Metin KARABAŞOĞLU
Savaşa hayır!
Yaş onbeş, yıl yetmişdokuz, ay Haziran’dı. Hayatının baharında bir insanın hayatının sonbaharında bir insanla yirmidört saat birarada yaşadığı bir Haziran. Anneannem ve ben, ovaya göçmüştük. O bir ay boyu, usta bir senaristin duygu yüklü, hayat dolu bir film çıkarmasını mümkün kılacak olaylar ve diyaloglar yaşanmıştı aramızda. O bir ay, çocukluktan gençliğe tam anlamıyla geçiş dönemimde, bir tohumun filizlenmek üzere düştüğü humuslu toprak idi sanki. Âşinası olduğum ovada âşinası olduğum bir yürek; ve, kafasında sorular yüklü taze bir dimağla tecrübe yüklü bir aklın buluşması...
Tadına doyulur cinsten değildi doğrusu. Gerçi ovaya öylesine gitmiş değildik. Gezip eğlenmek üzere de gitmemiştik. Bir tütün tarlasında ücret karşılığı çalışmak, bir ay günde beş saat uykuya razı olmak gibi bir bedeli vardı bu doyulmaz tadın. Ama bu yorgunluğa değerdi de. Tozuyla toprağıyla kâinatın içinde olmak, herşeye rağmen, güzeldi: Yaz güneşinin kavurucu sıcağında bir çınar ağacının altında azıcık şekerleme fırsatı bulmanın, sabah vakti dağların ardından güneşin adım adım yükselişini seyretmenin, gece vakti Samanyolunun gökyüzünü bir uçtan bir uca şenlendirişine şahit olmanın, hatta yıkmayan cinsten bir depremi ovanın tam ortasında yaşamanın.. apayrı tadları vardı.
Ne var ki, bu bir aydan geriye acılar da kaldı. Çünkü benim için o, yitip giden bir ay artık. Lezzetin yitip gidişinden duyulan elem, o ayı hatırladığımda, kalbimin sahillerini dövüyor. Anneannemin de şu dünyadan yitip gitmişliği, içimdeki fırtınayı şiddetli bir lodosa çeviriyor. O bir ay içinde haksız yere bir cana kıymışlığım hatırıma geldiğinde ise, bir sızı, keskin bir sızı, derin bir yürek sızısı sarıyor ten kafesimi. Bir öğle vaktiydi. Geceleyin topladığımız tütünü gündüz vakti çardak dediğimiz derme-çatma yaz kulübesinde sıralayıp dizmekle meşguldük. Bu meşguliyet az uyumuşluğun da tesiriyle bizi öyle dalgın hâle getirmiş ki, dakikalardır, belki bir saattir bir yılanın çardağın içinde çöreklenip bizi izlemiş olduğunu, ancak onun çözülüp gitmeye hazırlanırken çıkardığı hışırtıdan anladım. Hayret ve heyecan içinde, her nedense, kalkıp koştum ardından; ama izini bulamadım. Hem, bulsam ne yapacaktım ki? Geri dönüp tekrar yerime oturur oturmaz, civardaki başkaca çardakların birinden avaz avaz “Yılan var! Yetişin, yılan var!” çığlıkları duyacaktım. Tekrar dışarı fırladığımda gördüğüm manzara ürkütücüydü. Sesin geldiği çardakta bebek sahibi bir aile vardı; ve muhtemelen yılanın bebeğe zarar vereceği korkusuyla, aile reisi yılanı kovmakla kalmayıp öldürmeye kararlıydı. Yılan ise, yaşamaya. Adam elindeki bir metrelik sopayla yılana vuruyor, yılan ise kendisinden hiç ummadığım bir kıvraklıkla sopaya dolanıp adamı safdışı bırakmaya çalışıyordu. “Bu iş sopayla olmaz, kürek lâzım” sesleri duydum sağdan soldan. Az sonra da, yılanın kürek darbeleriyle can verişini.
