Said Nursi’nin ‘gizli-mahrem’ Risalesini niye yayınladık?

Said Nursi’nin ‘gizli-mahrem’ Risalesini niye yayınladık?

Konuyla ilgili Risale Haber’e konuşan Mustafa Armağan, risaleyi ilk defa 2014 yılının Mart ayında...

Ahmet Bilgi’nin haberi:

RİSALEHABER-Mustafa Armağan yönetimindeki Derin Tarih dergisi 2016’nın ilk sayısında Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “mahremdir” kaydıyla gizli tuttuğu Sırr-ı İnna A’taynâ Risalesini yayınladı. 

Bediüzzaman’ın en has dairedeki talebelerine inkılapların asıl çehresini ve inkılabı yapan zındıka ve ilhad, dinsizlik komitesinin üç menhus şahsının içyüzünü olanca çıplaklığıyla teşhis ve teşrih ettiği Risalenin yayınlanması tartışmaları da beraberinde getirdi. 

Konuyla ilgili Risale Haber’e konuşan Mustafa Armağan, risaleyi ilk defa 2014 yılının Mart ayında yayınlamak istediklerini ancak “bazı istişareler neticesinde maslahata binaen” vaz-geçtiklerini söyledi.

Armağan, “Ateş küllense de hararetini muhafaza etti. Günün birinde onu neşretme ümidi-mizi hiç kaybetmedik. Şimdi ise zamanının geldiğine kanaat getirdik. Rabbim hayırlara vesile eylesin” dedi.

Mustafa Armağan’ın dergide de yer alan açıklaması şöyle:

Zamanını şaşırmış bir fikirden daha tehlikeli bir silah yoktur.

1960 Mart’ında diyar-ı ahirete göç eden Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatında Latin harfleriyle tek bir kelime yazmamış ve okumamış olması harf istilasına uğramış beyinler olarak bizim için hangi anlama gelmektedir? Mevzimizde karşılığı bulunmakta mıdır? Hayıflanarak ‘Keşke direnen bir tarafımız kalabilseydi onun gibi’ dediğim çok olmuştur. Hele ikametgâhına gelen mahkeme evraklarını imzalamayıp ümmiler gibi parmak basmayı tercih etmesi üzerinde çok düşünmüşümdür. Ne yapmak istiyordu? Ve neden böyle yapıyordu?

Öğrenemediği için değil herhalde. Lugatleri ezberleyen müthiş hafıza 29 harften mi esirgeyecekti enerjisini. Hayır, öğrenmedi, bile isteye. Burada bir direniş ruhu tütmekte olduğunu, medeniyetimizin, İstiklal Marşı’nda ifadesini bulan “en son ocak” olma vasfını korumak uğruna sadece içinde bulunduğu nesil adına değil, gelecek nesiller adına da bu manidar red tavrını takındığını görmemiz önemli.

Neden bu radikal red tavrını takındığını ve ömrü boyunca neden onu ısrarla takip ettiğini görmek için birkaç merdiven daha çıkmamız gerekir. Piramidin tepesi aşağıdan görülmez zira.

TALEBE KIYAFETİNDE BULUNMAYI TERCİH EDİYORDU

Kılık kıyafeti Şarktan İstanbul’a henüz geldiği Meşrutiyet evvelinde bile tuhaf karşılanıyordu ve Tahir Paşa’nın Mabeyne yazdığı mektupta gördüğümüz gibi ulema kisvesinde değil, talebe kıyafetinde bulunmayı tercih ediyordu.

Dili, üslubu, yazı tekniği, kelime dağarcığı zamanını şaşırmış bir ok gibi tozlu tabakaları dele dele geçerek asrımızın paslı dimağına giriyor, hayır girmiyor, adeta zorlanarak ruhlarımıza ve zihinlerimize örülmüş duvarları, surları kıra kıra ilerliyordu.

“ZAMANE” OLMAYA HİÇ ÖZENMEYEN ASİL RUH

Yaşayışı derseniz yine kopuktu çağından. “Zamane” olmaya hiç özenmeyen bu asil ruh, pertevini sırtlandığı kadim devirlerin hamalı olarak cümle cemiyetin teveccüh gösterdiklerine adeta iğrenerek bakıyor, kimselerin tenezzül buyurmadığı basit bir hayata yelken açıyor, kanaat ederek, hatta bundan zevk alarak, haz duyarak, vazife şuuruyle zamanlar arasındaki serbestiyet atına binerek tayeran ediyordu. Ne de olsa ‘hür adam’dı. Ama hakiki mânâda…

Van’dan onu Barla’ya getirecek jandarma komutanının ‘kaçma’ teklifini bunun için reddetmişti ve özgürlüğün canını kurtarmakta değil, kendi canı eza ve cefa görse de başka canları, başka ruhları asıl korkunç eza ve cefadan, cehennem azabından kurtarmakta olduğunun ve özgürlüğün başıboşluk, sergerdelik değil, ilahi iradenin rotasına girmekten geçtiğinin has idraki içindeydi. 

