Sevgili dostum;
Dünkü mektupta geldiğimiz konum itibariyle yorulduğumuzu, ikimiz birlikte bulunduğumuz bu noktada insan yorgunu olduğumuzu söylemiştim. Ama bir o kadar da deneyimimizin olduğunu da söylemesek kendimize haksızlık etmiş oluruz, öyle değil mi sevgili dostum.
Elbette bu günlere sürünerek geldik ve elbette acılarla yoğrulduk; bu böyle olunca deneyimlerimiz de o nispette güçlüdür. Artık daha zirvelere tırmanırken, ayağımıza takılan çakıl taşlarına o kadar önem vermeyiz. Duygularımız da bir tür nasırlaştı artık. Duyum eşiklerimiz kalınlaştı. İstanbul’un o meşhur Çamlıca’sında duyduğumuz türdeki acıları çekmiyoruz elbette. Onların hepsi birer nostalji oldu; onları hatırladıkça haz alıyoruz şimdi. Ama zirvelere tırmanırken, daha başka acılar duymamamız da mümkün değil. Zirvelere ancak acılarla çıkılır zaten. Bu nedenle diyoruz ki, acılar bizim en büyük terbiyecimiz.
Biz yılın en uzun soluğunu almaya çıktık ya, üç yüz altmış beş gün içinde elbette her şeyi göze aldık. Yirmi birinci gün yılın zirvesi, en uzun nefesi ve en uzun gün ışığıdır. Ve dolayısıyla o gündeki birlikteliğimizde en uzun nefeslerimizi alacağız, en uzun gün ışığında yılın en uzun dostluğumuzu kutlayacağız. Bu zaman tünelinin zirvesinde öteleri çağrıştıran sohbetlerimizi ikimiz duyacak kadar sessiz yaparak gün boyunca olduğu gibi ertesi sabaha, tan yerinin ağarmasına kadar sürdüreceğiz elbette. O günkü birlikteliğimizde uyku gözümüze tutmayacak; öylesine bir hazzı birlikte yaşayacağız ki, melekler bile bize gıpta edecekler. Çünkü bu uzun soluklu dost sohbetinde aramıza ne bir insan ve ne de başka bir nesne girmeyecek. Hep sevgi, vefa sözcükleri dönüp dolaşacak ikimizin arasında. Bize yapılanların hepsini affedeceğiz. Bizim yaptıklarımızdan da af dileyeceğiz. Bu uzun suluklu dost sohbetinde biz, biz olacağız ve konuşmalarımız hep kendimizi hedef alarak vurgulayacak. Anlayacağın bu uzun solukta kendimizin farkında olacağız; bir büyük gücün karşısında olacağız. O gücün karşısında boynumuz eğik ama alnımızda büyük teslimiyetin parıltıları olacak.
On gün öncesinden alacağımız uzun nefesi işte yirmi birinci günde bütün gücümüzle vereceğiz ve dolu dolu bir nefes alacağız ki, içimizdeki bütün süprüntüleri söküp atacak. Ah dostum; ne de hasretiz yalınlığa, sadeliğe, teslimiyete, çocuksu masumiyete, günahsızlığa ve kin, ihtiras ve intikamsızlığa! Yirmi birinci günün zirvesinde geçmişe, üç yüz altmış beş güne bir bakacağız ki, geride kalmış. Orada yalnız günahlarımız kalmış. Biz bu uzun solukta bir başınayız, yani birlikteyiz. Bir büyük tövbenin eşiğindeyiz.
Bu on günlük yolculuğumuzda geldiğimiz noktaya nasıl geldiğimizin nostaljisini yaşayacağız elbette. Süründüklerimizi ve haksız yere horlandığımızı da yeniden yaşayacağız bu on günlüğün aksesuarı olarak.
Sevgili dostum! Sen ve ben elbette bir ikiliyiz; sen ben ve ben sen olan bir ikili. Acılarımız da sevinçlerimiz de bir. İkimiz de aynı duygularla bağlanmışız ayni zirveye. Araçlarıyla amaçları bir olan bir ikili, elbette zirveye çıkar ve oranın engin hazzına da erişir. Oranın en büyük hazzı, bence kendimizi tam bir aciz kabul etmektir. Acizliği anlamak, hem bir başlangıcın ve hem bir sonun anahtarı…
Zirvelere herkes çıkabilir mi? Elbette zirvelere çıkmanın bir öncesi olmalı. Çıkıyorum demekle çıkılmaz elbette. Uçmakla da oraya varılmaz. Mutlaka sürünmek, acı çekmek ve çile dönemi gerek.
Sevgili dostum; acı çekmek, elbette salt bir işkence değil. Acılanacağımız o kadar şeyler var ki hayatımızda! Hem etki alanımızda ve hem de ilgi alanımızda çok şeyler var dertlenmemiz için.
Bana neciliği sevmem ben, bilirsin. Başkasına olanı bana olmuş bilirim. Senin de başkasını kendine her zaman tercih ettiğini bilirim. “Îsar” hasleti sende büyük bir değer. İkimiz birlikte kendimize ağladığımız gibi başkalarına da ağladık. Yirmi birinci güne doğru hem ağlayarak ve hem gülerek ilerliyoruz.
Kal sağlıcakla, sevgili dostum.