Salahattin ALTUNDAĞ

Salahattin ALTUNDAĞ

Görünenden Öte: İsrâil'in Algılanan Gücü ve Müslümânların İçsel Savaşı

Son günlerde tüm dünyânın gözü önünde cereyân eden ve vahşet ötesine geçmiş olan İsrâil ve Filistin arasındaki çatışmalar, İsrâil'in gerçek gücünü sorgulamamıza sebep oluyor. Bu noktada, İsrâil'in dışarıdan göründüğü gibi güçlü bir devlet olup olmadığını Kur’ân-ı Kerîm'in âyetleri ve tarihsel olaylar ışığında değerlendirmek istiyorum.

Kur’ân-ı Kerîm'in Bakara Sûresi'nin 94-95. âyetleri, Yahûdilerin aslında ölümden korktuklarını açıkça belirtiyor.[1] Rabbimiz bu gerçeği bizlere açıkça ifâde ediyor. Haşr Sûresi'nin 11-17. âyetleri, özellikle 13. âyet, Yahûdilerin Allâh'tan çok Müslümânlardan korktuklarını vurguluyor. Bu ayetler, Yahudilerin derin bir Allah korkusu taşıdıkları izlenimini verirken aslında, gerçekte, Müslümanlara olan korkularının Allah'a olan korkularından daha büyük olduğunu ortaya koyuyor. Haşr Suresi'nin 13. ayetinde belirtildiği üzere, "Şu bir gerçek ki, yüreklerinde size karşı duydukları korku Allah’a karşı duyduklarından daha şiddetlidir." Bu, Yahudilerin dışarıya gösterdikleri cesaretin altında, Müslümanlara karşı derin bir korku taşıdıklarını vurguluyor. Zemahşerî'nin tefsirinde de belirtildiği gibi, Yahûdiler kendilerine cesûr bir görüntü verirken, yüreklerinde aslında büyük bir korku taşıyorlar.[2]

Bu korku, İsrâil'in son Filistin savaşındaki tutumunda da açıkça görülüyor. Örneğin, Filistin'e karşı yapılan hava saldırıları, İsrâil'in kara savaşına girmekten çekindiğini gösteriyor. Hatta, Amerika'nın Japonya'ya attığı iki atom bombasından daha güçlü bombalarla savunmasız insanlara saldırıyorlar. Peki, neden havadan saldırıyorlar? Çünkü ölmekten korkuyorlar. Eğer Filistinlilerin elinde savaş uçakları veya uçak savarlar olsaydı, İsrâil bu kadar rahat hareket edebilir miydi? Kesinlikle hayır, çünkü ölmek ihtimâli var ve onlar ölmek istemiyorlar.

Dünyâ'nın önünde rezil duruma düşmemek için kara savaşına girmeye karar verdiklerinde, Gazze'yi tamamen dümdüz edip harâbeye çevirdikten sonra yüzlerce zırhlı tankla masûm insanların üzerine yürüdüler. Ancak bu saldırıdan iki gün sonra korkuları nedeniyle geri çekildiler. Çünkü ölüme meydan okuyan insanlarla karşılaştılar. Onlar için ölüm bir şerbet, şahâdet şerbeti. Ölmekten korkmayanlarla, ölümden korkanların savaşması mümkün mü? İsrâil'in âdil ve dürüst savaşmamasının nedeni de bu.

Bu durum, İsrâil'in aslında güçlü olmadığını, korkak olduğunu ortaya koyuyor. Güçlü görünmek için zenginliklerini ve medyayı kullanıyorlar, ama gerçekte korkularıyla yüzleşiyorlar. Tüm haksızlıklar ortadayken, sıradan halk bile sınırlı haberlerle bu durumu fark ediyorken siyasilerin, büyük medya mensûplarının ve bizlerin ünlü ettiği sanatçıların, neden onlardan yana konuştukları şimdi daha iyi anlaşılıyor. Dünyâ çapındaki bazı kurumların onlara destek olmak için neden hazır bekledikleri ve yardımlar gönderdikleri de daha iyi anlaşılıyor.

Sonuç olarak, İsrâil'in güçlü bir devlet olarak algılanması aslında kendi oluşturdukları bir yanılsamadan ibâret. Gerçekte, onlar ölümden çok korkan insanlar. Bu durum, İsrâil'in askerî ve siyâsî gücüne dâir gerçek bir perspektif sunuyor ve geniş halk kitlesine, olayların arkasında yatan gerçekleri gösteriyor.