ASR-I SAADET’TEN DAMITTIĞI KONSANTRE FORMÜLLER

Bunun için değil miydi 1922 Ankara’sından iradesiyle ayrılıp Anadolu’nun ücra bir köşesine çekilerek zamanın boşalmakta olan frenlerine ayar vermeye, onu tamirhaneye çekmeye ve yeniden yola revan olması için hâzık bir hekim gibi reçete vermeye girişmesi? Yalnız o reçeteyi hastanın eline tutuşturup başından savmamış, reçetesindeki ilaçları önce kendi bünyesinde tecrübe etmiş, Asr-ı Saadet’ten damıttığı konsantre formüller halinde hayatının geçtiği coğrafyaya iz taşları gibi bırakmış, yanlış bir tedavinin mahva sürüklemekte olduğunu gördüğü cemiyet karşısında Kur’anî tiryakilerini özenle hazırla-mıştı.

TERÖR YILLARI

1920’lerin ortasındayız. Lozan’da Osmanlı’yı tasfiye üzerinde anlaşmaya vardığı güçlerce devletinin kuruluş beratı eline tutuşturulmuş olan Mustafa Kemal ile İsmet Paşa yedeklerine Mareşali alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak ve “Halifeli Cumhuriyet” sadece beş ay yaşayacak, hanedan yurt dışına sürüldükten sonra inkılaplar salgını başlayacaktı. 

derintarih_ocak2016.jpgBurada tekraren vurgulamak istediğimiz husus, Lozan’ın Hilafet kaldırılmadan İngiliz hükümeti ve Kralı tarafından onaylanmamış olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla Hilafetin kaldırılma sözünün bu kronolojik eşdüşme üzerinden gidilerek Lozan’da verilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

1924 Mart’ında Hilafet yükünden kurtulan Cumhuriyet, Batı’ya taahhüt ettiği sözleri peş peşe yürürlüğe sokmak için bir yıl sonra Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarıp itiraz edenler ve edebileceklerin kellesini almakla tehdit edecek, inkılaplar bir terör ve dehşet ortamında icra-i faaliyete konulacaktır. (Bu bir sır değil. Nutuk’un yazarı son sayfalarda inkılaplar ile Takrir-i Sükûn terörünün nasıl denk getirildiğini nasılsa ağzından kaçırmıştır.)

TÜRKİYE ÜÇ YILDA OSMANLI-İSLAM KARAKTERİNİ BÜYÜK ÖLÇÜDE KAYBETTİ

Hilafetin kaldırılmasını şapka ve kılık-kıyafet inkılabı, Şer’i mahkemelerin kaldırılması, Me-deni Kanun’un İsviçre’den aynen tercümesi, ilk heykellerin dikilmesi, tasnif dışı bırakılma kılıfı altında camilerin kapatılıp satılması, yıkılması, Arapça ve Farsça dersleri ile din derslerinin müfredattan kaldırılması, göstermelik olarak kurulan İmam Hatiplerin birkaç yıl içinde kapanması, nihayet 1928 yılında Latin harflerinin getirilip Arap harflerinin yasaklanması adımları takip edecektir. 

Böylece Türkiye sadece üç yıl içinde Osmanlı-İslam karakterini büyük ölçüde kaybedeceği vahim bir sürecin içine itilecektir. Avrupa ve ABD gazeteleri inkılaplar karşısında duydukları memnuniyeti aferinlerle karşılarken içerideki bütün muhalefet odaklarının kanlı bir şekilde susturulduğu, bastırıldığı, idam sehpalarının altındaki kan gölünde boğdurulduğu bir süreç yaşanacaktır.

İşte bu eza ve cefa dolu süreci bir de tek başına kendi nefsinde tecrübe etmiş bir insan, tam her şey yoluna girdi denildiği bir sırada Türkiye kadifesinin havını tersine tarayacak ve bambaşka bir Türkiye’nin mümkün olduğunu göstermeye soyunacaktır.

