Bu hafta müzakere edilen mektublardan ve müzakerecilerin paylaşımlarından bazı notlar:
- Bediüzzaman İslam âleminin mühim âlimleri ile irtibattadır. Zaman zaman da ehemmiyetli âlimler ziyaretine gelirler. Bunlardan biri ile Bediüzzaman Risalelerden hem de kendi hususî mecmualarından on bir adedini Cami-ül Ezher’e gönderir ve oradaki mühim âlimlerin sahip çıkmalarını hem de Arabîye tercüme etmelerini ister.
- Eski Şeyh-ül İslamımız ve sonra Cami-ül Ezher’de müderrislik yapan mühim bir alim Mustafa Sabri Efendi, Dar-ül Hikmet’te de Bediüzzaman ile bir arada bulunmuştur. Bediüzzaman’a; çok sayıda talebesi olmasına rağmen neden cihat için harekete geçmediğini, Ezher'de okuyan talebeler aracığıyla sorar. Bediüzzaman, en büyük cihâdın iman dâvâsı olduğunu, en önemli meselenin imânı kurtarmak olduğunu, dâhilde müspet hareket ederek asâyişe zarar verilmemesinin ehemmiyetine işaret ederek cevap verir: "... Bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için, bilâtereddüt sarf edecek. O dâvâ da imanı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır. " Mustafa Sabri Efendi, Bediüzzaman ve söyledikleri hakkında; "... Said Efendi gerçekten haklıdır! Evet, söyledikleri doğrudur. O dâvâsında muvaffak oldu. O, memleketten hiçbir yere ayrılmadı, sebât etti... " ifadeleriyle Bediüzzaman'ı tasvip ve takdir ettiğini belirtmiştir[i].
- Bediüzzaman mektubunda[ii] o sene Cuma gecesi olan Mirac’dan Mısır radyosu Perşembe gecesi çok bahsettiği için hem Perşembe hem Cuma gecesi mirac yaptığını söylüyor. “Mi’rac yaptım” tabiri üzerinde düşünülebilir. Risale-i Nur ile her mevcuddan Cenab-ı Hakk’a açılan pencereler gösterilip ders verilmiş. Elbette muhterem müellifinin de daimi huzurda bulunma şuuru ile beraber bu gibi hususi tecelliler bulunan gecelerde kalben ve belki ruhen miraca muvaffak olması akıldan uzak değildir. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’a has olan mi’rac-ı ekberin sayesinde ve gölgesi altında bazı ehl-i imanın miraçları olduğu ve olacağı; Efendimiz Aleyhissaletü Vesselam’ın gidip döndüğü ve kapıyı açık bıraktığı Mirac Risalesi’nde îzah edilmiş.
- Bediüzzaman; kendisinden evvelki müfessirlerin tefsir ettikleri bazı meseleleri, gelen sualler üzerine, tekmil ve şerh etmiştir. Bu meselelerden biri de Cennette çocuk olmayacağı, vefat eden çocukların da erişkinler gibi 33 yaşında olarak Cennete girecekleri hususudur. Bediüzzaman konuya bu şerh ile açıklık getirmiştir: Buluğa ermeden vefat eden çocuklar yine çocuk olarak haşredilip Cennete çocuk olarak girecekler ancak hususi bir kısmı vardır ki, onlar da buluğa ermediği halde büyükler gibi ibadet eden namaz kılıp oruç tutan çocuklardır, bu çocuklar aynı büyükler gibi 33 yaşında olarak Cennete girecekler tâ ki mütedeyyin büyükler gibi mükafat alsınlar. Evvelki müfessirlerin bu ibadet eden çocuklara has olan hükmü umumî imiş gibi bütün çocuklara teşmil etmesi sebebiyle has olan bir durum umumi zannedilmiş. Ayetin açık ifadesinde çocuklar (vildanün) ifadesi bulunmasından Cennette çocuklar olacağı anlaşılmaktadır.