Sonrasında, doğru mu yanlış mı bilmem, söylentiler: Yılan çardaktan içeri girip bebeğe dikmişti gözlerini, onu ısırmaya kararlıydı; hayır, bebeğin sütünü içmeye gelmişti; falan filan... Yılanın bebeğe her hâlükârda zarar verme ihtimali bana o an için o kadar muhakkak gözüktü ki, o yılanın şahsında bütün yılanlara düşman oluverdim: korku-öfke karışımı bir düşmanlık. Yılana olan düşmanlığım, iki gün içinde zincirleme bir şekilde onun yakın-uzak akrabalarına da yayıldı. Ve, işte bu ikinci günün akşam üzeri, dizdiğimiz tütünleri güneşte kuruması için serdiğimiz askıların civarında bir yılanebesi gördüm. Yanlış anlamayın; ebelik yapan bir yılan falan değildi bu. Hem, ebelik yapan bir yılan mevcut olsa dahi, onu nereden anlayacaktım; yaka kartı taşımıyorlardı ki! Yılanebesi dediğim, uzun kuyruklu, iri yapılı yeşilimsi bir kertenkeleydi. O güne kadar kimseye bir zarar verdiğini görüp duymuş da değildim. Ama bizim oralarda yaygın bir kanıya göre, yılanebesi, kertenkele filan değildi aslında; o cinsten, yılana ebelik yapan bir hayvandı! Sonradan, yılan yavrusunun yumurtadan çıktığını; dolayısıyla yılan için ebelik bir durumun gerekmediğini öğrenecektim oysa. Olsun, tek işi ebelik de değildi bu hayvanın. Yılana zehir temin eden oydu. Bizim mahalle kahvesinin yaşlılarından duyduğum zoolojik bir Mafya öyküsü sanki! Ama o sırada o olayın verdiği gerginlikle bunları tartacak durumum yoktu. Korku, öfke ve düşmanlık aklımı başımdan almış gibiydi. O yüzden, bulduğum ilk fırsatı boşa çıkarmadım ve yerden aldığım irice bir topacı yılanebesine fırlattım.
Olayın ayrıntılarını, bir dostumun hatırı için, anlatmayacağım. İçim cız ediyor hâlâ, o kadarını söyleyeyim. Hayvancağız, ona emaneten verilmiş hayatı biraz daha sürdürebilmek için can havliyle bir dizi ‘hayatta kalma’ çabası sergiledi. O bu haldeyken, benim yaptığım, seyretmekti. Seyretmek. Üstelik, zevkle seyretmek! Hayvancağız son hamlesinden de yenik düştüğünde ise, sonraları şair Paul Valery’nin İkinci Dünya Savaşını sorguladığı bir kitabında bulduğum cümlelerin aynısı vurdu kalbimin sahiline: Neye yaradı?
Hayatımın ilkbaharında bir yaz günü akşam üzeri yaşadığım bu olay, o akşam, o gece, ertesi sabah, ertesi gün, ertesi gece, ondan sonraki gün.. aklımdan çıkmadı. Yılanebesinin can havliyle çırpındığı dakikalarda yüzümün aldığı şekli hayal etmeye çalıştım defalarca. Aynaya bakabilmiş olsam, nasıl bir yüz görecektim o an? Ölümle burun buruna gelmiş bir canı ölümle burun buruna getirmekten aldığı zevkle kasları gevşemiş bir yüz... İğrenç bir yüz olmalıydı bu! İşte o olayla anladım; katillerin de zevk sahibi olduğunu. O zaman anladım; hele öldürme bir zevke dönüşsün, cana kıymanın hiç de zor olmadığını. O zaman anladım; karşıdaki hele bir düşmana dönüşmeyegörsün, öldürmenin zevk konusu olabileceğini. Günlerce, ovanın içinde, kendime defaatle şunu söylediğimi hatırlıyorum: “Dikkat et oğlum; şiddete dikkat et. Şiddette de zevk var; dikkat et. Şiddetten zevk almaya başlarsan, insanlıktan çıkarsın.” Hayatımın ilkbaharında beni ‘şiddet’ içeren tüm duygu, hal, fikir ve fiillere soru işareti, temkin ve tereddütle yaklaşma azmi aşılayan bir olaydı bu yaşadığım. Tek hayırlı tarafı da, sanırım buydu.
