Said Nursi’nin talebesi Hulusi Yahyagil'in Çanakkale hatıraları
Hulusi Bey, 25. Alayın çeşitli bölüklerinde görev yaptıktan sonra, 14 Temmuz 1915’te
Bediüzzaman Said Nursi'nin "Nur’un birinci talebesi" unvanına sahip olmuş merhum Albay Hulusi Yahyagil (1896-1985) Çanakkale Savaşına katılmıştır. Hulusi Yahyagil'in hayat ve hatıraları Nesil Yayınlarında çıkan 'Nur'un Birinci Talebesi: Hulusi Yahyagil' adlı kitapta yayınlandı.
İşte Çanakkale hatıralarından bir bölüm:
Hulusi Bey, 25. Alayın çeşitli bölüklerinde görev yaptıktan sonra, 14 Temmuz 1915’te Asteğmen olur. 26 Temmuz 1915’te adına “Melhame-i Kübra” dedikleri Osmanlı’nın ölüm kalım savaşı olan Çanakkale Savaşı’na katılır.
Hulusi Bey, Anafartalar Conk Bayırı Muharebesi’nde 25.Alayın 10.Bölüğüyle savaşın en yoğun çarpışmalarında bulunur. İstanbul’dan getirilen topların cepheye taşınması için düşmanın göremeyeceği ormanlık ve patika yollar seçilir. Atlarla çekilen ağır toplardan biri bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle yapsalar da bir türlü topu saplandığı yerden çıkaramazlar.
Derken Hulusi Bey devreye girer. Birliğinde bulunan “Destan” isimli atı getirip diğerlerinin yanına bağlar. Ve bir insanla konuşur gibi boynuna sarılır, “haydi yavrum, bu din işi, iman işi, vatan işi, göreyim seni” diye konuşur. Atlar son kez kırbaçlanır dehlenir. Büyük bir hamle ile o ağır top saplandığı yerden çıkarılır. Destan ise yaptığı hamle sonunda cansız yere serilir. Zira takatinin üstünde gösterdiği hamlede çatlayarak ölmüştür.
Hulusi Bey Çanakkale savaşı sırasında yaralanır. Burada ibretli sahneler yaşanır. Conk Bayırında yaralanışını şöyle anlatılır:
“Bir çok çıkarmalar yapıldı. O zaman harbe giderken pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiştik. 30 Mart 1915'te Seddülbahiri’e gelmiştik. Anafartalar’ın Conk Bayırı’nın dinç fırkasıydık. Süngülü tüfekle “Allah!...Allah!..” diye gidiyorduk. Anafartalar Muhaberesinde Cenab-ı Hak’ın lütfuyla gazi olduk.
Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti. 8 Ağustos 1915’te yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Yaralandığım gece Kadir Gecesiydi. Karadan denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı.
İki el ateş ettim yanımdaki asteğmen, “silahla bir kaçını temizleyeyim” dedi. Siperdeyken düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağıma isabet etti. Elimi yüzüme attım baktım kanıyor. Bir kurşun da köprücük kemiğimi ikiye bölerek kalbime doğru bir buçuk santimetre kadar ilerlemiş. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu. Üstümde yepyeni bir palto vardı kandan üstünde tutulacak yer kalmamıştı.”
Hulusi bey cephede bir ara aşırı kan kaybından şuurunu kaybeder. Doktorlar, genelde ağır yaralılarla meşgul olup zaman kaybetmek yerine, kısa tedaviyle cepheye sürüleceklerle uğraşmayı tercih ediyorlar. Bu da ölüm-kalım savaşının bir gereği olsa gerek. Bu yüzden Hulusi Beyi “bunla uğraşmaya değmez, hayata döndürülmesi zor" diye ölüler ve ağır yaralılar arasına atılır.
Bir sesle uyanır
Hulusi Bey prensip olarak şahsi ile âlâkalı harikulade halleri anlatmak istemez. Ancak bunlar çeşitli zamanlarda parça parça dilinden dökülür. Onlar birleştirildiğinde o halleri bir parça öğrenme imkânı buluyoruz.
Bir gün kendisine hizmet eden Halûk Tangölün’e Çanakkale’de ölüler arasında nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır:
“Çanakkale’de bizi ölüler arasına bıraktılar. Baygın halde yatıyordum. Birden kulağıma gaipten bir ses geldi. Bu gaybi ses, “İmamuhâ, kitabuhâ, yazaruhâ!” diye çınlıyordu. Beni bu ses uyandırdı. Üzerimden paltomu çıkardılar her yerinden kan süzülüyordu.”
Hulusi Bey kendine gelir gelmez, karşısında duran Fransız doktora Fransızca olarak, “Allah’ın izniyle ben ölmeyeceğim!” diye bağırır. Bunun üzerine ölüler arasından alınıp önce Biga’da daha sonra İstanbul’da tedavi altına alınmak üzere gönderilir.
Hulusi Bey’in tedavisi yaklaşık beş ay sürer. Ocak 1916 da tekrar cepheye döndüğünde üç gün sonra zafer ilan edilir. Düşmanlar büyük bir hezimet içinde Çanakkale’yi terk eder.
Gökte bir nur
Savaşın sonlarına doğru askerler arasında gökte bir nur görüldüğü haberi yayılır. Şahsına ait bu halleri anlatmayan Hulusi bey’e de bu husus sorulur.
“Evet, ben o nuru gece rüyamda gördüm. Ertesi gün gördüğümü arkadaşlara anlattığımda “biz de gördük” dediler. O nurda “inne fetehna leke fethan mübina” yazılıydı der.
Cephede yine ilginç bir hatırası da şöyledir:
“Çanakkale savaşı sırasında bir rahatsızlığım sebebiyle doktora gidip muayene olmuştum. Doktor bir Rum’du. Gelen Müslüman askerlere “kolera” teşhisi koyup tel örgüler arasına kapattırıyordu. Ben bunu fark edince bir fırsatını bulup kaçtım.”
Bu hatırayı naklettikten sonra, “Kolera teşhisinden ben hâlâ öleceğim” diye latife yapar.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.