Salahattin ALTUNDAĞ
Sevgiliye Ulaşmanın Yolu: Mirâç'ta Aşkın Yüceliği ve Namâz-1
Gece, Mekke'nin kutsal toprakları üzerine siyah bir örtü gibi yavaşça çökerken, kâinâtın her bir köşesi, âdetâ nefesini tutmuş, bekleyiş içindeydi. Bu bekleyiş, sıradan bir geceye tanık olmak için değil, aksine insânlık târihinde benzeri görülmemiş, göklere uzanan müstesnâ bir yolculuğa şâhitlik etmek içindi. O gece, Fahri Kâinât Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ (asm), âlemleri aşan, rûh ve madde âleminin sınırlarını zorlayan bir seyahâte çıkacaktı. Mirâç, bu yüce yolculuk, sâdece bir yükseliş değil, aynı zamânda rûhun derînliklerine, varoluşun en gizemli sırlarına doğru yapılan mânevî bir keşifti.
O gece, Cebrâil (as) Efendimize müjdeyi getirdiğinde, "BEKLENİYORSUNUZ, YÂ RESÛLALLÂH," dediğinde, Efendimizin yüreği umut ve özlemle doldu, sanki bu sözlerle rûhu kanatlandı. Bu sözlerle, Efendimizin kalbi umutla ve hasretle kıpır kıpırdı. Bir an içinde, kalbinin derînliklerinden gelen bu çağrıyla, kavuşacağı asıl hakikatin kim olduğunu anlamıştı: Allâh (cc). O'na (cc) duyulan hasretin doruklarına ulaşılmıştı.
Bu dünyâda sevdiği her şey, her bağ, her dokunuş, artık bir yıldız kayar gibi geçmişte kalmıştı. Hatice'si (ra), can yoldaşı, göz bebeği, kalbinin sesi, yıllarca yanında duran, hayâtın tüm zorluklarına karşı ona güç veren kadın, artık bu dünyâda değildi. Her bakışında onu arar, her adımda onun rehberliğini hissederdi. Onlar artık bu dünyâda değillerdi. Efendimiz, etrafına baktığında, her yüzde, her köşede onları arardı; fakat gerçekte, onlar bu fâni dünyâdan ayrılmışlardı.
Amcası, çocukluğunun sığınağı, Onun (asm) korunaklı limanı, ona güç ve cesâret veren, hayâtın her safhasında yanında olan koruyucu meleği, o da göçüp gitmişti. Ardı ardına yaşanan kayıplar, onu derîn bir yalnızlığa itmiş olsa da yüreğinde bir ışık, bir umut, Allâh'ın sevgilisi olduğunu bilen bir inânç vardı.
Bu derîn özlem ve hasret, Efendimizin kalbinde, Allâh'a (cc) olan sevgisini, O'na olan yakınlık arzusunu daha da alevlendirdi. Sadece bir kelime, "Bekleniyorsunuz," bütün kâinâtın sırrını, kâinâtın derîn aşkını içinde barındırıyordu. Bu çağrı, Efendimize, bu dünyâdaki geçici ayrılıkların, kayıpların ötesinde, sonsuz bir kavuşmanın, ebedî bir yârenliğin müjdecisiydi. Her kaybediş, aslında O'na (cc) bir adım daha yaklaşmanın, O'nun sonsuz rahmetine, sevgisine bir adım daha derînlemesine dalmak anlamına geliyordu.
Efendimiz (asm), hayâtının her noktalarında, yalnızca bu dünyâda değil, aynı zamanda rûhânî alemlerde de yârenler edinmişti, Cebrâil (as) gibi... Bu yârenler, Allâh (cc) tarafından, O'nun sevgili Peygamberine yardım etmek, bu fâni dünyâda destek ve teselli olmak üzere gönderilmişlerdi. Hatice'si, amcası gibi... Her biri, Efendimize bu dünyâ yolculuğunda eşlik eden, ona güç veren, zorluklar karşısında yanında duran kutlu varlıklardı. Onların kaybı, büyük bir boşluk oluşturmuştu, fakat aynı zamanda bir işâret, bir çağrıydı; artık Allâh (cc) bizzât kendisi, daha doğrudan, daha yakından müdâhîl olacaktı.
Efendimiz, bu ilâhî sırrı, bu derîn hikmeti biliyor ve bu kutlu buluşmayı, bu eşsiz vuslatı sabırsızlıkla bekliyordu. Bu, sâdece bir bekleme, bir özlem değil, aynı zamanda bir hazırlıktı. Allâh (cc), habibine, bu dünyâ ötesi bir yolculukta, rûhânî bir kavuşmada rehberlik edecek, Onunla (asm) daha derîn, daha mânevî bir irtibât kurulacaktı. Efendimiz, bu ilâhî dâvete, bu sonsuz sevginin çağrısına tam bir teslimiyetle, kalbi ve ruhuyla hazırdı.