***
Yaşadığım bu olayın ardından şiddete dair bir çekinceyi henüz onbeş yaşında hayat defterine yazdığım bu dönem, dört yaşında başlayıp nedense ilkokul döneminde terkettiğim beş vakit namaza yeniden avdet ettiğim dönemdi de. Yine bu esnada başlamıştım Risale okumaya ve ardından Kur’ân öğrenmeye. Böylesine ardarda gelişen olaylar zinciri içinde, tazeliği henüz zihnimden gitmemiş bu olay ile yeni okumaya başladığım kitap(lar) arasında irtibat kurmam zor olmadı. Ama bu irtibatın gelişip derinleşmesi uzun yıllar aldı elbette. Zaman içinde beni Kur’ân’ı okumaya ve Kur’ân’la düşünmeye yönelten Risale müellifinin, ‘hayat’ ve ‘ölüm’e dair yaklaşımı, onu ilk tanıdığım zamandan itibaren çarpıcı gelmişti bana. En başta, eski hayatından anladığım kadarıyla aslen celâlli bir insan olduğu halde bir şefkat kahramanına dönüşebilmesi. Üstelik, yalnız aynı dinden insanlara değil, her insana; dahası, yalnız insanlara değil, bütün mahlukata yönelen bir şefkat. Baharda uçuşan kelebeklerin ölümünden, papatyaların solup gitmesinden müteessir olan, solup giden otlar için gözyaşı dökebilen bir şefkat.
Bir adım ileri gittiğimde ise, celâlden şefkate doğru bu dönüşümün ardındaki en önemli unsurlardan birinin, ‘hayat’ olduğunu görecektim. Hayat çok önemliydi onun için; çünkü, o, ihtimal ki ‘en güzel isimler’den ‘Hayy’ ismini zikrinin ve fikrinin merkezine yerleştirmiş Abdulkâdir Geylânî’den aldığı dersle, ‘hayat’ı bir büyük hakikat olarak yerleştirmişti hayatına. Neden böyleydi peki? Neden, onun için, üzerinde titrenilmesi gereken birşeydi hayat? Zira, hayat, bir emanetti bize; bir büyük emanet. En küçük şeyi en büyük şeyle ilgili kılan; meselâ tohumun filiz vermesini Dünyanın eğimi, Güneşin Dünyadan uzaklığı, Güneşin Samanyolundaki konumuyla.. irtibatlandıran oydu. İşte bu yüzden, her bir canlı, kendi Yaratıcısını bütün herşeyin Yaratıcısı olarak tanıtıyordu bize. Bir odak noktası gibi, birşeyde herşeyi görmemizi sağlıyordu. İşte o yüzden, “Vücudun kemâli hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır” diyordu Risale müellifi. O yüzden, “Kâinat hayat için yaratılmış” diyordu.