- Bediüzzaman, radyonun zemin yüzünü bir tek menzil hükmüne getiren büyük bir nimet olduğunu söylüyor[iii]. Kelimât-ı tayyibenin intişarına hizmette kullanıldığında ruy-i zemini bir münevver meclis, bir menzil-i âli, bir mekteb-i îmanî hükmine geçirir diyor. Bu büyük nimetin şükrü edâ edilebilmesi için beşte dördü ebedî hayata hizmet eden kelimât-ı tayyibeye ayrılmalı, hevesata ayrılan kısım ancak beşten biri olmalı diye de ikaz ediyor. Eğer buna riayet edilmezse havanın sırr-ı hikmetine münafi olacağı ve beşeri tenbellik ve sefahete atıp lüzumlu vazifelerin noksaniyetine sebeb olarak büyük bir nimet iken nıkmete dönebileceğini söylüyor. Beşere lazım olan sa’ye şevki kırar diyor.
- Bediüzzaman’ın radyo için yaptığı izahları ve ikazları bugün televizyon için de ciddi düşünmemiz gerekir. Zamanımızı ve duygularımızı israf eden hebâ eden bir araç bizim için nimet olmaktan çıkıp nıkmet olmuştur.
- Hüve Nüktesinde “kudsî, îmanî ve huzurî” bir hakikate mücmel işaretler vardır. Bir Nur Talebesi daimî huzuru bulmak ve marifet-i İlahiyeye yetişmek için Vahdet-ül Vücud mesleğinde gidenler gibi mevcudatı inkar etmeğe veya Vahdet-üş-Şuhud mesleğinde gidenler gibi kainatı nisyan hapsine atmağa mecbur olmuyor. وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ[iv] parlak hakikatinin kudsî penceresi kâfi geliyor ve bu dehşetli zamanın en büyük ihtiyacı olan bu kudsî hakikat, Kur’anın i’caziyla tafsilli olarak bu asra ihsan edilmiş. Nur Risaleleri de bu hakikate naşir olmuşlar. Haza min fadli Rabbii…
- Risale-i Nurlar bu memleketin İslam âlemi ile uhuvvetini tesis ediyor.
- Bediüzzaman, maddi havadaki değişikliklerin; fırtına ve zelzele gibi yerle ve havayla ilgili hadiselerin İslam âlemi ve Kur’ana gelen darbeler ile ilişkili olduğunu çok kereler tecrübe etmiştir.
- Tahripkar ve istilacı cereyanları ancak atom bombası kuvvetinde olan iman ve Kur’an hakikatleri durdurabilir. Çin’i kendine tâbi yapan bir kuvvetten memleketimizi muhafaza eden, sair tedbirler değil iman ve Kur’an hakikatleridir.
[i] Necmettin Şahiner, Son Şahitler, c. 4, Nesil Yayınları, İstanbul, 1993, s. 442.
[ii] Emirdağ Lahikası 2, 63. Mektub (erisale), Envar N s. 65-66
[iii] Emirdağ Lahikası 2, 64. Mektub, s.67
[iv] Bu ibare Abdülkadir Badıllı’nin Risale-i Nur’un Kutsî Kaynakları adlı eserinin 252. Sahifesinde îzah edildiğine nazaran bir hadis-i şerif metni olarak bulunamamıştır. Mustafa Sungur’un hatıralarında vardır ki; Üstadımız bir gün bu sözü düşünür, bu bir hadis midir? Der: “Baktım, hayır, hadis değil…Amma bu çok kutsî ve muazzam ve hakikatli söz nasıl olur da hadis olmaz diyerek adeta titredim. Sonra Cevşen-ül Kebir’deki ياَ مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَيْءٍ آياَ تُهُ fıkrası hatırıma geldi, baktım ki mezkur hakikatı daha külli ve daha muazzam ifade ediyor gördüm. Allah’a şükrettim.” Badıllı Ağabey çok kimselerin şahit olduğu bu hatırayı yorumlarken diyor: “Üstad Bediüzzaman’dan yapılan rivayette görüldüğü üzere, hadis ilmi meselesinde onun pek büyük bir ihataya sahib olduğunu göstermektedir. Çünkü rivayette “Düşündüm baktım, hayır bu hadis değil” sözüyle Bediüzzaman’ın nazarında veyahut manevi mazhariyetinde bütün hadislerin meşhud olduğunu göstermektedir desek, mübalağa etmiş olmayız.”