Peki, güçlü dediğimiz Müslümânlara neden gâlip gibi görünüyorlar?

Bunun sebebi, Müslümânların, mümin olmanın gereğini yerine getirememeleri ve bu yüzden zayıflamış olmalarıdır. Tıpkı dünyâ çapında güçlü bir güreşçinin hastalandığında zayıf düşüp küçük bir çocuk tarafından bile yenilebileceği hakikati gibi.

Milyonlarca kez dinleyip okuyup bir türlü kendimize gelmediğimiz o mübârek sözünü Efendimizden (asm) bir daha dinleyelim, inşallâh Filistin’deki şehitler hatırına bir intibah, bir uyanış, bir aklı başına gelme olur bizde:

Sevban (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:[3]

"Yakında milletler, yemek yiyenlerin başkalarını çanaklarına, sofralarına dâvet ettiği gibi, size karşı birbirlerini savaşmak için dâvet edecekler." Birisi:

"Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?" diye sordu. Rasûlullah (asm):

"Hayır, aksine siz o gün KALABALIK olacaksınız; fakat selin önündeki ÇÖP gibi zayıf olacaksınız. Allâh, DÜŞMANLARINIZIN GÖNLÜNDEN SİZDEN KORKMA HİSSİNİ SOYUP ALACAK ve sizin gönlünüze de ‘vehn’ atacak." buyurdu. Yine bir sahâbe:

"Vehn nedir ya Rasûlullah?" diye sordu. Rasûlullah (asm):

"Vehn, dünyâyı fazlaca sevmek ve ölümü kötü görmektir." buyurdu.

Şimdi herkes vicdânını eline alsın ve bu Hadîsi kendi içinde tartışsın, lütfen. Bundan sonra da "Neden Müslümânlar şöyle, neden Müslümânlar böyle?" diye sorma cüretini göstermeden önce bunu düşünelim.

Hepimizin bildiği gerçek bir olayı ele alalım; sâdece hikâye gibi dinleyip başımızı salladığımız gerçek bir olayı:

Cuma hutbesi irâd eden Salâhaddin Eyyûbî'ye, bir genç şöyle bağırmıştır:

"Kudüs'e cihâdı emret, başka şeyleri ne anlatıp duruyorsun?"

Salâhaddin Eyyûbî, bu soruya cevap vermez. Ertesi sabah namazı öncesinde sorar:

"Dün cihâdı emretmemi isteyen genç burada mı?" Ses yoktur; çünkü genç gelmemiştir.

Salâhaddin Eyyûbî şöyle der:

"Vallâhi, Cuma namazına gelenler, sabah namazına gelmedikçe Kudüs'e cihâdı emretmeyeceğim!"

Sonra tam yedi sene Müslümânların çoğunluğunun sabah namazına gelmesini bekler ve ancak o zamân Kudüs'e cihâdı emreder.

Buradan ne anlamalıyız acaba? Herkes, vicdânını da yanına alarak, namâzına, yaşayışına, sünnete uyumuna, ölümden gerçekten korkup korkmadığına bir baksın... Sonra "Neden Müslümânlar şöyle, neden Müslümânlar böyle?" sorma cüretini göstersin.

Buradan şu çıkarılmasın: Tıpkı o gencin dediği gibi, "Hadi yürüyelim, oraya gidelim, savaşalım." Hayır, hayır. Korkmayan için ölmek kolay bir şey. Ama asıl mesele, İslâm'ın izzetini ve bayrağını ayağa kaldırmak, işte bu asıl mahâret.

Bunun için de Efendimizin (asm) hadîslerinden anladığımız üzere, öncelikle bir Müslümân gibi yaşamayı başarabilmeliyiz. Efendimiz, Mekke döneminde Sahâbeyi Müslümânca yaşamaya alıştırdı. îmânlarını kemâl dereceye çıkardı. Bu yaşam tarzı, onlarda bir hâl hâline geldi ve sonra Medine döneminde devlet kurarak savaşmaya başladı. Çünkü ashâb hazırdı.