Ve işte, Cebrâil'in "BEKLENİYORSUNUZ" sözleriyle, bu inânç bir kez daha alevlendi. Bu çağrı, yalnızca bir buluşmanın değil, aynı zamanda bir vuslatın, bir anlayışın, bir tesellînin işâretiydi. Telaşla, âdetâ bu dünyâdan sıyrılarak, nalinlerini[1] giydi, bu ilâhî dâvete icâbet etmeye hazır olduğunu duyurdu. Aslında hep hazırdı, hemencecik hazır olduğunu ifâde etmesi de bunu göstermekteydi.
Kapı açıldığında, Cebrâil (as) dışında, dört büyük melekten üçünü daha gördü. Her biri, derîn bir saygı ve hürmetle, ellerini önlerine bağlamış, Efendimizin bu ilâhî yolculuğa çıkışını gökleri inleten salavâtlarla karşılıyordu. Bu manzara, göklerin ve yerin tüm melekleri tarafından kutlanıyordu, her biri, bu kutlu yolculuğun bir parçası olmanın onurunu yaşayarak.
Bu olağanüstü saygı ve sevgi seli, Efendimizin rûhunu daha da yüceltti, çünkü o, tüm bu ilâhî lütûfların kaynağının Allâh (cc) olduğunu biliyordu. O'nun sevgisi olmadan hiçbir şeyin anlamı yoktu. Bu bilinç ve alçakgönüllülük, onu her türlü kibirden, her türlü dünyevi bağdan uzak tuttu.
O mübârek gece, meleklerin eşliğinde, göklerin ötesinden gelen Burâk, beyazlığı ile geceyi aydınlatan, adımları göz alabildiği son noktaya kadar uzanan o muhteşem mübârek yaratık getirildi. Bu, Efendimizin ilâhî bir yolculuğa çıkacağı, kutsal bir seferin başlangıcıydı. Cebrâil (as), Efendimize, bu yüce yolculuk için Burâk’a binmesini teklîf etti. Ancak Burâk, bu kutlu ânın eşiğinde, bir anda hafîf bir huysuzluk gösterdi; sanki bu ilâhî yolculuğun büyüklüğünün, öneminin farkındaydı.
Cebrâil'in sert uyarısı, “Sen kimi üstünde taşımak şerefine ereceğini bilmiyor musun?” sözleriyle, Burâk’ın bu huysuzluğu, bir anlık tereddüte dönüştü. Burâk’ın cevâbı, kalpleri ısıtan bir alçakgönüllülük ve derîn bir anlayış içeriyordu: “Biliyorum, ama efendim istedim ki benim de farkına varsın ve beni bu yolculukta ve huzurda unutmasın.” Bu, Burâk’ın sâdece bir yol arkadaşı olmak isteğinin, aynı zamanda bu ilâhî yolculuğun bir parçası, bir hâtıra olarak anılmak isteğinin bir ifâdesiydi.
Efendimizin Burâk’ı şefkâtle okşayarak verdiği cevâp, onun yüce karakterinin, merhametinin ve tüm varlıklara olan sevgisinin bir göstergesiydi: “Senin de hediyelerini Sultânımıza arz edeceğim, merâk etme.” Bu, Burâk’ın de bu ilahi yolculukta önemli bir yerinin olduğunu, unutulmayacağını, hatta Sultân'a sunulacak hediyeler arasında anılacağını gösteriyordu.
Ve işte, Burâk, Efendimizi sırtında taşıyarak, meleklerin alkışları ve kâinâtı sarsan salavât nidâları eşliğinde gece yürüyüşüne başladı (İsrâ). Bu yolculuğun hedefi, kutsal topraklar, Kudüs'tü. Bu, sâdece bir mekâna yapılan bir yolculuk değil, aynı zamanda rûhânî bir yükseliş, mânevî bir mirâçtı. Her adımında, her ânında, bu yolculuk, Efendimizin ve tüm inânanların kalplerinde, rûhânî bir yolculuğun, ilâhî bir yakınlaşmanın simgesi hâline geldi.
O gece, Kudüs'ün mistik sınırları içinde, zamânın rûhu durdu ve kâinât nefesini tuttu. Göğün yıldızları, yerin derînlikleri ve her bir varlık, bu eşsiz buluşmanın tanığı oldu. Mescîd-i Aksâ'nın mânevî atmosferi, 124.000 peygamberin (as) huzurunda, Onun (asm) rehberliğinde bir araya geldiği, kâinâtın dört bir yanından gelinip birliğin oluşturulduğu bu kutsal anda, bir ışık seli gibi aydınlandı.
