Zafer AKGÜL
Said Nursi’nin kuşları sinekler
Sinek Risalesi… Sinekler üzerine yazılmış ilginç bir risale. Yıl 1935. Said Nursi, 120 talebesiyle beraber idamla veya muhakkak surette mahkum edilmeleri direktifiyle tevkif edildiği hapishanede yatarken telif edilmiş. Eskişehir Hapishanesi. Hani şu “Bir zaman Eskişehir hapishanesinin penceresinden karşıdaki lise mektebinin bahçesinde oynayan…baktım. Gülerek raksediyorlardı. Birden onların elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü..” meselesinin de yazıldığı yer. Elli sene sonra kabirde genç kızların kabir azabı çekeceklerini kerameti ve ferasetiyle bilerek onların o hallerine ağlayan Said Nursi, sinek risalesini de 35’li yıllarda yazmış. O yıllar ki pozitif bilimlerinin Allah’ın ayetleri; ilim adamlarının da Allah’ın peygamberleri gibi yüceltildiği bir o kadar da dine, Allah’a, kitaba hakaret edildiği; safsata diye yerin dibine batırılmaya çalışıldığı o cahiliyye yılları…
Sinek risalesi, Külliyatın ilk baskılarında yoktu. Gençlik yıllarımda bu risale 28. Lema’daki yerini almamıştı. 1981’lerde Kayseri İlahiyatta öğrenciyken bir ev dersinde bir ağabey okuduğunda şaşkınlıktan şok olmuştum. Hemen pelür kağıdına daktilo ettim. Defalarca okuduğum ve her fırsatta başkalarına da okuttuğum harika bir risaleydi. Üstad, ihtimal ki yayınlanırsa umumi muhalefetle karşılaşacağını, dinin ve imanın aleyhine istimal edilerek İslamiyete ve Kur’ana ve bilhassa da Hizmet-i imaniye mensuplarına karalar çalınacağını, belki bir çok kişinin havsalasının almayacağını hesaba katarak kitaba ekletmemiş. İyi de etmiş. Çünkü biz ilkokulda iken geceleri topluca velilerimizle birlikte okulun bahçesinde Milli Eğitim bakanlığının kampanyası çerçevesinde film seyretmeye çağırılırdık. 3x1.5 metre çapındaki beyaz perdede bizlere verem savaş, kolera, tifo gibi o günün salgın hastalıklarına karşı alınacak önlemler anlatılırdı. Bu filmlerde sinekler ve sivrisinekler aleyhinde öylesine suçlamalar, ithamlar, karalamalar yer alırdı ki biz çocuklar ve büyükler artık filmin sonunda müthiş bir nefret ve kinle kara sineklere kızgın bir şekilde evlerimize dağılırdık. Yüzümüze, gözümüze konan kara sinekleri birer katil, birer terörist ve birer düşman bilirdik.
Onları öldürmek bizim için millî, insanî bir vazifeydi artık. DDT o yıllarda sinekler ordusuna karşı bizim en güçlü silahımız oldu. İkinci sırada sineklik vardı. Onun olmadığı yerde sekize katlanmış gazete parçaları kılıcımız oldu. Bu tek taraflı düşmanlık ve husumet yıllarca sürdü. Sonra geçen zaman içinde DDT’nin yasaklandığını duyduk ve neredeyse köy bakkallarında bile toz şekere benzer, suyla buluşunca kömür karası renge dönüşen üzerinde yüzlerce sinek ölüsünün yattığı bilimin ve insanlığın yüz karası bu DDT, piyasalardan çekildi. Tüm insanlık gibi biz de sineklere ettiğimiz onca zulüm, katliam, buğz, iftira ve gıybetimizle baş başa kaldık. Hele Bediüzzaman Said Nursi’nin “Sinek Risalesi”yle karşılaştıktan sonra artık nerede bir sinek görsem; ne zaman yakınıma konarak ellerini yüzünü abdest alır gibi temizleyen bir sinek veya akrabaları olan bir tür sineğe baksam vicdan azabı çekerim.
1935’lere dönelim. Zindanlarda, hücrelerde insanların bir sinek kadar bile değerinin olmadığı ortamda, yarın ne olacağı belli olmayan ve idam ihtimaliyle yargılanan o siyasal, sosyal ve psikolojik ortamda dünya umurunda değil gibi bir Cumhuriyet bayramında lisenin bahçesinde gülerek raks eden kızlara ağladığı gibi sinekleri savunan, sineklerin hamiliğini yapan, onlarla arkadaş olan ve nihayetinde “Kuşçuklarım” diye sahiplendiği o yıllara dönelim. O tarihte ancak velilerin, büyük insanların sergileyeceği acaip bir tavır sergilemiş ve çevrecilik açısından kerametkarane öngörüsü ve çağlar üstü bilgisiyle sineklerin zararlı değil faydalı hayvanlar olduğunu beyan etmiştir.
