Erdem AKÇA
Said Nursi’nin tarif ettiği bazı kavramlar ve hakikate tatbikleri-2
Kur’an
“‘Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîhi’[1] (Bu öyle bir kitaptır ki hakkında hiçbir şüphe bulunmamaktadır.) Ki tebdîl ve tahvili mümkün olmayan fıtrattaki Sünnetüllah’ın timsalidir. Yani Kur’an, insan-ı ekber olan kâinat için mantık-ı a’zamdır. Ki kuvve-i müfekkiresi de bir nevi’ âlem-i asğar olan insandır.” [2]
Üstad’ın Kur’an hakkındaki bu izahı şu âyetin tefsiridir: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah'ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[3]
Din, fıtrattır. Fıtrat ise, Sünnetullah’tır. Kur’an ise sünnetullahın timsali ve tercümesidir. İnsan kâinatın tefekkür gücüdür. Kâinat ise, muazzam bir mantık ve denge üzerine kurulmuştur. İnsan tefekkürün hakikati ile bu muazzam mantığa erişebilir. Bu şekilde insan yaşayan bir Kur’an olduğunda, yaşayan bir fıtrat ve hakiki insan haline gelir.
Sünnet-i Seniyye
“4 nev’iyle, sünnet-i suğrâdır. Âlem-i asğar ve ekberde cârî ve yayılmış olan sünnetullâh-ı kübrânın büyük bir tefsiridir.”[4]
4 nevi sünnetten kasıt, Hz. Peygamber’in (ASM) fiillerinden, sözlerinden ve hallerinden çıkan zâtî tatbikatı ve takriri sünnettir. Takrîr (ikrâr) kelimesini terim olarak Hâris el-Muhâsibî, “Hz. Peygamber’in sahâbeden birini veya birkaçını farz ibadetleri ya da helâl-haramlarla ilgili bir şeyi yaparken görmesi yahut aynı konularda kendisine bir haber verilmesi durumunda bundan nehyetmemesi” şeklinde tanımlamıştır.[5]
Kâinattaki fıtrat kanunları ise, “sünnetullah” ı ifade eder. İnsan fıtratındaki sünnetullah ise, insanın ruhudur. Sünnet-i Seniyye bu manada kâinat ve insanın ruhunun tefsiri, şerhi ve izahıdır. Hem o ruh kanunlarının velâyeti ve yönetimi altına girmeye dayanan bir kudsî hayattır.
Vâhidiyet ve Ehadiyet
“Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.”[6]
Vâhidiyet, sünnetullah kanunları şeklindeki İlahî isim ve sıfatların kuşatıcı ve mutlak tecellisidir. Ehadiyet ise, nesnelerin birebir yönetimi, sevk ve idaresi şeklinde kendini gösteren İlahî tecellidir.
Yaratmak bir birlik tecellisidir. Her mahluk birdir, bir birlik sahibidir. Bu noktada Vahidiyet ve Ehadiyet, “vahdet” kökünden türemeleriyle enfüs ve âfâktaki İlahi tecellileri ve icadı, cem’ ederler ve bir birlik altına alırlar. Kâinatta zâhiren kesret olsa da hakikat noktasında kâinat, Vâhidiyet ile âfakı, Ehadiyet ile enfüsü cem eden bir kemal ve Vahdâniyet âlemidir. Ki bu boyutuyla kâinat bir Kevser Havuzu hükmündedir, diyebiliriz.
Mana-yı Harfî, Mana-yı İsmî ve Kâinat
“Ey kardeş bilmiş ol ki: Ben Cenab-ı Hakk’a hamd ediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm meselelerini Nahiv ilminin mana-yı harfîyle mana-yı ismînin arasındaki farkı beyan eden bir meselesiyle fethetmiştir. Yani şu mevcûdat, kendilerinden başka olan manalara delalet eden kelimelerdir. Yani Esma-yı Hüsnayı tilavet eden Rabbânî mektuplardır. Yoksa mana-yı ismîyle değillerdir ki, lizatihi kendisindeki manaya delalet etsinler.