Devamla, “hayat ise insan için; insan ise kâinat Sâniini tanımak ve tanıdığını ibadetle göstermek için” diye özetleyeceğimiz bir zincirleme tefekkür geliyordu. Yazdıkları ve yaşadıklarıyla benim tam da hayatımın ilkbaharında ‘hayat’ denilen şeyin anlamını derinlemesine kavramamı mümkün kılan bu büyük insanın hayata dair söylediklerini burada özetlemem, zordan öte, imkânsızdı gerçi. Onun hayat ile iman, hayat ile marifetullah, hayat ile ibadet arasında kurduğu ilgiyi anlatamam; meselâ, Allah’ın güzel isimlerinin en büyüklerinden biri olarak ism-i Hayy’ı nasıl anlıyor olduğunu özetlemem zordu. Yahut, ‘tahiyyat’ dediğimiz ve her namazda muhakkak okuduğumuz nebevî hediyeyi ‘hayat’ sırrıyla nasıl açıp izah ettiğini özetlemem de. Onun başkaca ‘hayatî’ izahlarını da. Ama şurası muhakkaktı ki, bütün bu izahlar, hayatımın ilkbaharında—ve elbette sonrasında—beni hayata karşı dikkatli, rikkatli ve duyarlı kılmıştı. Her bir canlının hayatıyla bütün bir kâinatın Saniini bütün isimleriyle tanıttığını kavradığım ölçüde, bir dalı laf olsun diye kırıp atamaz, bir yaprağın keyfîce koparılmasına razı olamaz, bir sineği durduk yerde öldüremez hâle gelmiştim. Bindörtyüz yıllık bir güzelim birikimin meyvesi olan bütün bu izahlar, bende, senelerdir rüyasını gördüğüm, ama henüz yazamadığım “İslâm: Hayat Dini” başlıklı bir çalışma ihtiyacı uyandırmıştı bende.
Her canlıda kâinat, her insanda ayrı bir âlem bulma imkânını sağlamıştı zira. “Bir insanı öldüren insanlığı öldürmüş gibidir” âyetindeki derin anlamı bir derece anlamıştım hem de. Öldüremezsin; öldürmeyeceksin. Öldürürsen, âlemi öldürmüş olursun. Zira, her insan, hayatı ve şuuruyla, âlemler Rabbinin bütün kâinatta tecelli eden isimlerini tek başına ‘görür ve gösterir, bilir ve bildirir, tanır ve tanıtır bir donanımdadır. Sonra, seneler sonra, bütün bu bilgi ve bulgularımı perçinleyen bir imkân daha edinmiştim Allah’a şükür. Rabb-ı Rahîm beni Resulullah’ın(a.s.m.) hayatına dair onlarca cilt kitabı defaatle okumakla nimetlendirdiğinde, üstadımın bana da kabiliyetim nisbetinde akseden ‘hayat’a dair bu duyarlılığının ‘hayat peygamberi’yle irtibatını da kurmuş haldeydim artık. Kâinat, hayat, Kur’ân, Peygamber, Risale ve fıtratla verilen bu kadar ‘hayat’ dersinden sonra, kâinat içinde hayata ve hayatlılar içinde insana kıyanlardan olamazdım artık. Kıyanlara taraftar da olamazdım.
***
Hayata dair bu tefekkürün adım adım inşa edildiği gençlik yıllarında, hayata dair bu düşünce inşasını ters taraftan destekleyen okumalarım da oldu. Çoğu, ‘savaş’a dair kitaplar, filmler, şarkılar idi bunlar. Bunlar içinde benim için belki en önde geleni ise, “Savaşın Çocukları” adlı bir çalışmaydı. Üslup hocalarımdan birinin, Roger Rosenblatt’ın kaleme aktardığı; 80’li yıllarda, o sıralar savaş hâli yaşayan Filistin, İrlanda, Kamboçya, Lübnan gibi bazı bölgelere gidip savaşı ‘çocukların yaşadıkları’ ile ve ‘çocukların gözü’yle değerlendiren bu çalışma, yaşanan savaşların fıtrata ne kadar ters olduğunun belgesiydi âdeta. Ama, ‘belge’ niteliğindeki tek kitap da değildi elbette. Yine bu dönemde, ‘ulusal çıkar,’ ‘ulusal gurur’ vesaireyle meşrulaştırılmaya çalışılan savaşların ‘kişisel’ boyutları üzerinde düşünmemi sağlayan filmler de izlemiştim. Günaydın Vietnam, bu noktada, hâlâ bir şaheserdir benim gözümde. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” sözünü, “Savaşın sesi uzaktan hoş gelir” diye değiştirmeme imkân sağlayan bir şaheser. Ama yakından? Ama tam içinde? Ama kan, barut, yaralı, bomba, ceset, kopmuş kollar, ölüm, delik deşik bedenler gözünüzün önünde; sevdiğinin ölü bedenine kapanıp ağlayanlar, yetimlerin feryadı, annelerin ahı, yaralıların iniltisi, alnına ‘born to kill’ yaftası yapıştırmış manyakların histerik kahkahaları ise kulağınızın dibinde iken?