Biz Müslümânlar olarak bir hastalıkla mücâdele ediyoruz, “vehn” hastalığı ile. Öncelikle bu hastalıktan kurtulmalıyız. Aksi takdirde, bu şımarık, haylaz, edepsiz, cani, yamyam ve aslında korkak çocuklar elbette ki bize gâlip gelecekler.

Hazret-i Ömer (ra), katıldığı bir savaşta, Müslümânların hücûm ettikleri kaleyi bir türlü fethedemediklerini görür. Bu durum karşısında Hazret-i Ömer şöyle der:

“Mutlakâ bir eksiklik yapıyoruz. Bir noksanlık var bizde. Herkes, hangi konuda ne eksiklik yaptığına bir baksın.”

Herkes durumu gözden geçirir, fakat bir şey bulamazlar. Sonra birisi şöyle der:

“Benim misvâkım yok. Abdest alırken misvâk kullanmıyorum.”

Hazret-i Ömer bu duruma dikkat çeker ve şu kararı verir:

“İşte eksiklik bu. Bundan dolayı zafer gelmiyor, zafer kazanamıyoruz. Onun misvâkını temin edin.”

Bir sahâbe, kendi misvâkını kesip yarısını o sahâbeye verir ve sahâbe kullanmaya başlar. Bu olaydan sonra İslâm ordusu, zafer kazanır.

Bu ibretlik hadise için;

"Bu nasıl olur ya!"

"Bu olay, tarihte öylesine anlatılmış bir hâdisedir"

diye geçiştiren sözleri duyar gibiyim. Peki, o zamân bunu tasdik eden sahîh rivâyetlere de bakalım:

İmam Nesâî'nin rivâyetinde geçen şu sahîh hâdiseyi dinleyelim:[4]

Bir defâsında Resûlullâh (asm) sabah namâzını kıldırmıştı. Namâzda Rûm sûresini okurken kısmen yanılmalar oldu. Efendimiz (asm) namâzı tamamladıktan sonra cemâate dönüp:

Bâzı kimseler namâza abdestsiz geldikleri için, şeytân kıraati karıştırmamıza sebep oluyor. Namâza geldiğinizde ABDESTİNİZİ GÜZELCE ALIN!” buyurdular.

Bir edebin, sünnetin terk edilmesi, kâinatın imâmı olan Efendimizin (asm) şaşırmasına sebep oluyor.

Başka bir hâdiseyi ele alalım:

Ahmet Bin Hanbel’in Müsned'inde anlatıldığına göre, Sahâbe bir gün Efendimize (asm) şöyle demişler:

“Ya Resulûllah (asm), Cebrâil (as) sana gelmekte gecikiyor, gelmiyor.”

Bunun üzerine Efendimiz (asm) şu cevâbı vermiş:

“Cebrail'in bana gelmekte gecikmesinin sebebi nedir bilir misiniz? Siz benim etrafımdasınız ama misvak kullanmıyorsunuz, bıyıklarınızı kısaltmıyorsunuz.”

Böylece Efendimiz (asm), bazı sünnetlere ve edeplere dikkât çekmiş ve bu sünnetlerin terk edilmesinin Hazret-i Cebrâil'in (as) gelmesindeki gecikmeye sebep olduğunu ifâde etmiş.

Şimdi, bizim güçlü olduğumuz halde neden yenik düşmüş olduğumuz anlaşılmakta mıdır acaba?

Kur’ân-ı Kerîm'in âyetlerinde ve tarihsel olaylarda dile getirilen mesâjlar bize derin bir anlayış sunuyor. İsrâil'in gücünün sâdece bir algı olduğunu ve aslında korkularla yüzleştiğini gördük. Bu, bize güçlü olmanın, sâdece askerî ve ekonomik üstünlük ile değil, aynı zamânda mânevî ve ahlâkî değerlere bağlılıkla ilgili olduğunu gösteriyor.

Öte yandan, Müslümânların karşılaştığı zorluklar ve başarısızlıklar, sâdece dışsal faktörlere bağlı değildir. Kur’ân hakikatlerine ve Efendimizin (asm) sünnetlerine olan bağlılığımızda yaşanan zayıflamalar, bu duruma katkıda bulunuyor. Tıpkı Hazret-i Ömer’in (ra) savaşta zafer kazanamamasını bir misvâkın eksikliğine bağlaması gibi, bizim de küçük görünen ama aslında büyük öneme sâhip olan dinî pratiklere ve değerlere olan bağlılığımızı gözden geçirmemiz gerekiyor.

