Mehmet ERDOĞAN
Şefkat ve merhametin sui istimali
Şefkat ve merhamet,her insana Cenab-ı Hak tarafından verilmiş duygulardır. Her duygu ve davranışın, yanlış ve doğru kullanımı olduğu gibi;şefkat ve merhametin de; ifrat, tefrit ve vasat olarak üç farklı uygulaması bulunmaktadır. İfrat şekli: Aşırı acımak, tefrit şekli merhametsizlik veya merhamet edilmemesi gerekene merhamet;vasat şekli ise;gerektiği yerde gerektiği kadar acımaktır. Kastamonu Lahikasından arz edeceğim otuz altıncı mektupta; imani, içtimai, siyasi, şahsi ve hukuki açıdan önemli unsurlar bulunmakla beraber, şefkat ve merhametin uygulamadaki üç mertebesinin de örnekleri verilmektedir. En önemlisi de,yaklaşık seksen sene önce yazılmasına rağmen, günümüz olayları ile örtüşmesi bakımından, güncelliğini ve tazeliğini korumuş olmasıdır. Başka mektup ve risalelerde geniş izah ve açılımı bulunan bu mektupta Bediüzzaman başlıca şu konulara temas etmektedir:
1-İnsana verilen şefkat ve merhametin sınırları.
2-Haksızlara ve canilere merhamet ve şefkat etmek; esasen mazlum ve masumlara merhametsizliktir.
3-Şefkat ve merhametin yanlış kullanılması; insanı bid’at ve dalalete sürükler.
4-Şefkat ve merhametin yanlış kullanımı;Kur’an’ın pek çok ayetini inkar manasına gelmekle beraber, duaların kabulüne de önemli bir engel teşkil etmektedir.
5-Şefkat ve merhamet duygusunun doğru olarak nasıl kullanılacağına dair örnekler.
6- insan dışındaki varlıklara acırken dikkat edilecek hususlar.
7-Şefkat ve merhametin yanlış kullanılması; haksızlığa ve haksızlara taraf anlamına gelmektedir. Bu ise, iman zaafiyetinden kaynaklanan kalbi bir hastalıktır.
8-Affetme hususundaki yetki ve sınırlarımız.
9-Musibete uğrayan masumların elde ettiği kazançlar.
Üç bölüm halinde inceleyeceğimiz bu hususlarla ilgili olarak, Bediüzzaman’ın başka risale ve mektuplarındaki izah ve açıklamalarından da iktibaslar yaparak, konunun daha iyi anlaşılmasına gayret edeceğiz.
BÖLÜM-I
İnsana verilen şefkat ve merhamet duygusu, Allah ve Resulünün merhameti yanında son derece küçüktür. Bu hususu Bediüzzaman: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’an’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azimini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azim ve gayet derecede bir merhametsizliktir.’’ Şeklindeki veciz ifadeleriyle gayet mükemmel bir şekilde özetlemektedir. Çünkü insan bu şekildeki davranışı ile, hâşâ Cenab-ı Haktan daha merhametli imiş gibi bir tavır sergilemektedir. Bu ise cüretkarlıktır ve haddi aşmaktır.Öte yandan merhamet gibi görünen bu davranışın,aslında bir merhametsizlik olduğuna da; “Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır.[1]’’ Şeklindeki cümlesiyle açıklık getirmeketedir. Bu ifadeler ayrıca bir mugalâtayı da düzeltmektedir. Çünkü bu ters mantıkla birçok insan yanıltılarak yanlışa yönlendirilmektedir. Halbuki küfür ve dalâlet(in) kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azim’’ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesile’’olduğu “Hatta, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, "İstirahatimizin selbine sebep oldular" diye rivayet-i sahiha vardır.’’ Bu açıklamalarıyla, acıma duygusunun bu şekilde kullanılmasının, dini açıdan ne kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekmektedir. Sonuç olarak da, “kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam(ın)’’ hattı zatında “şefkata lâyık hadsiz masumlara şefkat etmeyip, hadsiz merhametsizlik’’ ettiğini ispatlamış oluyor. “Yalnız’’ cezaya “müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar’’ da zarar göreceklerinden elbette ki “onlara acımamak’’ mümkün değil. “Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet’’olduğunu beyan ederek, onları bu kategorinin dışında tutmaktadır.
