Yirmiikinci Sözün birinci makamı beş-altı sahifede kainat kitabını yine ondan okuyarak izah ediyor. Öyle sanatlı bir anlatım ki bir kurgusu var. Kainatın anlamını anlatan elbette sanat, felsefe, din, mitoloji, roman gibi çok metinler var. Zola, Balzac, Stendhal, Hugo gibileri, Kant, Decart, Schelling daha başkaları kim gelirse gelsin hayatın anlamını bu kadar net ve yerine göre ironik, temsili hikaye tarzında, bir perdenin arkasından, hayatın realiteleriyle dinin realitelerini birbirine mezcederek anlatan bir insan yok. Onları az çok bilirim, keşke bu konuyu bir sanat felsefeciler heyeti ile tartışsaydık. Yüz yıl geçti Allah’ım ne zaman? Kapısının önünde oturduğumuz büyük büyük sanatçı, ne zaman geleceksin? Bu kaçıncı bahar?
Cahit Sıtkı bir sonbahar serinliğinde bir ağaçlıkta hayatın faniliğini bağırmayan ölüm imajları ile okuyor. Büyük şairin kullandığı dile bak, gerçekten büyük şair:
Gitti gelmez bahar yeli
Şarkılar yarıda kaldı
Bütün bahçeler kilitli
Anahtar Tanrıda kaldı
Geldi çattı en son ölüm
Ne bir yemiş ne bir çiçek
Yanıyor güneşte petek
Bütün bal arıda kaldı
Bunu Alaattin Yavaşça o yavaş ve mutlu bir hüzün sesiyle okuyor. Bediüzzaman “dil, din bir ise millet birdir” diyor. Bu şiir ve Cahit Sıtkı “Türkçem benim ses bayrağım” diyor. 22. Sözde kullanılan Türkçe evet Türkçe Bediüzzaman’ın elinde. Fakat o farklı notaları olan bir piyano gibi kullanıyor. Ağaçlıkta güneşli bir havada okudum bazı cümleleri birkaç kere okudum, ağladım, maşallah, berakallah dedim. Bu nasıl derinlikli ve seçilmiş bir dil ile konuşuyor.
Namık Kemal boşuna dememiş; “Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi/Yazılsın sengi kabrime vatan mahzun ben mahzun.”
Erdoğan ihmal edilmiş bir ormanda her gün ağaç buduyor. Ne yapsın gariban ekerken denetlenmeyen bahçe, it oynamış yonca tarlasına döndü, kimini kov kimini öldür. Bediüzzaman boşuna adam yetiştirmek istememiş.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Ak Parti olaya nesil yetiştirmek şeklinde girmediler. İki havuz birbirine denk. Denge bir yıkılırsa ne olur Allah bilir. Allah ordumuza, başkumandanımız Erdoğan’a sabır versin. Yahya Kemal istiklal harbimizi anlatır bir şiiri ile. Bunu Erdoğan da geçen gün okudu. Bu bir dua şiir.
Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın
Galip et çünkü bu son ordusudur İslamın.
Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.
Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.
Şu acaip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.
O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: "Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâsarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın envâıyla tezyin eden ve ibretnümâ mu'cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır."
Öteki adam dedi: "İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin."
Arkadaşı cevaben dedi ki: "Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir."
O serseri adam dedi: "Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?"
Akıllı arkadaşı ona dedi: "Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur."
Yine o serseri dönüp dedi ki: "Ya kat'iyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sânii vardır. Yahut bana ilişme."
Cevaben, arkadaşı dedi: "Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana On İki Burhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu'cizeve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır."
Metinde Bediüzzaman çok farklı ve fantastik bir üslub kullanmıştır. Çocuk doğar iki yaşında ayağı kalkar. Bir süre sonra varlıkları ve olayları fark eder, sorgu yaşıdır. “Anne bu ne?” Kızım o güneş bizi aydınlatır ve ısıtır. Bu ne? Yavrum o koyun bize süt verir. Bir zaman sonra varlığın anlamı çözülmüş gibi çocuk susar ve hayat devam eder. Eğer insanlar doğduklarında yirmi yaşındaki gibi anlam aramayı öğrenmiş gelselerdi yeryüzüne o zaman her şey onlara çarpıcı ve acip gelirdi.
Bediüzzaman burada bu kalıbı kullanıyor. İki adam bir havuzda yıkanıyorlar, uyandıkları zaman başka bir aleme götürülmüşlerdir. Bediüzzaman mesafeyi kaldırıp onları anlamı sorgulayan bir insan olarak kullanıyor. Bediüzzaman perde kullanıyor ama perdeyi tam açmadan yarım yarım müphem açık kullanıp manayı vermeye gayret ediyor, bu büyük bir sanatçıdır. O zaten geleneksel anlam arayışının dışında oraya girmemiş.
