28 Şubatçılar için yaşasın Cehennem!

Doç. Yıldız, 28 Şubat'ı değerlendirdiği yazısında Bediüzzaman'ın “Zalimler için yaşasın Cehennem!” haykırışını hatırlattı

Risale Haber-Haber Merkezi

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Ahmet Yıldız, 28 Şubat'ı değerlendirdiği yazısında Bediüzzaman'ın “Zalimler için yaşasın Cehennem!” haykırışını hatırlattı. Star gazetesi'ndeki yazısında Yıldız, 28 Şubatçılara teşekkür borcumuzun olduğunu da ifade ederek, "bize Kemalizmin ne olduğunu ve elbette ne olmadığını iyice bellettiler" dedi.

İşte Doç. Ahmet Yıldız'ın "28 Şubat: Kemalist çağdaşlaşma mitinin çöküşü" yazısı:

Bu yazıda, irtica kavramından hareketle, Kemalist Tek Parti pratiği üzerinden bir 28 Şubat okuması yapmayı deneyeceğim. Böylece 28 Şubat’ın kendi başına izole edilerek ele alınamayacağını, sağlıklı bir 28 Şubat muhasebesinin kaçınılmaz olarak Kemalizm’le yüzleşmekle eşanlamlı olduğunu ileri süreceğim. 28 Şubat süreci, Türkiye’de darbeci zihniyet ve pratiğin, demokrasiyi aydınlanmacı bağnazlığın vesayetine kurban eden, halkı demonlaştıran, bilimi araçsallaştıran bir güç ahlakından beslendiğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye demokrasisinin derinleştirilerek genişletilmesi, bilimsel zihniyetin bağnazlıktan arındırılması, toplumsal problemlerin objektif ve empatik bir bakış açısıyla ele alınabilmesi, lider kültüne dayalı Kemalist ideolojiyi meşruiyet referansı olarak kullanan, vicdan ve adalet karşıtı, bilim ve demokrasi düşmanı bu sürecin bakiyelerinin tasfiyesini zorunlu kılmaktadır.

31 Mart Ayaklanması sonrasında bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez kampusunda kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin, maznunlara yönelttiği amansız bir suçlama vardı: İrtica. Bu mahkemede yargılanan Bediüzzaman’a irtica suçlaması, “Sen de şeriat istemişsin?” sorusuyla yöneltilmişti. Böylece siyaset literatürüne hacıyatmaz bir kavram, irtica,  İttihatçılar tarafından kazandırılmış oldu.

Birinci Meclis’e darbe

Kemalistler, Nisan 1923’te, Birinci Meclis’i bir siyasi darbe ile tasfiye edip Cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, irtica her türlü karanlığın sembol kavramına dönüştürüldü. Hem ulema, hem de halk İslamı’nın tüm tezahürleri, Kur’an ve ezan ile ibadet dilinin Türkçeleştirilmesinden tasavvuf ve tekke yasağına kadar, din ve dini hayat ve kurumlar irtica parantezine alınıp boğulmaya çalışıldı. Dar alandaki siyasetin fay hattı inkılapçı-mürteci eksenine oturtuldu. Mutlu Türk efsanesi ile “10 yılda on beş milyon genç yarattıklarını” ileri süren Kemalistler, topluma, çağdaşlaşma adına “medeniyetin minareleri” olarak gördükleri birkaç şeker fabrikası ile mebzul miktarda alkollü içki üreten ‘fabrika’lar sundular. Kemalistlerin inkılabı gerçek anlamda bir kıyafet inkılabıydı: Şapka, Türk halkının serpuşu olarak sunulurken, Turan kıyafetiyle alay edilmekte, Türkleştirme yoluyla Batılılaştırma projesi, kamusal görünürlüğü melon şapkalı, ceket-pantolonlu baylar ile başı açık, ‘tabii çıplaklık’la yetinen bayanlara hasredilmekteydi. Bugün eski Bratislava’nın sokaklarında dolaşırsanız, her an rahip ya da rahibe kıyafetlilerle karşılaşabilirsiniz ama Cumhuriyet Türkiyesi dini kıyafetlerin kamusal görünürlüğünü mabedlere hasretmiş, dini cemaat liderleriyle, Diyanet İşleri Başkanı’nın kıyafeti bundan istisna edilmişti.

“Bilimin aydınlığında” yol alan Cumhuriyet’in mürşidi hayattı; gaypla bir işi yoktu bu Cumhuriyet’in. Bunun için Türkler kök-ulus, Türkçe kök-dil olarak bilimsel literatüre kazandırılırken, hayat dininin mensupları Kamalizm etrafında yeni ritüeller inşa ettiler. Bu dine intisap etmeyen, rüşd sahibi olmayan cahil halk yığınlarını “bin yıl” süreceğini var saydıkları vesayetlerine alırken, bilimi idolleştirdiler.