Bu durum, Müslümânlar olarak karşılaştığımız zorlukların sâdece dış düşmanlarla değil, aynı zamânda kendi içimizdeki mânevî ve ahlâkî zayıflıklarla da mücâdele etmemiz gerektiğini gösteriyor. Gerçek güç, sâdece askerî veya ekonomik üstünlükten ibâret değildir; aynı zamânda inânç, disiplin ve ahlâkî değerlere olan bağlılıkla da ölçülür.

İsrâil'in güç algısının ardındaki gerçekler ve Müslümânların karşılaştığı zorluklar, bize gücün gerçek anlamını ve önemini yeniden düşünme fırsatı veriyor. Bu, sâdece dışsal faktörlere odaklanmak yerine, içsel mânevî ve ahlâkî gelişime de önem vermemiz gerektiğini hatırlatıyor. Güçlü olmanın yolu, dışsal başarıların yanı sıra, mânevî ve ahlâkî değerlere olan bağlılığımızı sürdürmekten geçer.

Bu durum Bediüzzamân Hazretlerinin “Zamân tarîkat zamânı değil, belki îmânı kurtarmak zamânıdır” [5], “Îmân lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamânı değil.[6] sözlerinin ne kadar isâbetli ve hakikatli olduğunu gösteriyor.

“Böyle bir zamânda en lüzûmlu, en ehemmiyetli, en birinci vazîfe ÎMÂNI KURTARMAK olduğundan; bu zamâna ve bu seneye bakan BEŞÂRET-İ KUR'ÂNÎYE ve

a1-001.png

âyetlerin[7] müjdesi en büyük bir fütûhât sûretinde Risâlet-ün Nûr'un mânevî fütûhât-ı îmâniyesini gösteriyor.”[8]

“…en birinci vazîfesi ve en yüksek mesleği olan îmânı kurtarmak ve îmânı, tahkikî bir sûrette umûma ders vermek, hattâ avâmın da ÎMÂNINI TAHKİKÎ YAPMAK vazîfesi…”[9]

“…en kudsî ve en büyük vazîfe olan ÎMÂNI KURTARMAK hizmeti…”[10]

“…nev-i beşer dünyâsının en büyük dâvâsı ve en mühim meselesi olan ÎMÂNI KURTARMAK…”[11]

“Bu zamânda en büyük bir ihsân, bir vazîfe, ÎMÂNINI KURTARMAKTIR, başkaların îmânına kuvvet verecek bir sûrette çalışmaktır.”[12]

“Bir kısım âyetler ve hadîslerin müttefikan bu asırda bir hakikat-i nûrâniyeye işâret ettikleri ve âhirzamânda gelecek bir müceddid-i ekberi gösterdikleri ve o gelecek zâtın ve cemiyetinin üç vazîfesinden en ehemmiyetlisi ÎMÂNI KURTARMAK…”[13]

“…bundan sonra gelecek Mehdi-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemâatin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi olduğu, bunların ÎMÂNI KURTARMAK, hilâfet-i Muhammediye (asm) unvânıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamâniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) kanûnlarının bir derece tâtile uğramasıyla o zât bu vazîfe-i uzmâyı yapmaya çalışır.”[14]

“Ümmetin beklediği, âhirzamânda gelecek zâtın üç vazîfesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettârı olan ÎMÂN-I TAHKİKÎYİ NEŞİR VE EHL-İ ÎMÂNI DALÂLETTEN KURTARMAK cihetiyle, o en ehemmiyetli vazîfeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nûr'da görmüşler. … Birinci vazîfe, o iki vazîfeden üç-dört derece daha ziyâde kıymettârdır.”[15]

“HAKAİK-İ ÎMÂNİYE, her şeyden evvel bu zamânda en birinci maksat olmak ve sâir şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risâle-i Nûr'la onlara hizmet etmek en birinci vazîfe ve medâr-ı merak ve maksûd-u bizzât olmak lâzım…”[16]

Biz de bu zamânda Bediüzzamân Hazretlerinin bize bıraktığı Risâle-i Nûrlar ışığında yürümemiz gerektiğini bir kez daha tasdîk edip ilân ediyoruz.