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihden ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, câhilî devrinden kalmış bir küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.”[7]
Mana-yı harfî, Arapça’daki harf-i cer denilen “ilâ”, “min” ve “fî” gibi harflerdir ki Türkçe’deki “-e doğru”, “–den” ve “–de” gibi eklere karşılık gelir. Bunların kendi başlarına manası yoktur. Mana-yı ismî ise “kalem”, “kitap” ve “insan” gibi kendi başına manası olan kelimeleri ifade eder. Bu manada ezelden ebede kadar varlık âleminde “Bütün güzel manalı isimler Allah’a aittir”[8] âyeti sırrınca, her nesne ve her şahıs, kendi başına bir manası olmayan, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ve manalarını göstermek için yaratılan birer ayna, araç ve harftirler. Bizzat manası ve ismi olana, İlah denilir. Kur’an bu konuyu ısrarla vurgulama babında putlar için “Esmâun semmeytumuha”[9] (İnsanların koyduğu müsemmasız isimler) tabirini kullanır.
Bu meselenin sır ve hakikati şudur ki: Her bir isim, bir İlahi mühür ve ünvandır ki, mutlak ve baki bir hakikate dayanır. Bütün hakikatler ve isimler, “mutlakiyet hakikati” çerçevesi için Zât-ı Ehad-i Samed’de cem olurlar. İkinci veya çok sayıda mutlak hadd-i zâtında muhaldir.
Hz. Ali (RA) mana-yı harfî meselesinin yaratılış âlemindeki en temel hakikat olduğunu şöyle ifade eder: “Bütün semavi kitapların esrarı Kur’an’dadır. Kur’an’daki, her şey Fatiha'dadır. Fatiha'daki her şey Besmelede’dir. Besmeledeki her şey Besmelenin 'bâ' sındadır.”[10] Ki bâ harfi, bir harf-i cerdir. Arapça’da bâ harf-i cerri, “ile” ve “için” manası ile bütün varlık âleminin, dünya ve âhiret boyutlarıyla “Allah, Rahman ve Rahîm isimleriyle yaratıldığını ve bu isimlerin tecellilerine ayna olmak için yaratıldığını” ifade eder.
Cüz’, Cüz’î, Küll, Küllî, Celal, Cemal, Kemal, Kibriya, Vâhidiyet, Ehadiyet
“Ve yine Cenab-ı Allah’a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir meseleyi, mantık ilminin bir mes’elesiyle bana açmıştır. Şöyle ki:
‘ Küllî-i zi’l-cüz’îyyât ile küll-ü zü’l-cüz’ ’ arasındaki farktır. Bun Türkçe ifadesi ise ‘ Cüz’iyyata sahip olan küllî ile, cüz’lere mâlik olan küll ’ ün arasındaki farktır.
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllîye benzediği gibi; celal ve Vâhidiyetin tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem’in cem’idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz’ içinde cüz’î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde cemaldir.[11]
Cüz’, bir şeyi meydana getiren parçalardan bir parça demektir. Küll ise cüz’lerden meydana gelen bütün demektir. Parça, bütünü temsil edemez ve yansıtamaz. Meşhur fil hikâyesinde olduğu gibi… Cüz’î, bir ruh ve hakikati taşıyan parça demektir. Bu manada ona “ferd” (birey) adı verilir. Küllî ise, bireyler şeklinde somutlaşan, zaman ve mekânı aşan hakikat ve öz demektir. İnsaniyet hakikati, “küllî” ye; bir kadın veya bir erkek ise, insaniyet hakikatini kendi şahsiyetinde gösterdiği cihetle “cüz’î” ye misaldir. Cansızlar âlemi, cüz-küll ilişkisine dayanır. Canlılığın olduğu yerde, cüz’î-küllî ilişkisi de kendini göstermeye başlar.
