28 Şubat Mağdurları Yahut Cumhurbaşkanı’na Açık Mektub!

Hüseyin YILMAZ

28 Şubat 1997, Cumhuriyet tarihinin en karanlık, en şeni, en alçak darbelerinden birisinin gerçekleştiği gün. Doksanlı yılların başlarından itibaren hazırlığına girişilen bu şenaatin hedefi, Anadolu topraklarında boy atmakta olan bütün İslâmî hareketleri boğmak, bütün Müslümanları iğdiş edip hiçleştirmekdir. Mimarı, her zamanki gibi müttefiklerimizin en alçağı ABD, taşeronu ise yakın bir geleceğe kadar hiç bizim olmamış, İslâmiyet’le alâkısı düşmanlıktan ibaret ama Türk ünvanı taşıyan, bu ülkenin bütün değerlerine yabancı ve düşman Kemalist ordu. Tabiî ki neferâtı kasdetmiyorum, tabîi ki üç çeyrek asırda yavaş yavaş intibahını tamamlamaya çalışan alt kadroları kasdetmiyorum.

Bu şeni darbenin hedefinde Müslümanlar olduğu için kurbanlarını da Müslümanlardan seçmesi gerekiyordu. Müslümanları korkuya mahkûm edecek, başlarını kaldırmalarına imkân tanımayacak kurbanlar. Tanınmayan, bilinmeyen, suçlu olmayan, ortak vasıfları İslâmiyet olan zavallı kurbanlar! Rast gele devşirilen bu kurbanlara hayâlî suçlar uydurulacak, iftiralar atılacak, cezaların en ağırları uydurulacak ve infazları vahşice gerçekleştirilecektir.

O günün şartlarında binleri aşan bu mazlum kitleden, bizim için kurban edilen bu çileli insanlardan hâlâ hapishanelerde altı yüz civarında masumun olduğu biliniyor. Dile kolay 17-8 yaşlarında dehşetli işkencelerden geçirilerek suç isnadlarını kabule zorlanan, dışarıda olsalar çoktan dede olmuş olacak olan bu insanlar, 15 yıllık Ak Parti iktidarına rağmen hâlâ içerdeler.

Bunlardan biri de, 18 yaşında tıktırıldığı zindanlarda eline aldığı kalemi ile bir yazar, bir romancı olarak şöhret bulan, kitabları ile dışarı çıkıp binlerce insana yol gösterici olmaya muvaffak olan Abdusselam Durmaz.

Durmaz’ın hazîn hikâyesini, kendi kaleminden, yazının altındaki linkte bulabilirsiniz, işin o kısmını tekrarlamayacağım. Sadece bir ara “Torba Yasası”ının içine konmuşken, Kemalist, Ulusalcı ve feminist çevrelerin ayyuka çıkan şirretliklerinin hükümete verdiği gözdağı ile son anda yasadan çıkarılması üzerine yazdığı iki mektubuna yer vereceğim. Ama ondan önce de Allah hakkı için Muhterem Cumhurbaşkanı’na bir kaç sözüm olacak!

Muhterem Cumhurbaşkanım! Zâtınızı cidden sever ve İslâmiyet hesabına geçen bütün hizmetlerinizi takdir ederim. Şübhesiz kusurlu olduğu zehabında olduğum söz, fiil ve icraatlarınızı da tenkid etmekten asla geri kalmıyorum. Bundan sonra da kalmayacağım. Ancak bir hususu bilmenizi bütün samimiyetimle arzu ederim. Nihaî noktada, ihtiyacınızın olduğu vakit de hep yanınızda olacağım. Nitekim, 15 Temmuz akşamı da evinizin önündeki Kısıklı Meydanı’na çoluk çocuğumla birlikte ilk gelenler arasında idim. Meydandan Bulgurlu’ya açılan caddeyi kapatan beton mikserinin üstüne çıkıp sosyal medyada ilk canlı yayını yapanlardan da birisiyim. Söz konusu video kayıtlarım webde duruyor. Evet, en kritik vakitte yanınızda olacağımı bilmenizi istiyorum.

Yok, elbet de sonsuza kadar değil: Sizden daha ehil, sizden daha liyakatli ve sizden daha mü’min birileri sahneye çıkıncaya kadar! İşte o vakit sizden ayrılırım. Böyle de vefasız bir tarafım var. Bunu da biliniz istedim.

Şimdi Muhterem Cumhurbaşkanım! Başta Abdusselam Durmaz olmak üzere, hâlâ kodeslerde ömür tüketen bu tâlihsiz insanlar; bizim kurbanlarımız, bizim için kurban edildiler; benim, sizin kurbanlarınız! Hepsinin masum olduğunu söyleyebilecek imkânlara sahib değilim, es kaza aralarında bir ikisi cidden suçlu da olabilir. Ancak kahir ekseriyetin masum olduğuna adım gibi eminim. O şeni devir ve karanlık yüzlü canavarlarda ne hukuk vardı, ne de insanlık. Biliyorsunuz...