Batıda özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Vietnam üzerinden gelişen savaş-aleyhtarlığını anlamak zor değildi esasen; bu, hayır, bir ‘hümanist fantazi’ veya ‘solcu kumpası’ filan olamazdı. Kim bunu ne şekilde (sui)istimale kalkışırsa kalkışsın, fıtratın dile gelişiydi bu! Tommy gibi bir şaheser, işi İkinci Dünya Savaşından alıp getiriyorsa; Pink Floyd’un, Dire Straits’in, The Who’nun, Bob Dylan’ın, daha nicesinin şarkıları İkinci Dünya Savaşı üzerinden savaşa ve nükleer kâbusa lânet yüklü dizeler taşıyorsa; Roger Waters “Southhampton Rıhtımı Duruşması”nda babası savaşta ölmüş bir İngiliz çocuğun—belki de kendisinin veya bir arkadaşının—Southampton rıhtımında yaşadığı hazin ve sorgulayıcı ruh hâlini dizelere döküyorsa, boşuna değildi bu. Tam da 80’li yıllarda yaşanan Falkland savaşına dair, “Söyle bize gerçeği? Söyle, neden?” diye haykıran “What Have We Done Maggie?” şarkısı boşuna değildi. The Wall ise, herşeyin tuzu biberiydi.
Bu filmin birçok sahnesini, özellikle de bir şekilde savaşa götürülen gençlerin kanlarının nasıl heder edildiğini gözler önüne seren, akan bütün kanların birikerek bir kanalizasyon dehlizine dökülüşü sahnesini unutamazdım. Hayır, çocuk yaştan itibaren duyduğumuz şekilde, ucuz ‘solcu fantazileri’ değildi bunlar. Bu savaş-karşıtı duruşu, geçmişte İslâm adına girişilmiş savaşların da bu karşıt duruştan zarar göreceği endişesiyle, hele ‘şanlı savaşlı mazi’ gibi bir sunumun etkisiyle yüzgeri edemezdim. Zira, bana ‘hayat’ dersini veren sevgili üstadımın da yüzgeri etmediğini görmüşlüğün cesareti vardı üzerimde. Yoksa, onu görmesem, korkardım ihtimal ki. Korkardım; bu savaş-karşıtı duruşu anlama çabamın pısırıklık, sünepelik, pasiflik, teslimiyet vesaire diye çabucak üstünün çizileceğinden. Ama, fıtratımda karşılık bulan bu duruşu çok önceden ortaya koyan Risale müellifinin ‘Eski Said’ olarak yaşadığı, İkinci Dünya Savaşının Rus cephesinde ölümle burun buruna bir hayatı vardı. Onun, pısırıklıkla suçlanmasını kesinkes imkânsız kılan yüzlerce hadise vardı hayat tarihçesinde.