Şimdi sizi 1935’lerden alıp 1948’lere götüreceğim konu icabı. 1948 yılında Nobel ödülü almış bir kimyacı var karşımızda. Paul Herman Müller. Bu bilim insanı. Erkek oluyor tabii. Dikloro Difenil Trikloroethan denilen bir ilaç keşfetmiş. 1939 yılında. Aklınızda kalsın diye söylüyorum M.Kemal‘in ölümünden bir yıl sonra. Bu diklorolu, triklorolu isim, kısaca DDT diye anılmış. Bildiğimiz sinek ilacı olan DDT yani. ”Yeşil Devrim” adı verilen –ki o yıllarda hemen her yerde devrimler yaşanması çağımızın modası olmuştu. Bu buluşundan ötürü bilimsel başarısı dolayısıyla bilim dünyası Nobel’le ödüllendirmiş. Milyonlarca insanın ve kuşların ve balıkların ölümüne neden olan, neslini bozan bir buluş yapmış Müller. Dinamiti bulan Nobel gibi yani. Nedense öldürücü buluşlar yapanlara hep büyük ödüller verilir. Bu burada kalsın. Sizi şimdi de 1970’li yıllara götüreceğim. 68 kuşağının devrimcilerinin dünyaya yayıldığı yıllara. Biraz kel alaka ama konu icabı aklınızda bulunsun diye kayıt düştüm.
27 mayıs 1907 doğumlu, 14 nisan 1964 ölümlü bir başka bilim insanı. Kadın oluyor tabii. Rachel Carson. Rachel bilim kadını olarak incelemelerde bulunur. Amerikan kartallarının sayısın azaldığını, yumurtalarının zarları inceldiği için üremelerin kısıtlı olduğunu vs. keşfeder. Sebebini araştırır. Ortaya bir acı gerçek çıkar. Bulunuş tarihinden beri insanların nimet gibi, abı hayat gibi yüzüne gözüne püskürttüğü, herkesin evinde şeker gibi, tuz gibi günlük gıda gibi bulundurduğu, bilimsel mucize sayarak kullanmayı bilimsellik ve çağdaşlık olarak algıladığı DDT ilacıdır bu korkunç gerçek. Çok zehirli ve inatçı bir böcek öldürücü olduğu keşfedilen DDT, vücut dokusundaki yağlarda kolayca çözülüyor ve gıda zincirinde birikmeye başlıyor. İnsanların ve hayvanların ve bitkilerin kimyasına da kalıcı bir zehir oluşturup ekolojik dengeyi tahrip ediyor. Bu Nobel’le ödüllendirilmeyen bilim kadını “Sessiz Bahar” isimli kitabıyla bu bilimsel cehalet terörünü dünyaya duyurdu. Ve tam 22 yıl sonra bu ilacın ABD’de yasaklanmasına vesile oldu.
1970’lerden tam 35 sene öncesine dönerek zindanda yazılan bu sinek müdafaası ve sineklere olan dostluğu 28. Lem’adan okumanızı tavsiye ederim. Yalnız bir not daha düşeceğim Said Nursi’nin sinek meselesiyle dirsek teması olan bir not. Ne kadar kesin bilmiyorum. 1969 yıllarında yayınlanmış bir tasavvuf kitabında okumuştum. Hüccet’ül İslam İmam-Gazali’yle ilgili bir menkıbe.. “Hak sofrasına Oturanlar. Yazarı Beyoğlu Ağa camiinde İmamlık yapmış Rahmi Şenses. Kitabın yayın tarihi 1965. Basıldığı yer: Kadem Matbaası. Cağaloğlu meydanı.No:32 İstanbul. Sayfa 79.” Mutasavvıf olduğuna kani olduğum bu zat kitabında diyor ki ”Gazalinin vefatından sonra ahbaplarından bir zat Gazali’yi rüyasında görmüş. Cenab-ı Hakkın rızasını nasıl kazandığını sormuş. İmam-ı Gazalî: Bu kadar sene ibadet ettim, bu kadar kitap yazdım, bunlardan hiç biri fayda vermedi. Ancak bir gün kitap yazarken kalemimin ucuna bir sinek kondu. Ben de o sinek rızkını o mürekkepten alsın diye kalemimi şöylece tutup hiç hareket ettirmedim. Bu sebepten dolayı vuslata nail oldum dedi.”
Yalnız kafanız karışmasın bu alıntıyı şunun için yapıyorum. İmam-ı Gazali’nin kaleminin ucundaki mürekkep kara bir karışım. Sinek o karışımı rafine ederek suyunu içiyor ve sinek hayat buluyor. DDT denilen meret de şeker gibi ama su katılınca çini mürekkep gibi oluyor. Zavallı sinekler onlardan rızıklarını çıkarmak isterken zehir içip hayat yerine ölümle buluşuyorlar. İşte “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir” hakikatı budur. İşte Gazalî’ler ve işte Said Nursî’ler.
İmdi Sinek Risalesinden bir iki cümle okursanız göreceksiniz, sinekler rahatsız olmasın diye çamaşır ipini isteyen talebesine bile vermeyen ve ipi oynatmayan Said Nursi’nin şefkatini. ”Kuşçuklarıma dokunma!” diyen şefkatli, merhametli hitabını. Sineklerin hapishanede münzevî mahkumlara teselli verici birer arkadaş, birer yaren, birer dost diye bakan o mübarek nazarını.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.