Bu bahis, kâinat ve varlık âleminin canlılık hakikatine hizmet ettiği, hayat âleminin şuur ve akıl hakikatlerine hizmet ettiği; şuur ve aklın ise ilim ve iman, hikmet ve islam hakikatlerine hizmet ettiği ve bunların da insanın ruhunun potansiyellerini küllileştirdiği esasının keşfini ifade eder. Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere “Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi', hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.”[12] Yani her ruh, cüz’î bir mahiyettedir. Bir incir veya zeytin çekirdeği hükmündedir. Dünya imtihanında cihad ve sabır, ubudiyet ve rıza hakikatleriyle külliyet kesbeder. Bu şekilde, ebediyet hakikatine bilfiile mazhariyete erişir.
Böyle bir cehd ve çaba içine girerek kabuğunu kırıp ruhunu küllileştirmeyen bir kişi taklidî bir iman ile Cennet’e girse dahi, Cennet’te ancak cismani beka manasında olan “hulud” a mazhar olabilir.[13] Ebediyetin hakikatini bilemez, hissedemez ve yaşayamaz.[14] Kur’an bu manada ruhu çekirdek gibi kalan ehl-i Cenneti “Ashab-ı Yemîn”; ruhunu dünyada küllileştirerek Âhirete göçen ehl-i Cenneti ise “Ashab-ı Meymene” olarak isimlendirir. İki grubun Cennet hayatlarının farkını Vakıa suresinde ifade eder.
Bu ince meselenin kendisi ve talebeleri hakkında tahakkuku sadedinde Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetini “Her ferdine çok ruhları kazandıran…”[15] diyerek tavsif eder.
Kavramların Hakikate Tatbîki
Yukarıdaki hakikatlerin tarifini yaptıktan sonra Bediüzzaman onları gözle görünür hale getirmek için kâinat ve insaniyet üzerinde bu hakikatleri misaller aynasında sunar. Bu şekilde meseleyi teorik zeminden tecrübî zemine aktarır. Ta ki akıllar tam ikna olsun, kalpler tam mutmain olsun ve nefisler tam teslim olsunlar.
Hayat, İnsan ve Kâinat
Ey insan! Kat’iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatin bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukeyyed, mahdûd bir cüz’sün… Lakin Sâni-i Hakîm, seni Kendi sun’unun latîfliğiyle bir cüz’-ü cüz’i vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir.
Zira o Sâni-i Hakîm senin cisminde “hayat” ı dercetmekle, seni filcümle cüz’iyetin kayıdlarından serbest bırakmıştır. Böylelikle manevi gıdalarını celb etmek için duygularının casusları âlem-i şehadette yayılarak cevelan etmeye girişmişlerdir.
Sonra “insaniyet” i sana i’ta etmekle, çekirdek gibi seni bilkuvve bir küll haline getirmiştir.
Sonra “islamiyet ve iman” ı ihsan etmekle de, yine seni bilkuvve bir küllilik mertebesine çıkarmıştır.
Sonra, “marifet ve muhabbet” ini in’am etmekle, seni bir nûr-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.