Ama o cesur, kahraman, korkusuz, mücahit insan değil miydi İkinci Dünya Savaşını görüp de, ‘umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik’ yüzünden çıkan son derece müthiş bir zulüm ve zorbalıktan söz eden? O değil miydi bu savaşın zalim taraflarından hiçbirine kalben meyletmemek için savaş haberlerine kulak kapadığı halde savaşın mazlumlarını düşünen; “Onlar için vech-i rahmet var mıdır; varsa nedir bu?” gibi soruların izini süren? O değil miydi, ‘insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahvedişi’nden söz edip; aynı mektubunda bombaları hem çevreyi, hem insanı merhametsizce mahveden ‘cehennemî zakkum yumurtaları’na benzeten? Yine o değil miydi, savaş yıllarında yaşadığı bir Kadir Gecesinde ‘kalbe ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme’ yazıp, ‘bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve mehrametsiz tahribatı ile ve bir tek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle...’ ortaya çıkan yeni durumu değerlendiren? O değil miydi savaşın çirkin yüzünün fıtratları nasıl uyandırdığını, nasıl insanların hakikî adaleti ve saadete arar duruma geldiğini, bu uyanan fıtratların imanın ve Kur’ân’ın hakikatlerini araması ve bulması gibi bir imkânın doğuyor olduğunu söyleyen? Oysa, bu sesi pek duyan olmadı aramızda. Duydu kimileri gerçi; ama sanki biraz uzaktan geliyor gibiydi, sanki araya başkalarının sözleri karışıyor gibiydi; sanki sesin gelip gittiği bir radyodan bu sözleri duyup arayı da kendince tamamlamaya çalışan ve söylenen sözü bu yüzden bir hayli yanlış anlayan insanlar gibiydik.
Hayatı kahramanlık, cesaret ve feragat örneği olabilmiş bu insanın, imanından gelen şefkat, adalet, hak gibi duyarlılıklar ile ortaya koyduğu ve yine imanın bir yansıması olarak feraset yüklü bütün bu tahlillerini anlamadık anlayamadık, o yüzden anlatamadık; ve yine o yüzden, başkaca mü’minler de anlamadılar, anlayamadılar; o yüzden, onlar da anlatamadılar. Onun yerine, ‘geçmiş güzel günler’in hayaliyle yaşamayı yeğledi çoğumuz. Bir gün beyaz atlı bir kahramanın gelip bize eski güzel günleri getireceği hayalini kurduk; o hayal ile, kimimiz Malkoçoğlu, kimimiz Sunguroğlu olduk. Ama bir atom bombasıyla bir anda koca bir şehre dehşetli bir ölümün yağdığı bir zamanın tahlilini düzgün yapan mü’minler olmayı başaramadık. Bir ‘anakronizm’ yaşıyorduk açıkçası. Birileri, bir mü’minin imanın ölçüleri dahilinde savunması asla imkânsız silahlarla ‘topyekun savaş’lar yürütüp askerlerden çok sivilleri öldürüyor, her yeni savaşta sivil kaybı hem oran hem sayı olarak yükseliyordu. Bizlerin aklına veya diline ise, bir mü’min olarak bu silahların kabul edilemez olduğunu söylemek gelmiyordu nedense.
Haydi, bırakalım söylemeyi, söyleyen bir mü’mini adam gibi duymayı da beceremiyorduk. Zira, bedenimiz bu asırda, hayalimiz geçmiş asırlardaydı. Bu zamanın savaşlarının geçmiş zamanın savaşlarıyla kıyaslanır durumda olmadığının farkında dahi değildik; ve ihtimal ki, eski günlerde olduğu gibi ‘savaş’ın bir gün bizim lehimize ve bize de lâzım olacağı umuduyla savaş taraftarıydık. O yüzden, az insan pisi pisine ölümler yaşamadı şu yüzyılın kimi savaşlarında. O yüzden çıktı karşımıza İslâm dendiğinde aklına tüfek ve bomba gelen veya akıllara bunu getiren feraset ve merhamet fukaraları. Köroğlu kadar basiretli olmayı dahi başaramadı şu zamanın nice mü’mini. “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” derken bir bildiği vardı elbette onun. Biz bilemedik, tüfek icat olunca, mertliğin hakikaten bozulduğunu ve artık kalleşçe cinayetler devrinin başladığını. Düşünemedik, hele bomba icat olunca, mertliğin zerresinin dahi kalmayıp; onlarca, yüzlerce, binlerce kilometre öteden atılan sözümona ‘akıllı’ bombalarla yüzlerce, binlerce, hatta—atılan atom bombası ise—yüzbinlerce masumun bir anda ölüme gidiyor olduğu gerçeğini. Aklımız geçmişe kilitliydi çünkü.
