Said Nursi'yi ağlatan "çorap nakşındaki iz"
Molla Ali ayrılırken Üstad için ördürdüğü yün çorabı hediye vermek ister. Üstad çorabı öper, koklar ve...
Erkam Tufan Aytav'ın yazısı
Bir ‘Turistin’ gözüyle Diyarbakır
Diyarbakır havaalanına indiğimde bu şehre ilk kez gelişimin ve bölgenin gerçeklerini uzaktan, sadece medyadan o da yazılan, gösterilen kadar haberdar olduğumun ezikliği ve mahcubiyeti içerisindeydim.
Şehirde son bir ay içerisinde iki olay olmuştu. Birinde PKK özel bir dershane önünde askeri araca saldırmış 6 şehit verilmiş, öteki olay ise polis otobüsüne saldırılmış 5 şehit verilmişti. Ama son bir ay içerisinde şehre kaç Diyarbakırlı terörist cenazesi gelmişti onu bilmiyorum. Bilen var mıdır, onu da bilmiyorum.
Diyarbakır’a giderken; zihnimdeki bu düşünceler, taze yaşanan olaylar ve yılların bıraktığı terör haberlerinin tortusu bende bir tedirginlik yapmadı değil.
Nasıl bir yere gidiyordum… Diyarbakır benim için sayısını bilemeyeceğim kadar çok bilinmeyenli bir şehirdi; tarihinden ekonomisine, yaşanan sıkıntılardan halkın tansiyonuna kadar.
Havaalanında ilk dikkatimi çeken polis bankosunun önünde “Lütfen doldur boşalt yapmayınız” yazısı oldu. Dikkatimi çeken ikinci yazı ise şehre girerken tarihi surların üzerinde yazan şu ifade; Seni Sevirem.
Diyarbakır Kültür ve Sanat Vakfı’nın açılışı vesilesiyle şair yazar Bejan Matur’un daveti üzere bir grup gazeteci yazar ile birlikte Diyarbakır’a gelmiştim.
Diyarbakır’da bulunacağım iki gün içerisinde şehir ve bölge hakkındaki cehaletimi kimseye söylemeyecektim. Kimse de anlamayacaktı. Taa ki tarihi surlarda Keçi Burcunu gezerken parmağı ile beni gösteren iki Diyarbakırlı çocuğun ‘bak turistler gelmiş’ diyene kadar. Eyvah dedim, fena yakalandım…
İşin gerçeği ben Diyarbakır’a da, Diyarbakır’ın gerçeklerine de turisttim. Kırım’dan göç etmiş bir annenin, Rodos’tan göç etmiş bir babanın İzmir doğumlu çocuğu ve bütün hayatını Batı Anadolu’da geçirmiş biri olarak Diyarbakır’da yerli turisttim.
Eh! turist olunca tarihi turistik bir mekânda konakladık. Yer, tarihi İpekyolu üzerinden Suriye, İran, Hindistan’a gidecek tüccarlar için yapılmış bir kervansaray. Adı Deliller hanı. Delillerin anlamı rehberlermiş. 572 yılında Diyarbakır’ın ikinci valisi Hüsrev paşa tarafından yaptırılmış. 72 odalı, 800 deveyi barındırabilecek kapasitede.
Şehir Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya arasında doğal bir geçiş yolu, bir köprü görevi yapmış. Kervansarayın 800 deve kapasitesi şehrin geçmişteki trafiğini ele veriyor.
Bu trafiği şehrin en muhteşem camisi Ulu Camii gezince de anlıyorsunuz. Avlunun dört bir tarafında Şafiler, Hanefiler, Malikiler ve Hambeliler için namaz kılma yerleri var. Her bir mezhep için de ayrı imamı. Ya bu şehir tarihte dört mezhebin cemaatlerinin yoğun yaşadığı bir yerdi, ya da dünyanın dört bir tarafından gelen kervanların kozmopolitliğine cevap versin diye böyle yapılmıştı. Belki de her ikisi birden.
Şafi bölümünün imamının anlattığına göre 3600 yıllık bir mabet. İnsanın ‘vay canına’ diyesi geliyor. Önce ateşperestlerin mabedi olarak yapılmış, sonra havra olmuş, sonra kilise, sonra da cami. Bu makaleye sığmayacak kadar çok uzun bir hikâyesi var.