Bu buluşma, sâdece zamânsal bir ân değil, aynı zamanda bir kalp çarpıntısı, bir nefes, bir duâ idi. Efendimiz (asm), bu kutsal topraklarda, tüm peygamberler (as) ile omuz omuza, onlara îmâmlık ederken, gökyüzü ve yer, bu derin birlikteliği, bu rûhânî harmoniye şâhitlik etti. Bu, bir ümmetin, bir inâncın, bir aşkın, Allâh'a olan sonsuz bağlılığın, en saf, en yüce ifâdesiydi.
Her bir peygamber (as), kendi zamânının, kendi kavminin ışığı olmuştu. Ancak bu gece, onlar bir araya gelerek, tüm zamânların ve mekânların ötesinde bir ışık, bir umut meşâlesi yaktılar. Bu, Allâh'ın rahmetinin, sevgisinin ve birliğinin, sınırsız olduğunun, her bir canlıya, her bir varlığa ulaştığının canlı bir ispâtıydı.
Bu, kâinâtın kalbindeki bir vuslat ânıydı; göklerin ve yerin, insânın ve ilâhiyâtın, geçmişin ve geleceğin, iç içe geçtiği, bir bütün hâline geldiği o muazzam buluşma. Bu olağanüstü ân, sâdece bir buluşma değil, aynı zamânda bir başlangıçtı; birlik, sevgi ve umudun, tüm varoluşa yayıldığı, her bir canlıya dokunduğu bir başlangıç.
Bu buluşma, zamândan ve mekândan bağımsız, bir ışık köprüsü kurmuş, âdetâ asırlar ötesinden günümüze, evrensel bir mesaj yankılamıştı. Kudüs'ün ve Mescid-i Aksâ'nın, Hazret-i Muhammed'in (asm) îmâmlığında, rûhânî bir kemâl bulduğu, bu kutsal toprakların huzûr ve sââdetinin, Onun (asm) aydınlattığı yolda yürümekle mümkün olacağı vurgulanmıştı. Bu, sâdece bir târih değil, aynı zamanda bir gelecek vââdiydi; bir umut, bir yol haritası.
Bu derîn birlik ve mutluluk duygusu, yüzyıllar boyunca, bir çınar gibi kök salmış, her bir dalında farklı hikâyeler, farklı insânların, farklı inânçların barış içinde yaşadığı anları taşımıştı. Bu, ümmet-i Muhammed için de bir ilhâm kaynağı olmuş, onları birlik, berâberlik ve kardeşlik içinde, omuz omuza verme konusunda cesâretlendirmişti.
Târih boyunca, ne zamân ki ümmet-i Muhammed, birlik ve berâberliğin güçlü kollarında birleşmiş, Efendimizin (asm) rehberliğine sığınmış, işte o zaman Kudüs, bu kutsal rehberliğin nûrunda, huzûr ve mutluluk denizinde yüzmüştür. Bu dönemler, Kudüs'ün ve orada yaşayan her bir canlının, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin, âdetâ bir cennet bahçesinde yaşadıkları anlara tanıklık etmiştir.
Ancak, bugün olduğu gibi, bu rehberlikten uzaklaşıldığında, Kudüs'ün ve oradaki insânların yüzünden huzûrun, mutluluğun silindiği, târihin karanlık sayfalarına da şâhit olunmuştur. Bu, sâdece bir coğrafyanın değil, insânlığın ortak mîrâsının, rehberlik ve birliğin ışığından ne kadar derîn etkilendiğinin, ne kadar bu ışığa muhtaç olduğunun bir göstergesidir.
Bu yüzden, bu buluşmanın mesajı, yalnızca geçmişe dâir bir hâtıra değil, aynı zamanda geleceğe dâir bir umuttur. Bu, bir dâvettir; birlik, berâberlik ve sevgi içinde, Efendimizin (asm) sunduğu rehberlik ışığında yürüyüşe devâm etme dâveti. Bu, her birimizin kalbinde, rûhunda taşıdığı, zamân ve mekân ötesi bir sevdâ, bir aşkın dâvetidir. Kudüs'ün ve Mescid-i Aksâ'nın rûhânî atmosferi, bu kutsal dâveti, tüm zamânların ötesine, tüm kalplere, tüm rûhlara yaymaya devâm edecektir.
