16. Sözün hatırlattıkları-2

İsmail BERK

Bir daha birinci maddemizi toparlarsak, üç nokta dikkatimizi çekmektedir;

Birincisi, konuya girişte, ortaya konulan amaç, hedef ve işleyiş ile alakalı takdim.

İkincisi, soru sorma tekniğinde nefse sordurulan kaliteli, akıl çelici ve rakibin iddialarını kendi metninde rahatlıkla ifade etmesine imkan tanıyan eşit şartlarda müzakere ve münazara şekli.

Üçüncüsü ise nefsin/rakibin/muhatabın/muhalefetin çelişki noktası, kritik sorgusu ve net olarak ne istediği açıkça ifade edilmesidir.

 

Nefsin tatminine vesile olmayı hedefleyen bu risale, sonuçta vesilelik cihetini elden bırakmamaktadır. Bediüzzaman’ın burada kendisine biçtiği rol veya bu konudan beklediği sonuç, nefsin tatminine “medar olacak” vesileliktir. Bunu aşan bir tavır ve tutum, hakikatin ince ruhuna ve ihlasın zarif dokusuna aykırıdır. Üstad, aksi durumda, kabul yerine  nefis hesabına inada dönüşecek bir zıtlaşmaya  sebebiyet verileceğinin farkındadır.

 

Bediüzzaman, burada görev sınırlarını başta ortaya koymaktadır. Sadece bir vesiledir. “Medar olacak” bir niyetle yola çıkmaktadır.

Sorunun en sonunda, “akla teslim edecek bir izah” istenmesi ile başta  “itminan-ı nefsime medar olacak” dediği kısımlar arasındaki ilişkiye/bağa/bağlantıya/tutunma noktalarına da değinmek isterim:

 

a-Öncelikle, tatminin muhatabı olarak “nefsime” diyerek, kendisine istemektedir. “Nefsim” dediği süreçte, kendini ıslahını esas almaktadır. Muhatap bizzat nefsidir.  Bir başkasının alınganlığına/aksülameline sebep teşkil edecek ve mesajlar taşıyacak yüklemeler ve yönlendirmeler ile “söz/laf atma”, dokundurma üslubundan uzak durmaktadır.

 

b-Kendisi bile yazsa, “nefsime” dediği, kendisine  hitap ererken bile, izahların ve sünuhat kabilinden risale hakikatinin tatmin bekleyen nefsinden ari, ayrı bir nezihlikte ve konumda olduğunu ortaya koyan bir “medar olacak” vazife vermektedir.

 

c-Önce nefsinden başlama, onu tatmin etme ve nefsine ders verirken, ders verme/izah etme makamının nefsine ait olmadığını ve “dellallık” olduğunu göstermektedir.

 

d-Bizzat ders alan Bediüzzman’ın  nefsi ile dersi veren Kur’an dellalı Bediüzzaman arasındaki farkı ince bir nazarla göstermektedir.

 

e-Nefsi tatmin edecek sonucun, ”aklı teslime sevk edecek” isteğin karşılanması ile mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Başta nefsini tatmin hedefi var, sonuçta ise “aklı teslim” edecek bir istek var. Son istek, doğru bir zeminde muhakeme ve akıl kotlarını, doyurucu bir tarzda ilmi ve akli bir içerikle inşa ederse, aklın nefse göndereceği direktiflerle sonuç değişecektir.

      

2-Tam bu noktada bir soru daha  kendini gündeme taşımaktadır:

Ne değişecek?

Bireyin nefsinde yaşanacak tatmin,aklın teslimiyet alanında hakikati düşünme zevki ile birlikte  yeni bir sonuca taşıyacaktır,yani değişim yaşanacaktır: “Zulmeti dağıtacak şu ayetin nuru” söz konusu olacaktır.

 

Nefsin tatmini bir, aklın teslimi iki, üçüncüsü ise zulmetin dağılması olmaktadır. Bunun içinde “ayetin nuru” aydınlatıcı olmaktadır.

 

Peki risalenin hükmü nedir?

Sadece “Medar olacak” süreçler bütünü. Vesilelik ciheti. Hidayet verici makama,nefse tatmin verecek zata,aklı teslim ettirecek kudrete ve zulmeti dağıtacak ayet nuruna vesile olma halidir.

 

Burada,bir soru daha akla gelebilir:

 “Neden bu konu yazıldı. İhtiyaç var mıydı? Zaten iman ettiğimiz,bildiğimiz bir meseleyi,bu kadar  aklı işin içine çekerek izah/ispat  etmeye gerek var mıydı?” denilse, benzer sorular sorulsa, elbette meraklısı cevabını bulma hakkına sahiptir.

Nitekim giriş paragrafında, -zaten bir cümledir-  “Zulmeti dağıtacak ayetin nurundan dört şuaı kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır.” denilmektedir.

Demek ki; Nur kaynağı olarak direk Kur’an seçilmiştir. Risale-i Nur’un en belirgin farkı budur. “Mucizat-ı Kur’aniyedir.” Dolayısıyla küfür zulmetini, inkar karanlığını aydınlatacak ışık/nur, Kur’an ayetleridir. O’na bağlanmıştır. Beşeri kaynakların akıl tutulması veya zihni keşmekeşliğinden aridir.

 

a-Ayetin nuruna bağlı olarak yansıtıcı,ışığı kaynağından alıp bize sunan bir şua gerekmektedir. Risale-i Nur, şua kabilindendir. Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur, dava değil, dava içinde burhandır” demesi de bu hükmü doğrulamaktadır. Risale-i Nur’un temel eserlerinden biriside şualardır.

 

b-Ayetin,zulmeti dağıtacak nurunu “Dört şua” ile açıklaması,sınırlı,tahditli bir şua ile bize sunulduğunu göstermektedir. Yani, daha fazlası mevcutken, bizim ihtiyacımız olan, nefsi tatmin edecek düzeyde kalınmıştır. Ayrıca, ayetin nurunu sınırsız izah ve anlamaya matuf  ezeli ilmin parçası olduğunu nazarlara sunmaktadır.

 

c-Gösterilen “Dört şua” ile “Kör nefsime basiret vermek” duası ve talebi var Bediüzzaman’ın. Aynı zaman da, bu risalenin yazılış sebebi olmaktadır bu ifade. Ortada, “Kör nefsime” dediği, hakikate gözünü kapamış, ehadiyet tecellilerini okuyamayan ve göremeyen kör bir nefis var. Böylesi kör bir nefse/nefsimize, öncelikle “basiret vermek” gerekmektedir.

Basiret, risalenin berkenar lugatında “Görüş,seziş,gerçekleri anlama duygusu” olarak açıklanmaktadır.

     

Bu çerçevede bilmemiz gereken mesaj; eğer “Kör nefis” tespitinde samimi olarak hemfikirsek,buna kendimizi inandırmışsak ve açmamız gerektiğine dair bir çabanın içindeysek, ona “basiret vermek” zarurettir.

Halk arasında “Allah basiret versin.” denmesi, bu ihtiyacı doğrular mahiyettedir. Bu gözle bakıldığında, basiret sağlayıcı süreçler söz konusudur. Basireti verdirecek işleyişin iyi tanımlanması icap  etmektedir.

Akla yol bulacak, nefse tatmin verecek sonuçlar için,kör tapa gibi müspeti kapatan  nefsi açmak  gerekiyor. Akıl gözü ve kalp gözünün açılması sağlanmalıdır.

 

berk@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.