Sadece Ulu Cami’nin değil aslında, geçmişten günümüze Diyarbakır’ın bütün hikâyeleri, yaşananları, yani gerçekleri çok uzun. Siz yeter ki dinlemek isteyin.
25 yıldır bölgede yaşanan terör yüzünden kim bilir şehrin bu sokaklarında, sadece dışarıdan gördüğüm evlerin içlerinde, insanların kalplerinde benim bilemediğim nice hikâyeler vardır.
Bejan Matur’dan dinlemiştim. Çocukluk arkadaşı PKK tarafından kandırılmış ve dağa çıkmış. Bir çatışmada da ölmüş, annesine söyleyememişler oğlunun vefatını. Annesi yıllardan beri geceleri bahçe kapısını açık bırakıp yatıyormuş, belki oğlu gelir, dışarıda kalmasın diye.
Yanlış anlaşılmaktan veya bilmem ne sebeplerden korkularak şehit anaların gözyaşlarının yanında evladını dağa, teröre kurban etmiş ananın gözyaşlarını bir türlü görmek istemiyoruz.
Hangi ana ister ki oğlunun dağa çıkmasını, biricik evladı, yaşlılığında kendisine bakacak olan göz bebeği oğlunu. Ya katil olacak ya da cenazesi gelecek. Hangi ana yüreği buna razı olabilir!
Skor ifade eder gibi, bizden şu kadar onlardan şu kadar kayıp var hesapları ile insanlığımızdan ne kadar uzaklaşmışız. Kürdü, Türkü hepsi bu ülkenin vatandaşı değil mi? Hepsi vatan evladı değil mi? Bu savaş var olduğu sürece ya kandırılıp dağa çıkarak öleceksiniz, ya da askerde Mehmetçik olarak öleceksiniz. Sonuçta ölüm aynı ölüm, gözyaşı aynı gözyaşı değil mi?
Şehit cenazeleri bütün Türkiye’den kalkıyor. İzmir’den Kayseri’ye kadar. Türkiye’nin muhtelif şehirlerine ateş düşüyor. O şehirlerde tansiyon yükseliyor. Halk geriliyor. Şehit cenaze törenleri miting alanına dönüyor.
Terörist cenazeleri ise Türkiye’nin bütününden değil, sadece bir bölgesinden kalkıyor. Bu ise dar bir coğrafyada ve yüksek yoğunlukta cenaze evleri demek. Acaba bu cenazeler bu bölgeyi nasıl geriyor, psikolojilerini nasıl etkiliyor diye düşünmeden edemiyorum.
Bade harabül Basra
Bütün bunlar terörün insan boyutu ile ilgili. Bir de mali boyutu var. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek PKK’nın 25 senede Türkiye’ye verdiği zararın 300 milyar doların üzerinde olduğunu açıklamıştı. GAP’ın maliyetinin 32 milyar dolar olduğu düşünülürse rakam daha çarpıcı hale geliyor. Milletimizin cebinden çıkmış olan bu para acaba kimlerin cebine girmiştir? Öyle ya bir yerden çıkıyorsa, bazı kasalara giriyor demektir bu para. Peki, bu terör olmasaydı da bu para bölgenin ekonomik geri kalmışlığına harcanır mıydı? Bence şüpheli. Bu para ile yapılan hesaplara göre bölgede en az 3 milyon 800 bin kişiye iş imkânı sağlanırdı. Bade harabül Basra.
Bir türlü anlayamadığım bir konudur; dinden bu kadar uzak bir terör örgütünün hala bölgede var olabilmesi ve tutunabilmesi. Tek izahım denize düşen yılana sarılır atasözü.
Diyarbakırlı Kürt bir dostumun bir sözünü burada aktarmadan edemeyeceğim. Dedi ki; hâşâ milyonlarca kere hâşâ, Allah’ın Resulü Efendimiz merkatinden kalksa ve dese ki ‘ben bu İslam dininden vazgeçtim’, bu Kürtler vazgeçmez’.
Bölge halkı bu derece dine, maneviyatına böylesine bağlı bir halk. PKK’nın halka yeterince nüfus edememesinde en büyük etkenin din olduğunu düşünüyorum.