Son olarak dikkatinizi bir konuya çekmek istiyorum:

Sıkça karşılaştığımız bazı okumuş, dindâr kişiler ve Risâle-i Nûr okuyucuları arasında, İslâmî yaşam tarzları ile öğrendiklerinin tam olarak örtüşmediğine şâhit oluyoruz. Bu durum;

"Acaba dinî öğretileri gerçekten anlamak ile bunları yaşamak arasındaki bağ ne kadar kuvvetli?"

sorusunu gündeme getiriyor.

Bu bağlamda, sıklıkla karşılaştığım ve üzerinde düşünmeye değer bulduğum bir ifâdeyi paylaşmak isterim:

“Kur’ân okuyan günâhlardan korunur. Günâhlara giriyorsa okumuyor demektir.”

Bu ifâde, belki de bu soruya cevâp olarak yeterli olacaktır: "Kur'ân'ı okuyan ve onun öğretilerini yüreğine sindiren bir insan, günâhlardan uzak durur. Eğer bir kişi günâhlara bulaşıyorsa, bu, Kur'ân'ın özünü gerçekten anlamadığının ya da yeterince okumadığının bir işâretidir."

Bu düşünce, Kur'ân okumanın ötesinde, onun öğretilerini hayatımıza yansıtmanın önemini vurguluyor. Gerçek anlamda dinî bilgiye erişmek, bu bilgileri yaşamımızda uygulamakla mümkündür. Kur'ân'ın rehberliğini ve onun bu zamandaki en tesirli tefsîri olan Risâle-i Nûr’u tâkip ederek hem düşünce hem de eylemde İslâmî değerlere sâdık kalmak, gerçek manada dindârlık olarak kabûl edilebilir.

[1] Sözler 402-403 : Yirmibeşinci Söz/Birinci Şu'le:/İkinci Şua:/Beşinci Lem'a:/Dördüncü Işık

[2] Zemahşerî, IV, 83

[3] Ebu Davud, Melahim, 5

[4] Ahmed, III, 471; Nesâî, İftitah, 41; Müctebâ Şerhi, II, 156

[5] Tarihçe-i Hayat 475 : Altıncı Kısım/Üstadın, Emirdağ'daki İkameti Sırasında Yazdığı Mektuplar

Tarihçe-i Hayat 224 : Üçüncü Kısım/Bediüzzaman Said Nursî'nin Eskişehir Mahkemesi Müdafaatından Bir Kısmı

Tarihçe-i Hayat 265 : Üçüncü Kısım/Onaltıncı Mektub/İkinci Nokta

Barla Lahikası 29 : Yirmiyedinci Mektub Ve Zeyilleri

Emirdağ Lahikası-1 29 : Emirdağ Lâhikası -I

Emirdağ Lahikası-1 67 : Emirdağ Lâhikası -I

Emirdağ Lahikası-2 217 : Emirdağ Lâhikası -Iı

Münazarat 111 : Hulusi Bey'in Fıkraları

[6] Mektubat 445 : Yirmidokuzuncu Mektub/Dokuzuncu Kısım/Üçüncü Telvih

Mektubat 63 : Onaltıncı Mektub/İkinci Nokta

Şualar 463 : Ondördüncü Şua/Onaltıncı Mektub

Tarihçe-i Hayat 265 : Üçüncü Kısım/Onaltıncı Mektub/İkinci Nokta

[7] Mâide Sûresi, 54. Âyet

[8] Kastamonu Lâhikâsı - 22 (16. Mektup)

[9] Emirdağ Lâhikâsı - I – 266 (206. Mektup)

[10] Kastamonu Lahikası 145-146 (111. Mektup)

[11] Şualar 555 : Ondördüncü Şua/Risale-i Nur talebelerinin müdafaatıdır./[Mustafa Sungur'un müdafaasıdır]

[12] Emirdağ Lâhikâsı - I – 62 (34. Mektup)

[13] Şualar 441 : Ondördüncü Şua/Hata-Savab Cedveli

[14] Şualar 442 : Ondördüncü Şua/Hata-Savab Cedveli

[15] Sikke-i Tasdik-i Gaybi 9 : Risale-i Nur'dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar

[16] Kastamonu Lahikası 117 (81. Mektup)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
20 Yorum