İlim Yayma Cemiyeti’nin 60. Yıl toplantısında, “Eski çamlar bardak oldu!” diyerek benimle konuşmaya başlayan yarım asrı devirmiş ‘derviş ruhlu’ cemiyet mensubu elini omzuma atarak sözlerine şöyle devam etti: “Şimdi devir çok değişti, yeni usullerle gençleri kazanmak ve hayrî işlere yönlendirmek gerekiyor. İmam Hatip Okullarını açtı bizim cemiyet, çığır açtı bu sahada. Ama bizden öncekiler önümüzü açmasaydı biz ne yapabilirdik ki! Şimdi ön açma sırası bizde.”
Mahmut Celalettin Ökten (1882-1961), “Ashab-ı Hayr”dan 68 arkadaşıyla, 1951 Ekiminde kurmuş İlim Yayma Cemiyeti’ni. İslâm harflerinin kaldırıldığı, ezanın yasaklandığı, medreselerin ve tekkelerin kapatıldığı, sehpalarda sarıkla sallanılan devirlerin büyük oranda bittiği bir devirdi ellili yıllar.
Dehşetli ‘cinnet dönemi’ geçmemişti henüz ama en yırtıcı, en karanlıklı yıllar sona ermişti. Lâkin ‘kaht-ı ricâl’in her sahada tüm şiddetiyle hissedildiği ‘yalancı bahar’ mevsimiydi o dönemler. Cenaze yıkayacak imam bulunamıyordu, zira henüz ayaklı cenâzelerin devri sona ermemişti.
İşte bu şartlarda yeni bir arayışın ürünü olarak kurulan İlim Yayma Cemiyeti, o gün bugündür önemli bir boşluğu doldurdu. Bir nesle hem mektep hem sığınak oldu.
1951’e de hiç kolay gelinmedi.
1951’de büyük oranda yollar açılmıştı.
Hem de büyük bedeller ödenerek!
Mahmut Celalettin Ökten’in Fatih’teki Şekerci Hanı’nda birlikte kaldığı sırada görüştüğü Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri o tarihe kadar, en çetin şartlarda; sürgünlerde, zindanlarda yazdığı eserlerle, yetiştirdiği talebelerle, açtığı medreselerle ihtişamlı bir iman ve Kur’ân hizmeti tesis icra etmişti. Kur’ânî bir çığır açmış, nebevî bir sistem kurmuştu Hazreti Üstad. Cemil Meriç’in ifadesiyle ‘teceddüt dalgası’ Nur Risâlelerinin nûrânî setti önünde duraklamış, Sezai Karakoç’un yerinde tespitiyle oksijensiz kalan Anadolu’nun ciğerlerine iman oksijeni Risâle-i Nurlarla dolmuştu. ‘Kara Kardan Adam’ erimeye meyletmiş, muallimlerin eseri olması beklenen ‘yeni nesil’ ‘diriliş ve direniş’ devrini yaşamaya başlamıştı.
Bundan 100 sene önce, 1911 senesinde, İstanbul’dan Van’a dönerken, Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesi’nde bir Rus polisiyle konuşan Bedîüzzaman Hazretleri, şimdiki ‘bahar’ı haber verdiği yıllarda âlem-i İslâm paramparça idi. “Şaşarım senin ümidine!” diyen Rus’a Bedîüzzaman Hazretleri, “Şaşarım senin aklına!” diye istikbâlde doğacak nuru haykırmıştı. İslâm’ın her bir evladının, (Mısır’ın, Hindistan’ın, Türkistan’ın) tahsile gittiklerini ve şehâdetnâmelerini alacağı vakitleri müjdelemiş ve “Lâ Taknatû” kılıcıyla ye’sin başını kesmişti!
O tarihten 40 yıl sonra, 1951’de, ‘kara kış’ bitti Türkiye’de. ‘Türkiye Baharı’nın ilk alâmetleri belirdi. 2011’de de bahar çiçekleri açtı çok şükür...
Bugün ‘Arap Baharı’nı konuşuyorsak şayet; bu inkılaplarda, bundan 100 sene önce, Tiflis’te verilen müjdenin arkasından İslâm âleminin merkezi Türkiye’deki cansiperane çalışmaların payını unutmamamız lazım. ‘Sahabelerin küçük kardeşi’ mesabesindeki yüzbinlerce iman ve Kur’ân hizmetkârı, âhirzamanda birer saadet asrı sâkini gibi sünnet-i seniyeyi yaşayıp yaşattılar, Kur’ân’ın harflerini, hakikatlerini, dilini unutturmak isteyenlerin niyetlerini kendilerine unutturdular.
Şimdi, hayati sorular şunlar: On yıl sonra (2021) veya yirmi yıl sonra (2031) neler bekliyoruz? Bu beklentilerimize ulaşmak için nasıl bir çalışma planlıyoruz? Bugüne kadar büyük fedakârlıklarla getirilen bu hizmetleri daha ilerilere ve tüm dünyaya taşımak için yeni neslin elinden nasıl tutuyoruz? Yarının pişman olanlarından olmamak, bugünün pişdarlarından olmak için neler yapmak gerekiyor?
Soruların cevaplarını düşünürken, geçtiğimiz asırda İslâm’a hizmetleri geçenlerin ruhuna birer Fâtiha okuyalım lütfen.
Yeni Akit