“Devlete hörmeti” esas alan yeni toplum tasavvurunda her şeyin devlete ayan olması şarttı: aksi taktirde devletin cahil halk yığınlarına karşı kendisini güvende hissetmesi mümkün olmayacaktı. Jandarma ve tahsildar ikilisi bu misyonun yılmaz bekçileriydi. Yeri gelmişken not etmekte yarar var: İran’da neredeyse paralel bir ordu konumunda olan, amacı devrimi korumaktan ibaret olan ve doğrudan Rehber’e bağlı Pasdaran-ı Inkılab’ın (Devrim Muhafızları) bizdeki eş-misyonlu karşılığı jandarmadır.

28 Şubat Dönemi’nde kolluk kuvveti olarak polis itibarsızlaştırılırken, jandarmanın yetki ve sorumluluk alanlarının genişletilmesi, jandarmaya ilişkin bu algı ile ilişkilidir.

Hukuki hiçbir karşılığı bulunmayan, dinsizliği devlet politikası haline getirmek isteyen Üçüncü Cumhuriyetçi Kemalistlerin, siyaset ve toplum mühendisliği ‘irtica’ kavramlaştırması üzerine kuruludur. Her bilinçli yurttaşa, uydurma olsun olmasın, Bursa Nutku vb. kutsallık atfedilen metinlerle Cumhuriyeti koruma ve kollama misyonu veren Kemalist geleneğin, 28 Şubat’ta iyice açığa çıkan kendisini dayatma araçları, esas itibariyle sınırsız istibdat ve sınırsız irtişayı içermekteydi.

Bu noktada bir parantez açarak, ihkak-ı hakka ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 28 Şubatçılara bir teşekkür borcumuz var: bize Kemalizmin ne olduğunu ve elbette ne olmadığını iyice bellettiler. Toplumsal hafızanın bu kadar zayıf olduğu ve 18 yıllık ezan yasağının bile gerçek olmadığını düşünecek kadar afyonlanmış beyinlerin Kemalist anakronizmayı idrak edebilmesi için, bu deja vu hissine ihtiyaç vardı. Tek Parti dönemi Kemalizmi kendisini mutlak istibdat ve sınır tanımayan irtişa ile ibka etmişti. 28 Şubatçılar da aynı araçlara başvurdu: büyük sermayenin Türkiye’yi iflas noktasına getiren 2001 krizinin doğmasına yol açacak finans soygunu bankalar üzerinden gerçekleştirilirken, 28 Şubatçılar bu “ip üstünde cambaz” oyununun aktif katılımcılarıydı.

Anadolu sermayesi yeşile boyanıp, Kombassancılar Genelkurmay karargahında ne kadar milliyetçi ve yurtsever olduklarını anlatmak için ter dökerken, büyük sermaye, milyonların yoksullaşması pahasına servetine servet katmaktaydı. Ülker Grubu’nun Mehmetçik Vakfı’na yaptığı milyon dolarlık bağışlar, onu askeri kantinlere sokmaya yetmedi ama atı alanlar Üsküdar’ı geçip Tel Aviv’de demirledi.

İrticanın yetersiz kaldığı yerlerde, hiçbir etik ve hukuki sınır tanımayan devletin güç cihazı devreye sokuldu. Ali Şükrü Beyler adi cinayetlerin kurbanı olurken, Milli Mücadele’nin komutanları ile Başbakanı ‘hain’ olarak nitelendirilerek itibarsızlaştırıldı. Sözde isyanlarla, ülkenin Kürtlerle meskun bölgeleri ‘girilmez’ hale getirildi. “Atma Hamidiye atma/Vergi de vereceğiz, şapka da giyeceğiz” diyen Oflular, bu sözleri ne zaman türküleştirmişlerdi dersiniz: Hamidiye zırhlısı tarafından şapka devrimine muhalefet etmeleri üzerine top ateşine tutulduktan sonra tabii ki.

Devlet şiddetinin rafine hali

Kaddafi’nin bu dönemden ilham alıp almadığını bilmesek de, Menemen’in top ateşine tutulup haritadan silinmekten son anda kurtulduğunu biliyoruz. 28 Şubatçılar ise devlet şiddetini daha rafine bir biçimde kullandılar. Tarikat yasağını reel hale getirmek için, dini vakıf ve dernekleri korkunç bir teftiş bombardımanına tuttular. Jandarmanın ‘rutin’ yol kontrolleri adet olduğu üzere devam ederken, mülki ve askeri erkan her fırsatta tarikat okulları ve yurtlarını tacize tabi tuttu.

Din eğitimi irticanın kaynağı olarak görüldüğü için, mesleki eğitimi yok etmek pahasına da olsa, kesintisiz sekiz yıllık eğitimle İmam Hatip Okullarının orta kısımları kapatıldı. Kur’an öğrenme alt yaşı 15’e çıkarıldı. Böylece kişilik ve değerler iltizamının oluştuğu erken yaş dönemlerinde çocukların dini değerlerle toplumsallaşmalarının önü alınmak istendi. Bu kadar din aşık usandırırdı. Hacca gitmek de namaz kılmak da bir ibadetti ama bu ibadeti yapan hacılar ve hocalar Türkiye için, siz bunu darbeci Kemalist çevreler olarak okuyun, büyük tehlike arz etmekteydi. Bu yüzden sürekli aşağılandılar. Yine de bu ülkenin, mesela Kürt vatandaşları, hacıya da hocaya da itibar etmeye devam ettiler. Hac farizasını yerine getirenlere hitap ederken ‘hacı’ sıfatını zikretmemeyi edep dışı telakki ettiler.

