Seçimle iş başına gelen son Meclis-i Mebusan (Osmanlı’nın son parlamentosu) 12 Ocak 1920’de ilk toplantısını yaptı.
Fakat 16 Mart 1920’de Başkent işgal edildi ve parlamento, işgal güçlerinin baskısıyla, 11 Nisan 1920’de resmen kapatıldı.
Ama kapatıldıktan sadece 12 gün sonra, 23 Nisan 1920’de Ankara’da “Büyük Millet Meclisi” adıyla toplanarak tekrar faaliyete geçti.
Şu halde bize “Cumhuriyet Meclisi” olarak anlatılan ilk Meclis, İstanbul’da İngiliz baskısıyla dağıtılan “Meclis-i Mebusan”ın Ankara’da toplanmış halidir.
Yani işgalciler “Meclis-i Mebusan”ın İstanbul’da faaliyet göstermesine izin verselerdi (böylesi çıkarlarına daha uygundu, çünkü Meclis’i denetim altında tutabileceklerdi), milletvekilleri Ankara’ya geçmeyecek, dolayısıyla o kadar kısa süre içinde Ankara’da Meclis kurulamayacaktı. O zaman da Ankara açısından “temsil” ve “meşruiyet” sorunu doğacaktı. Ankara’daki Meclis’in açılışında yapılan oldukça abartılı merasim de esasen bu “meşruiyet sorunu”nu çözmeye matuftur. Ankara, hem kendi milletine, hem de bütün dünyaya “Milletin meşru temsilcileri burada” mesajını vermek istemiştir.
Şimdi soru şu: İngilizler bu hesabı yaparak mı İstanbul’daki “Meclis-i Mebusan”ı dağıttılar, yoksa işi oluruna mı bıraktılar? İngiliz diplomasi tarihinde, “işi oluruna bırakmak” gibi bir “gaflet” olmadığı için, konunun üstünde uzun uzun düşünmeye ve yasaların-yasakların elverdiği ölçüde tartışmaya değer.
Ayrıca, Başkentimizi (İstanbul) üç yıl müddetle işgal altında tutan İngiliz ordusuyla hiçbir cephede savaşmadığımız, yenmediğimiz halde, neden pılıyı-pırtıyı toplayıp ülkelerine döndüklerini de sormaya değer. Sahi, neden geldiler, niçin gittiler?
Neyse, Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplandı. O gün için en önemli ihtiyaç, savaşacak asker ihtiyacıydı. Yirmi seneden beri aralıksız savaşan millet, bitkin düşmüştü. Yeni bir savaşa karşı isteksizdi. Çağrılara duyarsız kalıyordu. Onu yeniden ayağa kaldıracak, atağa geçirecek bir “şok” lâzımdı.
Bu “şok” da Yunan ordusundan geldi: Meclis’in açıldığı günlerde İzmir’den hareketlenerek Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon’a kadar Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünü işgal etti.
Bu durum Ankara heyetinin işini kolaylaştırdı. Toplumda Yunan işgalinin yayılmasına karşı müthiş bir tepki doğdu. Ankara heyeti de bu tepkiyi propaganda malzemesi olarak kullandı.
Birinci Mecliste milletvekili, Milli Egitim Bakanı ve Sağlık Bakanı olarak görev yapmış olan Dr. Riza Nur o günleri şöyle anlatıyor:
“...elimizdeki düstur sudur: Padişah-Halife, Hükümet İstanbul’da düşmanlar elinde esirdir.
“Biz (Padişah’ın) vekilleriyiz. Onları, dini, milleti, devleti kurtaracağız. Ey millet! Yunan gibi asırlardan beri kölemiz olan bir millete nasıl boyun eğeceksin? Bu millet buna dayanamaz. Gayrete geliniz. Din gayreti lazımdır! Çünkü bütün millet âdeta istisnasız, padişaha mutî (itaatkâr), dine merbut (bağlı), ‘padisah, din’ diyor, başka birşey bilmiyor. Harpten de yorulmuş, bitmiş, parasız, sefalette, bu haldeki bir milleti kolay kolay yeni bir harbe hazırlamak mümkün değil. Bunun için Rumlar ile izzeti nefsini gıcıklıyorduk. ‘Bakkal Yorgi başınıza vali, mutasarrıf, taşçi Vasil jandarma zabiti (subayı) olacak nasıl dayanacaksınız?’ diyoruz.
“Hakikaten Türk buna tahammül edemiyor. Anadolu’dan bu esnadaki seyahatlerimde bizzat böyle propaganda yaparken bu sözlerin herşeyden müessir (etkili) olduğunu görüyorum. Aynı zamanda dini de ele alıyorduk. ‘Kur’an’i apteshane kâğıdı yapacaklar... Size şapka giydirecekler’ diyorduk. Bu da pek müessir oluyordu...” (Hayat ve Hatıratım. c.3, s. 623).
Durum, ilkokulda Başöğretmenim’in gerine gerine anlattığı ya da “Bugün 23 Nisan/ Neşe doluyor insan” türünden şiirlerde yazıldığı gibi değil anlayacağınız, yakın tarihe ilişkin her şey gibi bu “bayram” işi de bir hayli karmaşık...
Yeni Akit