Acı olan ne biliyor musunuz, Muhterem Cumhurbaşkanım! On beş yıldır iktidardasınız, bir çok meseleyi çözdünüz, ancak bu dehşetli trajediye ya hiç eğilmediniz, ya da çözmediniz, çözemediniz. Oysa af da dahil olmak üzere, yapabileceğiniz çok şey vardı, hâlâ da var!.. En azından bu insanlara nisbeten daha âdil mahkemelerde yeniden yargılanma imkânı tanımalısınız. Bir insan, bir mü’min olarak rica ediyorum.

Bir ricam daha var! Lütfen beş on dakikanızı ayırıp Abdusselam’ın hikâyesi ile mektublarını okuyunuz. Harekete geçmenizde müessir olacağını ümid ve temenni ediyorum.

İşte benim bütün yapabileceğim bu kadardı! Yaptım... Gerisi sizde. Herkesin hesabını Allah’a vereceği bir gün gelecektir, biliyorsunuz...

Abdusselam Durmaz’ın mektubları şöyle:

“28 Şubat 1997… Zulmün adı.

Yakın zamanda doğmuş veya o tarihlerde henüz küçük olan Müslümanlar için bu tarih çok şey ifade etmiyor olabilir. Zaten benim de buradaki hasbihalim onlara değil. O zalim, karanlık dönemi ta iliklerine kadar yaşayanlara… Bizimle o acı havayı teneffüs eden, duyarlı(!) ‘kardeşlere’dir bu cümlelerim.

Evet, bu satırlar o karanlık günleri yaşayan duyarlı, vefalı(!) kardeşleredir…

O dönemin zulmüne bizzat şahit olmuş, mağdur olmuş; siyasetçisiyle, medya sahipleriyle, köşe yazarlarıyla, iş adamlarıyla, sivil dernekleriyle… ‘Kardeş’ olduğumuzu düşündüğümüz, aynı yolun yolcusu olduğunu düşündüğümüz, aynı zulme maruz kaldığımız kardeşleredir bu kırık cümleler.

Öyle görülüyor ki bu tarih onlar için de çok bir şey ifade etmiyor artık. Zira onlar mağduriyetlerini gidereli çok oldu. Hükümet oldular, büyük iş adamları oldular, medya patronları, köşe yazarları oldular… Artık çok önemli, çok değerli işleri var… Yaklaşık çeyrek asırdır cezaevinde olan (bizim gibi önemsiz ve tali bir mesele olan) diğer yüzlerce mağdurdan onlara ne?

Henüz 18’inde, 19’unda içeri alınıp bugün saçları sakalları beyazlayan dedelere dönen, dört duvar arasında çile çeken kardeşlerinden onlara ne?

Katliam bile yapıp, en fazla 10-11 sene yatıp çıkılan bir ülkede, sırf islamî kimliklerinden ve zulme karşı seslerini yükselttiklerinden dolayı laik-Kemalist ve Fetö basın ve yargısının çok ağır cezalara çarptırdığı ve hala (25,26 senedir) içeride yatan mazlumlardan onlara ne?

Çocuklukları, gençlikleri, umutları ellerinden alınan bu genç kardeşlerden onlara ne?

İçeriye girerken nişanlı olan ve hala nişanlısı, tam 24 yıldır kendisini dışarıda bekleyen Mustafa’dan ve cefakâr nişanlısından onlara ne?

İçerideyken, babalarını, annelerini, kardeşlerini, yakınlarını bir bir kaybeden, onların taziyelerine bile gidemeyen onlarca Müslümandan onlara ne?

Yıllardır cezaevi yollarında kahır çeken, cezaevi kapılarında yaşlanan analardan, babalardan, kardeşlerden, ailelerden onlara ne?

İçerideyken çocuğu büyüyen, delikanlı olan, genç kız olan, evlenen ve bunların hiçbirisine eşlik edemeyen, yanlarında olamayan kardeşlerden onlara ne?

Gözaltında felç olan, hiçbir şekilde kendisine bakamayan (ve çıktıktan kısa bir süre sonra vefat eden) Cengiz Sarıkaya kardeşimizin, o felçli haliyle tam 12 sene cezaevinde yatırılmasından onlara ne?

Cezaevindeki yardıma muhtaç, hasta, yaşlı kardeşlerimizden onlara ne?

Onlar kim ki? Biz kimiz ki?

Anaları mıyız, babaları mıyız, çocukları mıyız, işleri miyiz, kardeşleri miyiz onlara ne?

Biz onlara mı sorduk da bu kuyuya düştük, değil mi? Onlara ne?

Onların çok büyük işleri, önemli meseleleri var artık… Kaybedecekleri çok şeyleri var… Cezaevinde çile çeken yüzlerce mağdur gibi, onlara dokunmayan, çok da bir şey kazandırmayan bir meseleden onlara ne?

Onlar mağduriyetlerini giderdiler; çocukları, aileleri yanlarında, selametteler, rahattalar, bolluktalar…

Onlar o karanlık günleri atlattı.

Hükümet oldular, iş adamları oldular, dernek sahibi oldular, medya patronları oldular, köşe yazarları oldular… Her bir şey oldular olmasına lakin bir ‘kardeş’ olamadılar maalesef.