İşte bu ahval ve şerait dahilinde o tek kişiyi, Bediüzzaman Said Nursi’yi Barla’ya getiren masum jandarmalar aslında hangi büyük hizmete memur edildiklerini tabii ki bilemezlerdi. 

Tam bir tecrit hayatı yaşadığı günlerde başlayan Risale-i Nur’u telif sürecinde yanına kimse yaklaştırılmayınca kendi el yazısıyla yazdığı risaleleri Çam Dağı’nda ağaç kovuklarına gizleyerek talebelerinin almalarını sağlamak ve böylece elle çoğaltarak neşrettirmek gibi, Carter Findley’in ifadesiyle 20. asırda benzeri görülmemiş bir elle çoğaltma (aydınlanma) girişimine tanıklık edecek ve yanına girmeye muvaffak olan talebeleri aracılığıyla devam eden telif süreci binlerce sayfalık bir külliyat şeklinde meyve-sini verecekti.

DECCAL KİM?

Said Nursi Barla hayatından itibaren çeşitli vesilelerle dinsizlik, zındıklık, Deccaliyet, Süfyaniyet, Mason komitesi vs. adlarıyla belirttiği “Avrupa’nın mimsiz medeniyeti”nden esen dinsizlik ve Kur’an’ın nurunu söndürme dalgasına karşı bir dalgakıran imaline girişir sabırla. Duasıyla direnir, eseriyle direnir, hafızasıyla direnir, bizzat bedeniyle direnir. Ruhu zaten ezelden pusatlıdır. Öyleyse: Mücadele! Barla günlerinde Çam Dağı’nda telif edilen ilk risaleler arasında biri vardır ki, “mahremdir” kaydıyla gizli tutulmuş, en has dairedeki talebelerine inkılapların asıl çehresini ve inkılabı yapan zındıka ve ilhad, dinsizlik komitesinin üç menhus şahsının içyüzünü olanca çıplaklığıyla teşhis ve teşrih etmek istemiştir.

Risale-i Nur Külliyatının 5. Şua gibi bazı parçalarında işaretleri verilen bu teşhis ve teşrih girişimi, Sırr-ı İnna A’taynâ adını verdiği risalede ve zeylinde olanca berraklığıyla vurgu-lanmış ve neden bu direnişin bir ömür sürdüğünün en veciz beyanlarından biri olmuştur. 

KUR’AN-I KERİM’İ KONUŞTURARAK MÜJDE VERDİ

İslamiyetin efsununu bitirmeye (disenchantment), Kur’an’ın nurunu söndürmeye kalkan Deccaleyn (İki Deccal) ve Süfyani bu risalede Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çak-mak olarak karşımıza bir komite kılığında çıkmakta ve cifr ilmi yardımıyla onların icraatının Kur’an-ı Kerim’in Kevser Sûresi’ndeki bir sırra binaen içyüzleri ortaya konulmaktadır.

Risale özetle cifr ilminden yola çıkarak yakın dönemin önemli kişilikleri hakkında ve “zındıka komitesi” aleyhine yapılan bir değerlendirmedir. Kevser Sûresi’nde Efendimiz (sav) hakkında oğlu olmadığı için soyu kesik (ebter) diye sataşılmasına karşılık “Asıl soyu kesik olan, sana buğzeden kimsedir” buyurulmaktaydı. Bediüzzaman ise aynı cevap formunu 1400 yıl öncesinden dönemine getirmekte ve İslamiyetin soyunu bitirmek isteyenlere karşı Kur’an-ı Kerim’i konuşturarak “Asıl, Müslümanlığın aleyhine çalışanların soyu kesiktir” müjdesini vermektedir. 

Böylece bir ayetin tefsirinden Cumhuriyet’le girilen yolun kangrenine izah devşirmekte, daralan kalpleri ferahlatmakta ve İslamın “istikbalin en gür sedası” olacağına dair imanlarını canlandırmaktadır. 

PEKİ RİSALENİN METNİNDE NELER VAR? 

İsterseniz önce bırakalım risaleyi ilk okuyanlardan talebesi Ahmed Hüsrev (Altınbaşak) bize heyecanını aksettirsin: 

“Evet bu risâle, Cenâb-ı Hakk’ın istikbâlde bu ümmete va’d ettiği güneşin tulû’una intizârımızı teşdîd etmekle (doğuşunu bekleyişimizi artırmakla) kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakîkate bizi meftûn ediyor. Ve diğer taraftan, acabâ fezâsı zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne sûretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken; ikinci feyyâz, bir diğer zeyl, o güneşin vaktini ta’yîn etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakîlden (ağır yükten) kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz hâlde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.” (Barla Lahikası). 