Başka yerlerde yapılan açıklamalarda, haksızlığa ve musibete uğrayan kimselerin zayi olan mallarının, onlar için sadaka olup bakileştiği, çekilen meşakkat ve acıların ise günahlarına kefaret olduğu geniş olarak açıklanmaktadır.[2] Bu husus aşıdaki satırlarda da gayet güzel bir şekilde izah edilmektedir:
“Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu şiddetli kışta ve manevi, dehşetli, ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer ictimaî hayatında müthiş kanlı diğer tarz bir kışta, çırpınan biçarelere rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahimin hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Mânen denildi ki:
"Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakim ve Rahimin hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, dâire-i imkânda olamaz. Âsiler, cezalarını; masumlar, mazlumlar, zahmetlerinden on derece ziyade mükâfâtlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarının haricinde olan hadisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın." Ben de o lüzumsuz şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.’’[3]
“Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslama ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfâtları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, "Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh" diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.’’[4]
Hatta “Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfât vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.’’[5] Sözleriyle,hem onlara müjde vermekte,hem de aşırı merhametin verdiği ızdırabı gayet hafifleştirmektedir.
Görüldüğü gibi bu açıklamalarıyla Bediüzzaman, insanlara acırken ne kadar ve nereye kadar acınmasının sınırlarını gayet açık bir şekilde belirtmiş olmaktadır.
BÖLÜM-II
Şefkat ve merhamet duygusunun yanlış kullanıldığı yerlerden birisi de, insanların dışındaki canlılara karşı duyulan aşırı acımadır. Hâlbuki insan, kâinatta cereyan eden acıklı olayların hikmet ve gayelerini, “neden’’ ve “niçin’’ lerini tam olarak ihata edip çözemediğinden; bu davranışı ile aslında acı çekerek kendine zarar vermektedir. Ayrıca rahmete aykırı gibi görünen bu olayların hikmetini anlayamayanlar; Cenab-ı Hak’kı haşa merhametsizlikle itham ederek, Ona karşı bir düşmanlık hissine kapılmaktadırlar. İmanın sırrıyla çözülebilen bu hususu Bediüzzaman, aşağıdaki satırlarda gayet güzel bir şekilde izah etmektedir. Bu açıklamalar aynı zamanda şefkat duygusunun doğru kullanımına da örnek teşkil etmektedir.
“Bir zaman, bahar mevsiminde temâşâ ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelân içinde, kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlûkatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der’akap kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazin görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu: "Of, yazık! Ah yazık!" diyerek bu ahların, ofların altında derinden derine bir vâveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm.
Hem, nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temâşâ ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamakla şekvâ etmek istiyor; "Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?" Diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnucuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemâlâta meftun ve güzelliklere müptelâ ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim ve duygularım feryat edip bağırıyorlardı ki: "Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fenâ ve zeval nereden gelip bu biçarelere musallat olmuş?" diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda, birden nur-u Kur’ân, sırr-ı îmân, lûtf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün "ah" ve "of"larımı ve ağlamalarımı sürurlara ve yazık demelerimi maşaallah, barekâllah’lara çevirdi; "Elhamdü lillahi alâ nûri’l-îmân" dedirtti. Çünkü, sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki:
Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler. Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder. Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini aynacıklarda kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye (Yirmi Dördüncü Mektupta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır. Ve böyle faydaları ve neticeleri vermekle beraber, mesrurâne terhis mânâsında bir zâhirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer, yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm; "Oh, elhamdü lillâh" dedim.’’[6]
ON YEDİNCİ SÖZ de yapılan aşağıdaki açıklamalar da, bu konunun başka açıdan bir izahıdır.
“Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar.’’[7]
Görüldüğü gibi iman gözü ile bakıldığı zaman, merhametsizlik gibi görünen olayların, aslında pek çok hikmetler içerdiği anlaşılmış olmaktadır. Bu konu, Mektubat adlı eserin yirmi dördüncü mektubunda, çok daha detaylı olarak izah edilmektedir.
BÖLÜM-III
Haksızlığa ve haksızlara taraftar olmak suretiyle, şefkat ve merhametin yanlış kullanılması hususuna gelince; Bediüzzaman’ın bu konuda çok hassas davrandığı görülmektedir. “ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.’’ Şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bu durumun, dini açıdan önemine vurgu yapmaktadır. İlgili mektuplardan iktibas ettiğimiz aşağıdaki açıklamalardan; “haksızlığa ve haksızlara taraf olmama’’ prensibinin, Risale-i Nur hizmetinde temel bir ilke ve kırmızıçizgilerden biri olduğu anlaşılmaktadır. Hatta “haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmamayı’’[8] Risale-i Nura dost olabilmenin şartı saymaktadır. Ayrıca bu durumun,duaların kabul edilmemesine ve umumi musibet ve belaların gelmesine sebep olduğu aşağıdaki açıklamalardan gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır:
“Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selamet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususi iki sebep ihtar edildi.
Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. (HAŞİYE) Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.(Bu ifadenin açılım ve izahı Kastamonu lahikası 84-85. Sayfalardaki mektupta yapılmaktadır.)Bu asırdaki ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; "Biz buna müstehakız" derler…..
Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.’’[9] Son derece önemli olan bu hukuki kaide; toplumdaki adalet kaygılarını gidermesi ve kan davalarının önüne geçmesi bakımından, büyük ehemmiyet arz etmektedir.
Eşref Edip’le yaptığı mülakatında, bir Müslüman’ın düşmanını tanımayarak ona taraf olmasının sebebini de şöyle açıklamaktadır:
"Bana ıztırap veren," dedi, "yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!"[10]
“O musibet sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar.’’[11] İfadesiyle bu hatanın dehşetine vurgu yapmaktadır.
“Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur, meyletse (Zalimlere meyletmeyin meyletmeyin;aksi takdirde ateş size dokunur.) ayetine mazhar olur.’’[12] Açıklamasıyla, bu şekildeki taraftarlığın aslında Kur’an tarafından yasaklandığına işaret etmektedir.
“ İkinci nokta âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız Âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.’’[13] İfadesiyle işin dehşet ve vahametine tekrar vurgu yapmaktadır.
“Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız boynunda kalır.’’[14] İfadesi ile de, bu taraftarlığın, kişiye günah kazandırmaktan başka bir fayda sağlamadığını beyan etmektedir.
“Ehl-i dalalete taraftar olan ehl-i imanın, bilhassa veli olarak bilinen, gerçekte ise meczup olan, (yani muhakeme-i akliyesi yerinde olmayan ve dostunu düşmanını tefrik edemeyen bir kısım ehl-i velayetin); ehl-i imanın mağlubiyetine nasıl sebebiyet verdiklerini ise aşağıdaki ifadeler gayet güzel anlatmaktadır.
“Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu, hem beni men etti.
Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icraatında bir kuvve-i mâneviyenin teshilâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebirle değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım. "Fesübhânallah," dedim… müthiş bir cereyan-ı dalâlete ehl-i hakikat taraftar çıkar mı?" dedim. Sonra, bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, "Mühim bir suale cevap" namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, Bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez… İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.’’[15]
Körü körüne bu gibi yanlışlıklara alet olanların mazur sayılamıyacağını,bu hususta sözlerin değil davranışların önemli olduğunu ise, aşağıdaki haşiye,net bir şekilde özetlemektedir:
Haşiye:”O biçareler, "Kalbimiz Üstadla beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın "Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır" demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir."[16]
Aslında haksızlığa taraftar olmama; Bediüzzaman’ın bütün hayatında takip ettiği bir prensiptir. Yani “Eski Said’’ olarak adlandırdığı dönemde de, bu hususa çok önem verdiği görülmektedir. İngiliz işgali karşısındaki kullandığı aşağıdaki sert ifadeler, bu hususu çok çarpıcı bir şekilde isbat etmektedir:
“Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için: İnsanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menba’ları ve tabiatlarındaki muzır ma’denleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimin(in) hırs-ı intikamını, kimin(in) hırs-ı câhını, kimin(in) tama’ını, kimin(in) humkunu, kimin(in)dinsizliğini, hattâ en garibi, kimin(in) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
Der veya dedirtir:"Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?"
Şu vesveseye karşı deriz:
Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.
Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adâvet etmek demektir. [17]Hutuvat-ı Sitte:99
S- Neden bu kadar (İ.G.Z.) den nefret ediyorsun? Musalahasını da istemiyorsun?
C- Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, manen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.Edirne Câmii’nde, bir İslâm hocasının lisanıyla, Venizelos gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilafette, müslümanlar lisanıyla hizb-üş şeytan olan (İ.G.Z.), Yunan askerlerini halaskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidîni cani, zalim söylettirdi. Acaba bir vâlide o dereceye getirilse ki; çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmayarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlâk-ı sâmiye intıfa etmesin?!. [18]
“S- Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet, ecnebîye lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani’ olan ecnebî kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.’’[19]
S- O sail-i meçhul, tekrar der: Cerbeze nedir?
C-) Müteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir. İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder.
Elhasıl;Cerbeze bir hâkimdir.. Yalnız seyyiat tarafını konuşturmamalı, onun hasmı olan hasenatı da dinlemeli. Sonra müvazene edip, mizan-ı haşirdeki hükm-ü âdilane gibi, racih gelene muhabbetle hak vermelidir.
S- Efkâr-ı hazırada cerbeze nasıl bir tesir etmiştir?
C- Bak, o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti, ne safsatalı bahanelerle: bilmem hangi tarihte Kırım’da bize yardım etmiş gibi yavelerle, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar.Hem Sübhan Dağı kadar, İslâmiyet’in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidîni,acib bahanelerle en fena derekesine indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar.[20]
"İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?" sorusuna Bediüzzaman:“Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan… Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır. Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir"[21] şeklinde cevap vererek, İttihad ve Terakkiye dış düşmanla beraber olarak hücum etmemesinin gerekçesini açıklamıştır.
Görülüyor ki Bediüzzaman; İslam düşmanlarıyla dostluk kurarak, onlara tarafdar olup acıyanlara asla müsamaha göstermemektedir. Günümüzde İslam aleyhine cereyan eden olaylarda dış güçlerin, bilhassa İngiliz parmağının olmaması mümkün mü? Öyle ise kiminle beraber kimlere karşı olunduğuna ve kimin safında bulunulduğuna çok dikkat edilmelidir.
[1] -Kastamonu lahikası:48-49
[2] -Sözler:277
[3] -Kastamonu lahikası:169
[4] -Kastamonu lahikası:48-49
[5] -Kastamonu lahikası:79
[6]-Şualar: 18-19
[7] -Sözler:186
[8] -Mektubat:329
[9] -Kastamonu L:24
[10] -Tarihçe-i Hayat:542
[11] -Kastamonu L:151
[12] -Kastamonu L:160
[13] -Mektdubat :345
[14] -Kastamonu L:161
[15] -Mektubat :328
[16] -Mektubat :401
[17] -Hutuvat-ı Sitte :99
[18] - Asar-ı Bediiyye :84
[19] - Asar-ı Bediiyye :84
[20] - Asar-ı Bediiyye:82
[21] - Sünuhat :67
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.