Elli yıl önce bugün, Türkiye bir askerî darbeye uyanmıştı. Cumhuriyet tarihinin ilk darbesiydi bu. Darbenin yarattığı şiddetli sarsıntı, toplumsal ve siyasal hayatı kökten etkiledi. Gölgesi günümüze kadar uzanan koyu bir kül bulutu püskürdü bu darbeden.
27 Mayıs, ordu eksenindeki bürokratik merkezlerin ilk doğrudan iktidar operasyonuydu. Halkoyu karşısında tutunamayacaklarını gören bu merkezler, iktidarı elde ya da kontrol altında tutmak için silahlı gücü devreye soktular. Böylece daha sonra çeşitli versiyonlarıyla karşılaşacağımız darbelerin yolunu açmış oldular.
27 Mayısçılar, aslında bir daha darbe yapmak zorunda kalmadan iktidarı kontrol etmelerini sağlayacak bir sistem kurmayı amaçlamışlardı. Nitekim “vesayet” dediğimiz bu sistemin kurumsal temellerini de oluşturdular. 1961 Anayasası, “vesayeti kurumsallaştırma”nın belgesidir. Milli Güvenlik Kurulu, kontenjanlı ikinci Meclis, bu kurumsallaşmanın doğrudan ve açık örnekleridir. Ancak vesayet sistemi, sadece bu kurumlarda ifade bulmuyordu; Anayasa’nın bütünü bu ruhla hazırlanmıştı. Ne var ki, 1961 Anayasası etrafında öyle bir “efsun” yaratıldı ki, pek çoğumuz bu ruhun farkına varamadı. “Pek çoğumuz” derken, esas olarak, benim de dâhil olduğum sol geleneği kast ediyorum. Bizler, yıllarca bu anayasayı “özgürlükçü” olarak bildik ve neredeyse sadece öyle bildik.
Bu “efsun” nereden kaynaklanıyordu ya da büyünün gücü nereden geliyordu? Salt bir hukuk metni olarak alındığında, 1961 Anayasası’nın “çağdaş demokrasiler”deki standartları yakalayan, hatta yer yer onların ötesine geçen bir “özgürlükler sistemi” getirdiği doğruydu. Bu özelliği, bilhassa 1982 Anayasası’yla karşılaştırıldığında daha da belirginleşiyordu. Ve bu anayasa anlatılırken, hep “iki anayasa” arasında karşılaştırma yapılıyordu. Böylece 1961 Anayasası iyice meşrulaşıyor, hatta bir ikon haline geliyordu. Oysa bu “iki anayasa”nın çok önemli bir ortak yanları vardı; her ikisi de vesayetçi bir öze sahiptiler. Üstelik bu özün kaynağı 1961 Anayasası’ydı. Ama kimse bundan söz etmiyordu.
Seçilmiş kurumlara, yani halkoyuna, yani topluma karşı korku ve güvensizlik üzerine kurulan bir sistem, gerçekten “özgürlükçü” olabilir miydi? Olamazdı elbette; nitekim olamadı da. Başta düşünce ve örgütlenme alanında olmak üzere çeşitli yasaklar, bütün katılığıyla 1961 Anayasası döneminde de sürdü.
Yasakçı pratik, bir vesayet kurumu olarak tasarlanan yargı organı marifetiyle sürekli yeniden üretiliyordu. Yargı organlarının bu zihniyeti kuşanmaları konusunda, Yassıada başlı başına bir laboratuar, hatta ilmihal işlevi görüyordu. Kuruluşuyla ve her tutumuyla “hukukun en temel evrensel ilkeleri”ni sürekli tarumar eden “Yassıada Divanı” gelecekte yargı bürokrasisi için ideal model; onun başkanı Salim Başol da, yargıçların önemli bir kısmı için idol olmuştur.
Öte yandan, kâğıt üzerinde ileri olan “özgürlükler sistemi”, gerçekte “geri alınabilir” ve “kontrol edilebilir” bir ihsan olarak tasarlanmıştı. Darbeciler, şayet özgürlükler istismar edilecek, yani sistem karşıtı muhalefete hizmet edecek olurlarsa, bunları her türlü yolla geri alabileceklerine dair bir güvene sahiptiler. Nitekim çok geçmeden bunu yaptılar da.
Hukuksal “sistemler”, toplumsal hareketlerin de etkisiyle, bir süre sonra kurucularının öngördüklerinden farklı dinamikler üretebilirler. 1961 Anayasası’ndaki özgürlükler sistemi de yani “derinleştirilmeye” müsaitti. Nitekim soldaki hareketlenme, özgürlüklerin toplumsallaşması ihtimalini de görünür kılmıştı. Vesayetçi güçler de bu ihtimali gördüler ve hemen yeni bir hamleyle (12 Mart), özgürlükleri geri alma operasyonuna giriştiler. Ancak 1961 Anayasası’nın ilk on yılından geriye, solun geniş kesimlerini efsunlayan bir “minnet bağı” kaldı ve bu bağ 27 Mayıs’ı bir darbe olarak açıkça lanetleme konusunda –en hafif tabirle- bir tutukluk yarattı.
1961 Anayasası’nın solu efsunlayan özelliklerinden biri de, sosyal haklar ve sendikal özgürlükler konusunda içerdiği “ilerici” düzenlemelerdi. Ancak aynı “geri alınabilirlik” rahatlığı burada da söz konusuydu. Bu haklar toplumsal mücadelelerin etkisiyle “derinleşmeye” başlayınca, gereken müdahaleler (12 Mart ve 12 Eylül) yapıldı ve en ağır “darbe”yi de sosyal haklar ile emekçi örgütleri yedi.
Bu örnekler, 27 Mayıs darbesinden çıkarılması gereken en önemli dersin şu olduğunu söyleme imkânı veriyor sanırım: Demokrasisiz özgürlük de olmaz, emek ve eşitlik mücadelesi de yürümez. Ne yazık ki, solun geniş bir kesimi hâlâ bu dersi öğrenmiş görünmüyor. CHP’deki gelişmeler etrafında yürüyen tartışmalar, bunun canlı ve çarpıcı örneğini oluşturuyor.
“Sihirbazın yapay gücünden, ancak ortada bir yanılsama olduğu bilinerek ve tanınarak kaçılabilir; aksi takdirde sihirbaz büyüler.” Ancak bu büyü de uzun süre devam edemez, en geç “halkoyu”nun tokadıyla karşılaşılınca bozulur.
Taraf