Şehirde 27 sahabenin metfun bulunması her şeyi anlatıyor aslında. Bu durum Diyarbakırlılar için bir gurur kaynağı. 27 sahabeyi bağırlarında misafir ediyorlar. Peygamber kabirlerinin de olduğu söyleniyor. Yerin altı manen oldukça sağlam yani.
‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’
Şehir gezimiz esnasında rehberimize Said Nursi’yi soracak oldum.
‘Bak dedi, karşımızdaki Hz. Ömer Camii var ya işte orada Said Nursi 40 gün itikâf yapmış’. Bölge halkı üzerinde büyük itibarı var Bediüzzaman’ın. Herkesin üzerinde ittifak ettiği, saygı duyduğu bir âlim.
Ulu Cami’yi gezerken imamı hemen bize babasının bir hatırasını anlattı. Babası Molla Ali, Bediüzzaman Barla’da sürgünde iken, Diyarbakır’dan kalkıp kendisini ziyarete gider. Talebeleri üstadın çok hasta olduğunu ancak 5 dakika kadar yayında kalabileceğini söylerler. Üstat Molla Ali’nin Diyarbakır’dan geldiğini görünce çok memnun olur ve ziyaret 2,5 saat sürer. Molla Ali ayrılırken Üstat için ördürdüğü yün çorabı hediye vermek ister. Üstat Diyarbakır’dan gelen çorabı öper, koklar ve ağlar. ‘Çorabın nakışlarında annemin izi var’ der.
Bu hatıra bana Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gurbette Türkiye’nin dört bir yerinden getirdiği toprakları hasretle öpüp koklamasını hatırlattı. Hasret insana çorabı da toprağı da öpüp koklatıyor.
Şafi cemaatin büyük bir bölümü Türkçe bilmiyor, Kürtçe de yasak olduğu için halk ne hutbeden ne de vaazdan bir şey anlıyor diye İmam dert yanıyor.
Ulucami önünde çay sohbeti
Bir dokun bin ah işit kâse-yi fağfurdan demişler. Ulu Cami önündeki çay ocağında gezi ekibimizden Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar ile birlikte oturduk. Daha doğrusu oturtulduk. Anlatılanlardan çıkardığım sonuç; İnsanlar konuşmak istiyor, dertlerini paylaşmak istiyor, adam yerine konmak istiyor, gururu ile oynanmasın istiyor.
Sohbet esnasında dikkatimi çeken iki cümle;
— Devlet Özel harekât birimleri göndereceğine bize şefkat birimleri göndersin.
— Bir komutan bir gün halka yaptığı konuşmada dedi ki ‘size Avrupa’nın en sağlam karakolunu yaptık’. Biz ne istiyoruz komutan neyle övünüyor.
— Eğer DTP kapatılır, AKP de gerekli demokratik atılımları yapmazsa bölge halkının siyasetten beklentisi bitecek.
Bununla birlikte, yeni dönemde şehre tayin olan gerek valilik, gerek emniyet yetkililerinden halkın memnun olduğunu gözlemledim. Devlet dairelerinde artık horlanmıyoruz diyorlar.
Şehirde dikkatimi çeken bir başka şey de, esnafın dükkânlarında hala şehit Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın ve Özal’ın resimlerinin olduğu. Bölge halkı çok vefalı. Kendisine samimi yaklaşanları ve hizmet edenleri unutmuyor, bağrına basıyor. Duvardaki bu fotoğraflar aslında bölgenin problemlerinin çözümü açısından aslında çok şey anlatıyor.
Dedim ya yazımın başında, bu bir turistin Diyarbakır’da kaldığı iki günlük gözlemleridir. Eksiği ile doğrusu ile benim gözlemlerim bunlar.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
* * *
Erkam Tufan Aytav Kimdir?
1966 yılında İzmir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. İTÜ Turizm İşletmeciliğini bitirdi. Diyalog Avrasya Platformunun Genel Sekreterliğini yapmaktadır. Çeşitli yayın organlarında denemeleri yayınlanan Aytav, yazılarına Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın resmi web sitesi http://www.gyv.org.tr sitesinde devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.