Kardeşlerini kuyuda unutup, gittiler...

28 Şubat 2018… Vefasızlığın adı.

28 Şubat birileri için devam ediyor hala… Farkında mısınız?

Karanlık bir dönemi anlatmaya, yazmaya harfler, kelimeler yetmez… 28 Şubat 1997 tarihi de bu ibretlik ve acı tarihlerden biri…

28 Şubat’ı sadece o günle anmak, o günden ibaret saymak da büyük bir eksiklik. Zira 28 Şubat, 90’lı yılların başından beri dindar kesime yönelik yoğunlaşarak devam eden bir sürek avının, bir postmodern darbenin adıdır.

Dine, dindarlara yönelik en ufak bir müsamahanın gösterilmediği; hakkını aramaya çalışanların, sesini yükseltenlerin basit bahanelerle, uydurma gerekçelerle en ağır cezalara çarptırıldığı; hak, hukukun rafa kaldırıldığı ve tamamen ideolojik ve siyasi bir refleks ve intikamla davranıldığı günlerin adıdır, 28 Şubat…

Bu kadar açık bir adaletsizliğin ve zulmün yaşandığı ve herkesçe kabul görüldüğü bir dönemde, hala o karanlık dönemden kalma taraflı yargılamalarla cezaevinde kalan Müslümanlardan kaç kişinin haberi var acaba?

28 Şubat, o dönemin militan laik-kemalist ve fetö yargı ve basınının değişik kumpas ve basit gerekçelerle içeriye attığı yaklaşık 600 Müslüman Yusuf’i için devam ediyor hala… Onlar için 28 Şubat bitmedi…

En azı 10-15 sene olmak üzere, 25-26 yıldır cezaevinde yatan yüzlerce Müslümanlardan haberiniz var mı acaba? Mısır’ın yâ da İsrail’in zindanlarından bahsetmiyorum. Ki onlarda bile bu kadar sayıda ve bu kadar uzun yatan Müslümanlar yoktur herhalde. İşin acı tarafı, bu cezaların yarısından fazlasının, kendisini muhafazakâr ve İslamî bir yapı olarak gören ve üstelik aynı karanlık döneme yakından tanıklık etmiş ve mağdur olmuş bir iktidarın döneminde geçmiş olmasıdır…

Sadece iktidarın değil aynı şekilde İslamî basın ve sivil kuruluşlarının en güçlü dönemlerini yaşadıkları bu süreçte dahi tüm bu mağduriyetlerin hala devam ediyor olmasıdır. Bu çok acı bir durum… İçeride çeyrek asırdır yatan Müslümanların bu mağduriyetlerinin, devamlı sür manşetlerinden inmeyen bir magazin haberi kadar kıymetinin olmamasıdır.

Sol parti ve basın, suçları sabit olduğu halde üç-dört yıl içeride yatan mahkûmları için kıyametleri koparırken, onlar için haykırmaktan, savaşmaktan çekinmezken, haksızca içeride yatan yüzlerce Müslüman mahkûm için son derece gevşek davranan siyasetçisinden, medya patronuna, köşe yazarından, sivil kuruluşlara kadar herkes büyük bir vebal altındadır. Bu bir ayıp ve utançtır…

Çoğunun suçlu olduğu Ergenekon ve Balyoz sanıkları bile taraftarlarının bu samimi sahiplenmesi sayesinde dışarıdalar şimdi. Üstelik yüklü tazminatlarla ihya ediliyorlar… Oysa bizi içeriye tıkan, bize bu 28 Şubat zulmünü yaşatan bu zihniyet değil miydi? Durum böyleyken onlar nasıl oluyor dışarıda, bizler içeride oluyoruz hala? Biz suçluyduk da onlar suçsuz muydu? Hayır, mesele burada suçlu olmak ya da olmamak değil… Mesele sesinizin çıkması, bir koruyanınızın, kollayanınızın olması… Bütün mesele bu... Ve maalesef içeride bunca yıldır yatan Müslümanların sahipleri, kollayanları yok. İktidarda olmalarına, güçlü bir medyaya sahip olmalarına ve her yönüyle serbest olmalarına rağmen yok… Bunca sene içeride yatmalarının tek nedeni de bu; kardeşlerinin onları kuyuda unutması yada bildikleri halde susmalarındandır.

Bu sebeplerden hangisi hafif bilmiyorum. Hangisiyle avunurlar onu da bilmiyorum. Bildiğim şey, hala paslanmamışsa vicdanlar, bunun derin bir utanç olduğudur... Hala kardeşlik hukukuna inanan yürekler varsa bu hukukun neresinde olduklarını düşünmeleridir. Bir özeleştiri yapmalarıdır. Duyarlı kardeşler gibi en güçlü şekilde, “Yeter artık! Bu 28 Şubat son olsun!” diye haykırmaları ve bu iş neticeleninceye kadar bunu bir sorumluluk addetmeleridir.

Abdüsselam Durmaz

M tipi Batman cezaevi”

28.02.2018

Ve Abdusselam Durmaz’ın elim hikâyesini bulabileceğiniz link:

http://vadetamam.com/2015/04/rap-rap-rap.htm

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.