Bu dönemle ilgili önemli bir noktayı daha kaydetmekte yarar var. Tehdidi icat etmek, sonra da bu tehdidi kullanarak tenkil faaliyetine girişmek. Aczmendilerin icadı, Müslüm-Fadime-Emire-Ali Kalkancı epizodu, 500 kişilik vurucu gücüyle Anıtkabir’i bombalayıp federal bir İslam cumhuriyetini kuracak olan kılıç-kalkan oyuncuları ve ‘liderleri’ Metin Kaplan’ın ‘savaş oyunları’ talimleri işbirlikçi medyada sürekli gündeme taşınıp irtica tehlikesi üretildi. Bu tehlike karşısında, Doğu Silahçıoğlu’nun fişleme yapmaması, Sincan’da tankların yürümemesi, Çetin Doğan’ın Batı Çalışma Grubu’nu kurmaması, Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtıra vermemesi mümkün müydü? Elbette değildi; bu kalpazanlığın sonucu dört başı mamur bir 28 Şubat süreciydi.

Aynı yaklaşımı, Tek Parti Dönemi pratiğinde de yaygınlıkla görmek mümkün. Sözde Menemen ayaklanması tam da böyle bir olaydır. Bu kurgu olay sayesinde onlarca masum kişi derdest edilip idam edilmiştir. Serbest Fırka olayı da bu zincirin bir parçasıdır. Sözde Kürt ayaklanmalarının birçoğu da böyledir, yani ‘icat edilmiş’ ve ‘tenkil’e vesile kılınmıştır. 1934 Trakya olayları sonrasında bu bölgedeki Yahudi vatandaşların göç etmek zorunda bıraktırılmaları da başka bir örnektir.

28 Şubat süreci, Çağdaş Kemalizmin çağdaşlaşma mitinin Kemalistler eliyle yok edildiği bir süreçtir. Kemalist panoptikon bir toplum oluşturmak için, ordu, bürokrasi, siyaset, medya, sermaye, sivil toplum ve geniş toplumun tümünü, gözetim toplumunun gereklerine göre dizayn etmeye kalkan, toplumu birbirine düşman kamplara bölen, dindarlığı ve tezahürlerini tehlike ve tehdit tanımlaması içinde değerlendiren 28 Şubatçılar, Doğu Aktulga’nın şahsında evrimci materyalizmi sürekli öne çıkarsalar da, Çevik Bir’in kişiliğinde sosyal bilimlere ihtiyaçları olmadığını ikrar ve ifşa ettiler.

Sosyal bilimler, 28 Şubatçıların uygulamalarının çoğunun bilimsel karşılığı bulunmadığını göstermekteydi. Fransız Devrimcileri gibi 28 Şubatçıların da devrimci bilime ihtiyaçları vardı. Bugünkü “endişeli modern”ler de, sosyal bilimlere ex post facto olarak kıymet biçen bu geleneğin kuzenleridir. Her ikisinin de ‘objektif gerçeklikle’ ve ‘hakikate saygı’ ile başı hoş değildir; onların ihtiyaç duyduğu bilim, zaten ulaşmak istedikleri sonuçların doğruluğunu kendilerine garanti eden bilimdir.

Bin yıl unutmayacağız!

Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ‘bin yıl’ süreceğini iddia ettiği 28 Şubat sürecine ilişkin bu değerlendirme, zamanı bulunduğu an üzerinden okuyan dar görüşlü bir kesin inançlılığın ürünüdür. “Gün içinde değil yüzyıl içinde düşüne(bile)nler” bilirler ki, “gece ne kadar karanlıksa ay o kadar parlaktır”. “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” İnançları yüzünden ordudan atılan subaylar ve eşleri, başörtüleri yüzünden öğretmenlikten atılan öğretmenler ve onların yakınları 28 Şubatçıları affetmeyecektir. Yine de, din-siyaset ilişkisinin demokratik evrimine ve laikliğin demokratikleşmesi ihtiyacının fark edilmesine yaptığı istem dışı katkı, 28 Şubat’ın kaderi okuması üzerinde, inananları düşünmeye sevk etmesi gereken bir husustur.

31 Mart’ın kurduğu sıkıyönetim mahkemesinden aklanarak çıkan Bediüzzaman, Beyazıt’tan Sultan Ahmet’e doğru yürürken, “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye bağırmıştı. 28 Şubat’ın yıl dönümü. Bu sürecin mağdurlarının vicdanı nasıl haykırıyor dersiniz?

Bediüzzaman Haberleri