Hasan Usta ile Mehmet emmi nakliyecilik yapmaktadırlar.
Haftanın üç dört günü birlikte seyahat etmektedirler.
Mehmet emmi her gördüğü şeye sinirlenen ve her fırsatta ağız dolusu küfürler eden bir tiptir.
Hasan Usta ise tam aksine son derece mülayim ve bir o kadarda itikadına düşkündür.
Bir Cuma günü yine seyahate çıkacaklar, Mehmet emmi kamyona binince Hasan Usta:
Al şu yirmi lirayı bu senin bu günkü ekstra yevmiyendir.
-eee!!
-“Yalnız senden ricam ne yapıp edip bu gün küfür etmeyeceksin.”
Mehmet emmi bir iki başını sağa sola sallar içinden “lahavle” çeker ama yirmi liraya da dayanamaz.
-“Tamam” der.
Ve yola çıkarlar.
İlçeden ile doğru biraz yol alıp ana yola vardıklarında birde ne görsünler;
Nasrettin Hoca misali adamın biri tersten merkebe binmiş ve onunla da kalmamış ana yolun tam ortasında gitmektedir.
Gel de Mehmet emmi dayansın.
Bir öksürür iki öksürür sonunda elini cebine atıp;
“Al Hasan usta! Bu senin verdiğin yirmi lira bu da benim sözümden döneceğim için ekstra yirmi lira ki ben bu adamın geçmişinden geleceğine başlayayım.”
***
Teşbihte hata olmasın.
Bazen öyle olaylar yaşarız ki, öyle sözler işitiriz ki ve bazen de öyle yazılar okuruz ki ne kadar mülayim olursan ol ne kadar geniş olursan ol dayanamazsın.
Bazen küfredersin bazen buğzedersin bazen de Allah’a havale edersin.
Ve bazen de güler geçersin.
Aslında bu yazıma sebep olan öylesine sadece gülüp geçeceğin bir yazıdır. Lakin son zamanlarda yukarda dediğim gibi her türlü haleti yaşatan yazılar ve sözler çok olmaya başladığı için bir genelleme babında böyle bir giriş yaptım.
İşin doğrusu, kim ne derse desin çok kötü zamanları çok gerilerde bıraktık.
Bu gün “Allah adına imaen bile bahsedilmesin” diye emirlerin verildiği basın dünyasından hâşâ Resulullah’ı “çöl bedevisi” diye tarif ettikleri bir yazarlar meydanından “Şeyh Said’ Said-i Nursidir“ diyen aydınlar(!) caddesinden Üstad hazretlerinin Ankara’ya gittiğinde söylediği; “Ankara'da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden,” dediği zülümatlı çağlardan öyle bir zamana gelmişiz ki;
En olmadık yazarlar kutlu doğumla ilgili güzel yazılar yazıyor.
Risale-i Nurla ilgili Nurcuların dışında bile açılımlar yapan ilim adamları çıkıyor.
Hatta insan Ankara’ya gittiğinde artık “en kara halet-i ruhiyeler” hissedilmiyor.
Daha da önemlisi o bildik zihniyetin en pirlerinden Sayın Bekir Coşkun bile Hz. peygambere laf edilmeyeceğini kabulleniyor.
Bu bana çok farklı şeyler çağrıştırıyor.
Onların penceresinden meseleye baktığımda müthiş bir kabullenmenin olduğunu görüyorum.
Onlar ki tüm güçleriyle, arkasına aldıkları tüm devlet imkânlarıyla, bugün ortaya çıkan tüm Ergenekonlarıyla, bir zamanların tüm medyasıyla ve tüm öğrenim kurumlarıyla, hatta en tepeye koydukları tüm kanunlarıyla peygamber sevgisinin yerine Atatürk sevgisini yerleştirmek istediler.
Öyle ki ülkenin ve tüm halkın görsel alanlarında, kamusal alanlarda sinema ve romanlarında, hikâyelerinde, çocuk yayınlarında, çizgi filmlerinde, gençliğin tüm ilgi alanlarında, sporda, müzikte, tiyatrolarında, köy evlerinde, halkevlerinde, yani buna benzer şimdilik aklıma gelmeyen tüm “toplumsal hareket alanlarında” maneviyata ve Resulullah’a asla yer verilmiyordu.
Buna mukabil; ulusal bayramlarda ise şiirlerinden konuşmalarına kadar, çocuktan en büyük mertebelisine kadar tüm himmetleriyle Atatürk’ü yerleştirmek istiyorlardı.
Oysa şimdi yaklaşık 90 yıldır bu kadar uğraşlarından sonra vardıkları nokta sadece Hz. Peygamberin adının yanına Atatürk’ü koymak olmuş.
Yani Resulullah’ı o kadar görmezlikten gelmelerine rağmen, o kadar iç âlemlerinden yok kabul etmelerine rağmen bu gün ister istemez “ikisine de laf edilmediğini” söylüyor.
***
Bana sorarsanız; ben sadece “söylüyor “derim.
Çünkü gerçeğin böyle olduğuna kani değilim.
Ben de bir Anadolu insanıysam ben de kendim kadar bir gözlemciysem ve ben ilkokulu bitirdiğimden bu yana hiçbir 23 Nisan bayramına katılmamışsam ve kesinlikle halkın arasında asla her hangi bir coşkuyu hissetmemişsem.
Gerçekten “sadece söylüyor “derim.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da devlet büyük yanlışlıklar yapmıştır.
Üstadın dediği gibi; bütün himmetlerini dünyaya verdikleri halde onu da becerememişler.
Defalarca ihtilal yaptılar. Başbakanlar astılar sudan bahanelerle hükümetler devirdiler meclis çoğunluğunu asla kale almadılar.
Şimdi sorarım size; 12 Mart muhtırasını hissetmiş 12 Eylülü bizzat yaşamış, kurulan bir sürü hükümetlerin basit kurt kuzu hikâyesi gibi “suyumu bulandırdı” oyunlarıyla alaşağı ettiğini görmüş, 28 Şubatı tüm zülümatıyla yaşamış benim gibi bir vatandaş resmi bayramları nasıl sevecek? Bayramın etkinliklerine nasıl katılacak? Söyledikleri sözlerin hangisine inanacak?
Devlet; “muasır medeniyetler seviyesine” gelmesi için verdiği uğraşları gür seslerle ilan ederken, çağın bütün fen ve felsefesine meydan okumuş, gelmiş geçmiş tüm filozofların boğulduğu denizi topuklarını ıslatmadan geçmiş, yaşadığı asra ve bundan sonra gelecek asırlara hükmetmiş bir Bediüzzaman’ı o kadar haksızlıklara maruz bıraktığını gören hiçbir insan ne o bayramlara katılır ne de söylenenlere inanır.
Her neyse ben de sayın editörüme 20 lira verip içimi dökmek istedim ama yinede Mehmet emmi gibi sansürsüz konuşamadım.
Yinede laflarımı yuvarlatmak zorunda kaldım.
20 liraya sansürsüz konuşmak
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.