilin doğal olarak yapısındaki değişme ve gelişmeye elverişli olma durumuyla ilgili bir şeydir. Ama bu husus, o dildeki eski metinlerin günün şartlarına göre sadeleştirilmesine izin vermez. Çünkü içinde yaşadığımız zaman dilimi de fani bir şeydir ve bir süre sonra bugünkü konuşulan dil de yarınki kuşaklar için ağdalı bir dil düzeyinde kalacaktır. Bu durumda yeni bir sadeleştirme gayreti daha söz konusu olmalıdır. Bu durum böyle devam eder durur.
Fakat her sadeleştirme orijinalinden bir şeyleri siler süpürür. Bu süreç sonunda metnin tarihsel dokümanlarla bezenmesine ve asliyetinden çok şey yitirmesine sebep olur. Böyle bir çaba güncel bir vak’a olarak değil üzerinden yüzyıllar geçmişse ve bir telif eserin yazıldığı dil ve alfabe kullanılamayacak denli gerilerde kalmış ise o zaman bir transkripsiyon çalışması yapılır ve metin üzerine incelemeler ek olarak verilir.
Her hangi bir şeyin orijinalinden yüz çevirme çabası, pedagojik bir gayret olmaktan çok, toplumsal zihniyetin iğdiş edilmişliği ile ilgilidir ve daha çok kolay yoldan bir yerlere varmayı yeğleyen muhayyilenin masumiyet maskesine bürünmüş bir tuzağıdır. Kelimelerin, insan zihninde canlandırdığı anlamdan başka bir de dil dışı bir bağlamdan taşıdıkları anlamları vardır. Bu durumu kelimelerin manyetik alanları olarak kodlamak, yanlış olmaz. Bu gizemli alan, müellif ile eseri arasındaki sırda gizlidir ve müellifin hakikat anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Leylasını anlatmaktan bıkmayan bir mecnun gibi daima ve sürekli her vesileyle ve zerreden güneşe değin varlık üzerinde sevgilisinin izlerini bulmaya çabalayan bir gönlün dimağı, nazenin bir şeydir. Böyle bir ilişki, yazıldığı dile bile tercüme edilemezlik içerirken, sadeleştirmeyi oldukça bayağı bulacağı açıktır. Rahmetli Cemil Meriç, yığınlar anlasın diye seviyeyi düşürmenin halklaşmak değil eşşekleşmek olduğunu yıllar önce beyan etmişti.
Said Nursi’den aşağıya alıntılayacağımız üç bölümde tashih ile ilgili beyanatlar var. Her bir bölümde tashih, kullanıldığı bağlamda bir başka noktaya işaret ediyor. “…Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat, hatt-ı harbde büyük bir ihlâs ile şehitler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline, şehitlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi, cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı, şimdi de razı değildir.” Burada ‘yırtık ibarelerin tebdili’ ibaresinden bugün birilerinin yaptığı gibi cümlelerin yeni biçimlere girdirilmesini, metnin daha düzgün hale getirilmesi gibi durumlar anlaşılır. Hatta metnin daha da anlaşılır hale gelmesi adına yapılacak olan düzeltmeleri içeren bir ‘tashih’ten söz ediliyor. Ve buna gönlünün razı olmadığını söylüyor.
“Hadsiz şükür olsun, Nur'un kahramanları bu mecmuaları tashihli olarak neşretmeleriyle pekçok faidelerinden birisi de; beni tashih vazifesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir me'haz olmak cihetinde yüzer tashihçi hükmüne geçtiler.” Bu metinde sözü edilen tashihin, kelime yanlışları ve düzeltileri olduğunu anlıyoruz.
Üçüncü alıntı: “Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi, ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisanın diline aşina değildir. Hem Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, manaya giydirdiğim üslubun düğmeleri pek karışık oluyor. ‘Hatta, evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu’ tekrarları sizin gibi beni de usandırıyor. Başkalarının tashihine de katiyyen razı olamıyorum. Zira külahıma püskül takmak gibi başkasının sözü sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder…” Burada sözü edilen tashih, bir başkasının müellifin metni üzerinde tasarruf edebilmesi meselesidir ve bu şekilde yapılacak herhangi bir tashih, cümlelerin anlamsal yönüyle ilgilidir. Ki müellif bu konuya da asla sıcak bakmıyor. Bunu ise sık sık kullanılan edat ve zarfların tekrarının metne bir külfet verdiğini beyan etmesinden anlıyoruz. Açıkça görülüyor ki müellif, metin üzerinde herhangi bir tasarrufa razı değil. Meşru karşılanan tashih ise sınırlı bir şeydir ve kelimelerin yazımı ile ilgilidir.
Said Nursi’nin, Eski Said döneminde yazılmış metinleri zaman gözden geçirdiği, ama metinlerin yazıya geçirildikleri zamanki ruh ve samimiyetine halel gelmemesi adına bu tashihten kendisinin bile vazgeçtiğini örnekleyen birçok beyanı var. Tüm bunlar, bugün yapılan sadeleştirme gayretlerine en azından kuşku ile bakmamıza izin verir.
Son yüzyılda öne çıkan dilbilim alanındaki çalışmaların, müellifin bu yaklaşımını onaylıyor olmasını, sadece bir anekdot olarak sunmakta fayda vardır. İnsanı daima hakikatin kaynağı ile buluşturmaya yönelik çaba içinde olan âlimler, hakikati seküler bilimin verileri doğrultusunda değil, daima ve sadece bir hakikat olarak nazara sunarlar.