1928-29’larda yazıldığı tespit edilen “Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risalesi”nde Reisicumhur M. Ke-mal’in ölümü öngörülürken (“İslâmiyete darbe vuranların başlarında öyle müdhiş bir patlayış olacak ki, kıyâmete kadar unutulmayacak”), akabinde patlayan 2. Dünya Savaşı’nın bu defa “Mimsiz medeniyet” adını verdiği Batı’nın başına semâvî bir tokat indirdiğini seneler sonra Kastamonu Lahikası’nda söyleyecektir. 

‘HAKİKAT GİZLENMİŞ’

“Bir nûr göreceğiz” diye müjde vermiştir ama ilk yazışında nurun siyasî sahada doğacağını zannetmiştir. Halbuki bunun siyasette değil, memleketin en ziyade muhtâc olduğu îmânî ve İslâmî ve “hayât-ı ictimâiye-i İslâmiye dâiresinde Risâle-i Nûr’u göreceksiniz” demek olduğu sonradan ihtar edilmiştir. Dolayısıyla “İnnâ A’tayna Risalesi”ndeki gibi küfrün zulmünün biteceği ve nurun yeniden galebe çalacağı hakkındaki çıkarımı sadece 1938 veya 1950 gibi dönüm noktalarıyla sınırlanamaz. Mesele umumi ve uzun vadelidir.

Emirdağ Lahikası’nda ise bu risaleyi herkesin anlamayacağını söyler, “hem tevil, hem de tefsir lâzımdır” diyerek talebelerini uyarmak ihtiyacını duyar: 

“Onun için, Sırr-ı İnnâ A’taynâ’yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesâil-i ilmiyeye (ilmî bahislere) girmemek lâzım olduğundan, o risâle hatta 13 seneden beri elime geçmediğinde isâbet var; kardeşlerim dahî onu merâk etmesinler. Biri eğer çok merâk etse, o ‘Sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın başında şimdiki ‘Sâniyen’ ile başlayan fıkrayı ve ‘Lâhika’da geçen aynı mes’eleye dâir fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakmasın. O İkinci Harb-i Umûmî ve o dehşetli şahsın dünyâdan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i îmânın istibdâd-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir te’vîl ile o risâleciğin verdikleri haber aynı târihlerde vukû’ bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’câzıdır. Fakat heyecânlı te’vîllerim perde çekmişti, hakîkat gizlenmiş.” 

BEDİÜZZAMAN M. KEMAL, İSMET İNÖNÜ VE FEVZİ ÇAKMAK’IN ADLARINI VEREREK

Bediüzzaman Said Nursi’nin 1928-29’lardaki “heyecanlı tevilleri”, M. Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın şahıslarının adlarını vererek mutlak istibdadın içyüzünü anlattığı ve geleceğe dair öngörülerde bulunduğu bu sırlı risalesi çok tartışılan Sultan II. Abdülhamid ile ilişkisine de ışık tutmakta ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında o döneme daha geniş bir açıdan baktığını da ortaya sermektedir. Buna göre meşrutiyet ve hürriyet görüntüsü altındaki 1908-1909 hareketi gerçekte “Mason komitesinin hürriyet perdesi altında hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırmak teşebbüsü”dür. Velhasıl neresinden bakarsanız bakın, yakın tarihimizle ilgili çarpıcı bilgiler içeren eser karşımızda. Dahası, kapağı yeni açılıyor. Üzerin-de ciddiyetle durmaya değmez mi?

Bu sayıda hediye olarak verdiğimiz Risalenin tarihe bakan yönüyle ilgiliyiz. Ama Kur’an sadece tarihe, tarihteki fani şahıslara takılıp kalmayacağına göre mesele umumidir ve geleceğe de bakar. Sırr-ı İnna A’taynâ’yı niçin yazdığını yine aynı risalede şöyle dile getirirken meselesinin gayri şahsi olduğunu vurgulamaktadır:
“Bu sırr-ı gaybî, Kur’an-ı mu’cizü’l-beyânın ihbar-ı gayb nev’indeki i’caz-ı Kur’anînin le-meâatındandır. Kur’an’ın bir nükte-i icaziyesi için yazdım. Yoksa bu heriflerin bahsi ile vaktimi zayi etmezdim.” 

 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
13 Yorum