Anlam arayışında hakikati kaçırtan ülfet ve parçalı düşünmek. Hayatın bir köşesinde belli öğeleri aşamayan insan, hakikati göremez. Ev, okul, işyeri, cadde vesaire. Ama Bediüzzaman bütünlükçü bakıyor. Dünyayı bir küçük küreden seyretseydik herşey bize acip görünürdü, aslında herşey acip. “Gözlerini açtıkları zaman baktılar ki acip bir aleme götürülmüşler.” Kur’an bu acip anlayışa göre gönderilmiş, sürekli semavat, bulutlar, yağmur, bitkiler bunları birbirine bağlayan mantık ve olaylar acip değil de ne?
Acip izahı zor olayların durumu. Şimdi sayısız olay ve nesne ve varlık bir arada hayatı devam ettiriyor. Bu nasıl acip olmasın. Bediüzzaman bu acaipliği nazara veriyor. Dünyayı küçültüp olayların insanların, varlıkların ilişkilerini perdeden seyreder gibi anlatıyor. Bu metin fantastik bir sinema olacak kadar büyük bir metin ama adam yok. Bu işi kendine gaye edinen yok ateizm almış yürümüş, ya nihilist ya deist. Varlık ve anlam arayışı ölümün varlığı ile zoraki kabule dönüşmüş. Bütün bu sıkıntılarımız ihanet! Varlığı okuyamamak, tarihi okuyamamak, sanatı okuyamamak. Bu yüzden adı Ahmet ama Josef’ten farkı yok.
Müdebbir, malik, sahip, usta… Müdebbir, olayları birbirine akıl ve mantık ile fonksiyonel bağlamak. Herşey bir fabrika gibi birbirine bağlı, bütün bunları farklı boyut ve şekilde, fonksiyonları farklı bir araya getirmek, bir gayeye bağlamak bir müdebbiri tedbir alanı gösterir.
Malik birbirinden farklı nihayetsiz küçük ve büyük şeyleri bir maksad etrafında her an sapmadan çalıştıran bir malik, mülkün sahibi.
Bütün bunlara sahip olan, onları yaşatan, yaratan, birlikte istihdam eden sahip. Başıboş yok, herkes kendine verilen görevi, görevi verenden korkarak yerine getiriyor.
Usta nesneleri birbirine bağlayan. İnsan vücudunun inşası ile varlığın inşası aynı ustanın elinden çıkmış. Bütün beş duyumuz ve el, ayak, göz, dil, makat ve başkaları diğer eşyalar ile birlikte düşünülmüş. Büyük bir usta Allah. Bu nasıl ustalık? Musanna sarayın ustası O. ”inna caelne maalel ardi ziyneten leha.”
İman ile ihanet bir arada olmaz. Evin köpeğine kapıda beklemek düşer. Sahiplik iddia ederse köpeklik de elden gider.
Dört bir yandan bir milleti hezimete uğratmaya çalışan bir ihanet ordusu Avrupası, Asyası ile birlikte. Bir ülke mazluma yardım ediyor, yediriyor, doyuruyor, bütün Afrika’ya yardıma koşuyor. Türkler bize yardım ederse Çad gölü ile Afrika’yı doyururuz diyor bir yetkili. Asırlarca sömürülmüş cevheri, altını çalışmış, köle gibi çalıştırılmış sonra da Amerika’daki gibi öldürülüp temellere gömülmüş, gariban siyahiler. Kimse onlara insanlık öğretmemiş bizim ecdadımızın dışında. Sonra 170 tane insan rahat koltuğunda eşiğimizde bizi bombalayanlara dikenli kucağını açmış ne garip değil mi?
"İmandır o cevher ki; İlâhî ne büyüktür / İmansız paslı yürek sinede yüktür." Mehmet Akif
Bediüzzaman, Müslüman Türkün ve ona bağlı cihangirlerin kızıl elma sembolüne genişlik getirdi. Atın hızına bağlı kızıl elmanın yerini şimdi mananın ve kitabın hızı aldı. Bediüzzaman, kızıl elmanın coğrafi sınırlarını yıktı, Roma, Nevyork heryer bize kızıl elma. Öyle değil mi? Bediüzzaman bütün kavramlara yenilik getirdi. 22. Söz’ün mana hızına coğrafya dayanmaz.
“Aşığa Bağdat sorulmaz/Ufukları aşar gider.”
Bediüzzaman bütün sözleri seyir esası üzerine yazmış. Tasavvuf üstadları manevi seyirleri, üstad ikisini de kullanmış ama asıl tabiat seyirleri. On birinci sözü yazdığı dağı gösterdiler. Barla’daki evin yakınında o söz orada yazılır. 22. Söz de öyle bir yerde yazılmış herhalde. Varlık arkasında bu adam kafasındaki anlamları nerede gerçekleştirebilir, bu tam Barla coğrafyasında yazılır demiş oraya bir şekilde göndermişler. Sinema platosu gibi Barla. Zaten Üsdat da sinamatograf. “İnsan gözü hayali sinematograftır” diyor. 22. Söz ve benzerleri yok. Hepsi sinema gibi bakan bir adamın gözlem ve yazıları. O en güzel seyreden ve yazan adam, öyle değil mi.