Eğer sen, bu havass ve duygularınla birlikte, dünyada kalacak gibi şu muvakkat cismani lezzetlere sarılırsan; cüz’î, âciz ve zelil bir cüz’ olursun. Lakin eğer sen, hayatının cihazatını “insaniyet-i kübra” olan İslamiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.[16]
İnsan Fıtratı ve Muhabbetullah
Ey kardeş bil ki! Her insanın evvelâ kendi akrabalarıyla, sonra efrad-ı aşiretiyle, sonra efrad-ı milletiyle, sonra efrad-ı nev’iyle, sonra ebna-i cinsiyle, sonra kâinatın eczalarıyla fıtrî bir muhabbeti ve şefkatli alâkaları vardır. Hattâ öylesine alakadardır ki, şu’uru ermese bile, bütün bunların mesaibleriyle müteellim ve saadetleriyle mütelezziz olması mümkündür. Lasiyyema cemahir-i enbiya, evliya ve etkiyadan ulvi kemalâtlarından dolayı muhabbet beslediği zatlarla daha çok alâkadardır. Hattâ bazıları, -hususan validelerde,- sevdiği pek çok dostlarından tek bir mahbubunun tek bir alâkası yolunda, nefsini feda edecek ve rahatını izale edecek kadar ileri gider. İşte böylesi bir insan, onun nefsine ve sevdiği dostlarına; kimsesizlik ve adem-i taahhüdü taşıyan gaflet haletinin hâkimliği sebebiyle yükleten gafiller, kendi nefsinin elemleriyle beraber o hadsiz dostlarının hadsiz âlâmını da çekmeye mübteladır, velevki onun sarhoş nefsi, kalb ve ruhunun bu azabını hissetmese bile.
İşte böylesi bir gafil, meselâ bu dünyada bir cennetin içine girmiş olsa dahi, o cennet onun için; gece karanlığı içinde yıldız böceğinin küçücük bir lem’acığı gibi olur ki ona, vahşetli olan gece karanlığı her tarafı istila edip, o yıldız böceğinin gördüğü bütün manzaralarını ve sevdiği, ünsiyet ettiği bütün mahbubatını karanlığın vahşetine garkediyor. Bununla beraber, onun o zatî ışıkçığı, onu onun rakibine göstermekle de bazan ona zararlı düşüyor.
Amma eğer gafleti tardedip; mülkü, mülkün hakikî malikine verse, o zaman onun kalbinde bir Şems-i Sermedî’nin şualarına karşı öyle bir pencere açılır ki; onun hatt-ı istivası, Ezel ve Ebed’dir. Ve o zaman görecektir ki; şu pek çok olan mahbublara dağılmış bu muhabbetler, o Vâhid-i Ehad için imiş. O Vâhid ki, herşeye bedel kâfi gelir. Yeter ki sen, onu hakkıyla tanıyıp bütün bu muhabbetleri onun esma ve sıfâtına verebildin. İşte o zaman herşeyi sana unutturur ve bütün herşey ona bedel olmadığını, belki bütün mevcudat, onun tecelliyat-ı muhabbetinden tek bir cilvesine dahi bedel olamadığını göreceksin.[17]
[3] Rum suresi, 30.
[4] Kızıl İcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s.97.
[5] Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 201.
[6] Mektûbât, 20. Mektub, 2. Makam, 4. Kelime. 6. Fıkra.
[7] Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, s.487.
[8] Taha suresi, 8; İsra suresi, 110 v.d.
[9] Necm suresi, 23; A’raf suresi, 7 ve diğerleri.
[10] Kudûrî, Yenâbiü’l-Mevedde; Fahreddin-i Râzî, 1/98.
[11] Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, s.487.
[12] Sözler, 29. Söz, 2. Maksad, 1. Esas, 3. Menba.
[13] Enbiya suresi 34, cismen ölümsüzlüğü çok açık olarak “ hulûd ” olarak ifade eder.
[14] Kur’andaki bazı Cennet tasvirlerinde “ hâlidîne fîha ebedâ ” derken bazılarında sadece “ hâlidîne fîha ” demesi bu sırra binaendir. “ Halidîne fiha ebedâ ” için bakınız Beyyine suresi, 7-8; Tevbe suresi, 22; Nisa suresi, 57 ve diğerleri… “ Halidîne fîha ” ibaresi için bakınız Maide suresi, 85; Âl-i İmran suresi, 136; İbrahim suresi, 23 ve diğerleri…
[15] Lem’alar, 28. Lem’a, 11. Nükte ( Bir Düstur ).
[16] Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, s.489.
[17] Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, s.489.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.