Oysa, geçmiş güzel günlerin geçmişti. Gelecek güzel günlerin gelmesi ise, şu zamanın zalim savaş oyuncaklarıyla mümkün olamazdı. Gelecek güzel günler, ne geçmişin kılıcı, ne bugünün bombasıyla gelebilirdi İslâm topraklarına ve bütün insanlığa. Gelmedi zaten. Silah silahı davet etti, savaşlar savaşları doğurdu ve her yeni savaş eski öfkeleri olduğu gibi bırakırken yeni öfkeler de getirdi. Sonuçta, anlamsız bir anakronizm ve izahı imkânsız bir ‘topyekun savaş’ mantığı içinde, İslâm’ın güzelliğine aç ve açık nice insanın uzaklara savrulmasına sebep olduk. Yakınımızda olanların ise öfke, hiddet ve hatta şiddetle tanınır hâle geldiğini gördük zamanla. Evet, birileri kullandılar bunu; birileri İslâm’ı şiddetle özdeşleştirmek için içindeki hiddeti dinindeki hikmeti kat kat gölgelemiş kimilerimizin sözlerini yahut eylemlerini veyahut resimlerini kullandılar. Ama biz ne kadar anlatabildik öbür türlüsünü. Ne zaman diyebildik “Savaşa hayır!” diye? Kaç kişiye anlatabildik masumların zarar gördüğü hiçbir savaşta mü’minin işi olamayacağını. Yapamadık; zira, birileri sabrımızı sınıyordu.
Birileri, İslâm âleminin orasında burasında yaralar bırakıp gitmişlerdi vaktiyle sömürgeleştirdikleri İslâm diyarlarından. Onlar yarayı kaşıyorlardı evet, domuzluğuna yapıyorlardı bunu; doğru. Ama, itiraf edelim, bizden de yerinde duramayan, sabırsızlık nöbeti içinde kaşınan ve bir ilâhî emir olarak ‘hakkı ve sabrı tavsiye edenler’i ‘pasifizm ve teslimiyet’le suçlayıp taraftar bulanlar vardı. Oysa, alın Ve’l-asr’ı, uygulayın şu asra. Başarın insanlar hüsranda iken, ‘hakkı ve sabrı tavsiye eden’ mü’minlerden olmayı. Deyin ki; bu zamanın savaşlarının ne mantığı, ne silahları mertliğe sığmaz. Haykırın bunu; deyin ki, biz bu işte yokuz! Biz ‘topyekun savaş’ta yok; biz ‘bomba’da yokuz, biz ‘atom bombası’nda hiç yokuz. Acaba bunun üzerine şu asırda olduğundan daha çok bombalar mı yağardı üzerimize? Acaba İslâm’ın ‘barış’ anlamına geldiğini anlatmak daha mı zor olurdu o zaman? Yoksa, gelecek güzel günler daha mı yakın olurdu bize? Daha az ölüm, daha çok hayat, daha az acı, daha fazla saadet, daha az fakirlik, daha fazla zenginlik, daha az baskı, daha fazla özgürlük, daha az savaş, daha fazla barış, daha az sapkın, daha fazla muhtedi mi olurdu İslâm dünyasında? Nasıl olurdu sahi?