O mübârek gece, Efendimiz (asm), Hazret-i Cebrâil (as) ile birlikte, göklere, yedi kat semânın ötesine, Allâh'ın huzûruna doğru yükseldi (Mirâç). Bu yükseliş, sâdece fiziksel bir seyahât değil, aynı zamânda rûhun en derîn sırlarına, ilâhî huzûra doğru bir yolculuktu. Ve işte, arşa varıldığında, bir ân geldi ki, Peygamberimiz, ayağındaki nalinleriyle Arş'a basmanın mahcûbiyetini hissetti. Onun (asm) bu hâlinde, bir kulun Rabbine karşı duyduğu sonsuz edep ve hayâ vardı. Nalinlerini çıkarmak istediğinde, yüce bir ses yankılandı; “Bas Yâ Muhammed arşımıza bas, arşımız senin ayağının tozuyla şereflensin” dedi. Halbûki, Hazret-i Mûsa'ya Tûr-i Sinâ'ya çıkarken “ayağındakileri çıkar öyle gel” denmişti. Bu, Efendimize (asm) gösterilen özel bir teveccüh ve ikrâmın, her peygamberin (as) kendine has misyonu ve Allâh katındaki özel konumuna işâret eden bir yansımasıydı.
Bu ân, gökyüzünün derînliklerinde, yüce arşın önünde yaşanan, târifsiz bir sevgi ve yakınlığın, kulluk ve Rablık ilişkisinin en güzel örneğiydi. Allâh'ın, en sevgili kulu ve elçisine böyle bir onur bahşetmesi, O'nun (cc) rahmetinin, lütfunun ve muhabbetinin sınırsızlığını gösteriyordu. Peygamberimizin bu tevâzû dolu davranışı, müminlerin kalplerinde derîn bir hüzün ve muhabbet uyandırırken, aynı zamânda onlara, Allâh'ın huzûrunda nasıl bir edep ve hayâ ile bulunmaları gerektiğini öğretiyordu.
Bu kutsal ân, her bir müminin rûhunu derînden etkileyen, gözyaşlarına boğan bir mânevî dersti.
Yüce yolculuğun her bir basamağında, Efendimiz (asm), göklerin kat kat derînliklerine yükselirken, her bir semânın sâkinleri tarafından büyük bir saygı ve coşkuyla karşılandı. Bu karşılamalar, kâinâtın dört bir yanından yankılanan alkışlarla, sevgi ve muhabbet dolu selâmlarla süslüydü. Her bir semâ, Onun Son Peygamber olduğunun ilânıyla aydınlanırken, aynı zamânda Ona, insânlık için üstlendiği büyük sorumluluğun ve onurun bir göstergesi olarak, nerelerin peygamberi olduğu gösteriliyordu. Çünkü O (asm), yaratılmışların en şereflisi, seçilmiş bir “Mustafâ”, en çok methedilen “Muhammed” idi (asm).
Her bir gök katında, o katın sâkinleriyle buluşan Peygamberimiz, onlara selâm verdi ve bu eşsiz yolculuk boyunca, Cebrâil (as) ile berâber, her bir semânın kapısından geçtiğinde, o semânın sâkinleriyle olan bu buluşmalar, semâvi bir kardeşlik ve muhabbetin en güzel örneklerini sergiledi. Bu buluşmalar, sâdece göklerin değil, insânlığın da sırlarına erişim anlarıydı. Çünkü Peygamberimiz, sâdece bir peygamber değil, aynı zamânda bir öğretmen, bir rehberdi; insânlığa, hayâtın anlamını, varoluşun sırrını öğreten, onları aydınlatan bir nûrdu.
Ve işte o muazzam ân gelip çattığında,…
06-Şubât2024 târihinde yâni ikinci bir Kadîr Gecesi hükmünde[2] olan Mirâç Kandîlinde tekrârdan buluşmak üzere inşallâh...
[1] Hz. Peygamber'in giydiği ayakkabılar, “na'l-i resûl, na'l-i pâk, na'l-i mübârek, na'l-i saadet, na'leyn-i saadet, na'leyn-i şerîfeyn, başmak-ı şerif” gibi adlarla anılmıştır. Kaynak: https://istanbultarihi.ist/182-istanbuldaki-mukaddes-emanetler#:~:text=y%C3%B6nden%20%C3%B6nemli%20g%C3%B6r%C3%BClm%C3%BC%C5%9Ft%C3%BCr.-,Hz.,%C3%BC%C3%A7%20na'l%2Di%20%C5%9Ferif%20sergilenmektedir.
[2] Şualar 499 : On Dördüncü Şua/Gençlik Rehberi'nin küçük bir hâşiyesi
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.