***
Bunlar, şimdi doğmuş düşünceler değil benim dünyama. Bu düşünceleri ilk kez dile getirdiğim yıllar bir hayli geride kaldı artık. Ama ilk kez dile getirmeyi denediğimde de beni saran hüzündü, sonraki teşebbüslerimde de. Kiminde ‘pısırık’ oldum, öbüründe ‘solcuların tesirinde’ sayıldım, berikinde ‘hayalci.’ Ama ben bunu rüyamda görmüş de değildim, birileri inandığı noktada mücadeleyi bırakmayan biri olarak tanırlardı beni, ve şu veya bu ideolojiden insanların oyununa düşmemeye yetecek kadar aklım ve ferasetim de vardı. Ve, fıtratın sesini duyabilecek kadar da hassasiyetim. Olmadı ama. Benim gibilerin sesi duyulmadı savaş, silah, gösteri, kavga, tartışma sesleri arasında. Duymadılar bizi; ve biz de duyuramadık. Ve böylece, barış dini İslâm savaşla, hayat dini İslâm ölümle, sabrı ve merhameti emreden İslâm sabırsızlık ve öfkeyle, hakkı tavsiye eden İslâm üç-beş serserinin haksız eylemleriyle birlikte anılır hâle geldi. Birileri böyle istiyordu belki; ama biz de bu imkândan mahrum bırakmadık onları. Bir büyük barış çağrısı, bir büyük adalet daveti, bir büyük merhamet talebi üretemedik aramızdan. Kavga-gürültü arasında, güzellikler hep mevziî kaldı, hep yalnız kişisel hayatlarda gözüktü maalesef.
***
Yanlış anlaşılmasın; en az üçyüz yıldır ezilen, sömürülen, öz yurdunda parya durumuna düşürülen, hem dış mihraklar hem içteki despotlar yüzünden hayatı zehir edilen bir milyarı aşkın Müslümanın yaşadığı bu hâlin ortadaki öfke, hiddet ve şiddetle irtibatını görmüyor değilim. Görmem mümkün de değil zaten; aynı eziyete ben de maruz kaldığım için kendi içimde de aynı depreşmeleri hissediyorum zaman zaman. Ama durun bir dakika: Mekke’de yaşadığı daha beter değil miydi Hz. Peygamber ve sahabilerinin? Gözleri önünde Sümeyye ve Yâsir’in ölümünü; gözleri önünde Resûlullah’ın üçbuçuk sene ambargoya tâbi tutulup aç kalıp ölmeye veyahut teslim olmaya zorlanmasını görmemiş miydi onlar? Evet, Resulullah’ın hayatında hepsi üzerinde ‘hakkaniyet’ ve ‘meşruiyet’ mührü taşıyan; ve hiçbirinde ilâhî ölçülerin çiğnenmediği müstakim savaşlar da vardı. Ama, dikkat edin, ilâhî ölçülerin çiğnenmediği savaşlar! Çocukların, kadınların, yaşlıların, hastaların, mabedine kapanıp ibadetle meşgul olan insanların, tarlada işiyle meşgul olanların.. kısacası savaşanların tarafında gözükseler de doğrudan savaşan taraf olmayanların canlarına halel gelmeyen savaşlar!
Bu konuda, ashabını defaatle uyarmış değil miydi o? Haksız yere cana kıymaya karşı açık yasakları yok muydu Kur’ân’ın? Gelin görün ki, yaşadığı savaşlarda—yolculuk dahil—toplam dörtyüz küsur günü geçen Resulullah’ın hayatının geride kalan yirmiiki senesi nasılsa gözümüzden kaçıyordu? Sanki, Resul-i Ekrem(a.s.m.) kılıç asla elinden düşmemiş halde oradan oraya koşmuş gibi geliyordu bize. Hem, sanki, bugünün savaşları onun savaşları misali asil ve âdil savaşlar imiş gibi... Hayır; modern zamanların en iğrenç buluşudur ‘topyekun savaş.’ En iğrenç âletler ise, topyekun savaşın âletleri. Biz bu savaş oyununda yokuz. Biz bu savaş oyununda olamayız. Bizler mü’minleriz; bu savaşlar ne adalet ölçümüze uyuyor bizim, ne imandan gelen şefkat ve muhabbete, ne de bize Allah’ı en güzel şekilde bildiren hayata olan hürmetimize. O yüzden, uzun sözün kısası, savaşa hayır! Topyekun savaşa topyekun hayır! (Zafer Dergisinden alınmıştır.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.