Nurettin Huyut’un Edebiyatçı-Yazar Hüseyin Yılmaz ile röportajı-2
Güçlü bir kaleminiz var. Zaman zaman makaleler de yazıyorsunuz. Ancak, geldiğiniz seviyeden memnun musunuz?
Tevazu, ahlâk-ı hasenedendir; mü’mine de çok yakışır. Ne var ki, bâzen küfrân-ı nimete kapı aralayabileceği gibi, muhatabın kameti sebebiyle, hakikat de telâkki edilebilir. İkisi de yanlış, ikisi de tehlikeli... Güçlü kalem meselesine gelince... Gıpta ve hayranlıkla okuduğum tek isim: Cemil Meriç. Tanpınar, Kemâl Tahir, Necib Fâzıl gibi bir kaç isim arada bir yolumun düştüğü metruk ziyaretgâhlar... Daha yenileri ise okuyamıyorum... Tahrib edilen Türkçe’nin katilleri arasında yer alan müstağriblere düşmanlığım, düşüncelerinden önce dillerine...
Türkçeyi önce Cumhuriyetin kurucuları tahrib etti. Haklılardı... Haklılardı, çünkü Osmanlı’dan kurtulmak istiyorlardı. Dilini tahrib etmeden Osmanlı’dan kurtulmalarının mümkün olmadığını anlamaları için zeki olmaları gerekmiyordu. Sonra devreye Sol girdi... Dili tahrib etmekte Sol, akle hayâle gelmedik çılgınlıkları göze aldı... Çünkü dil tahribinin tehlike gördükleri bin yıllık bir irfân ve İslâmiyet’in mevtini netice vereceğini düşünüyorlardı. Akla yakın bir zân... Bu şenî tahribkârlığa Sağ uzun yıllar direndi. Dil tahripçileri için Nurcular aşılması ve fethi en zor hisardı. Necib Fâzıl, Kaplan ve Kabaklı gibi isimler de birer heykel-i mücessem gibi karşı duruyorlardı... Fâzıl, Kabaklı ve Kaplan gibilerin ölümleriyle geride bıraktığı boşluğu, Nurcular’ın kırılan direnci ve eli kalem tutanlarının şuursuzluğu da büsbütün derinleştirdi... Bugünkü Türkçe ile değil bir uslûb kurup eser vermek, alelâde bir arzuhâl yazmak bile kabil değil. Sanırım bu büyük dâvânın tek divânesi kaldım. Bütün yapabildiğim, okunmamak ve anlaşılmamak pahasına da olsa uydurukçaya yazılarımda yer vermemek. Ümid ediyorum ki, gelecek nesiller, Nurlar ile birlikte geçmişlerini de öğrenmek cehdi ile dilin bu fetret devrinin yaralarını saracak ve mâzîdeki muhteşem irfânımızın hamîsi zengin Türkçe’ye yeniden hayat vereceklerdir.
Geldiğim seviyeden memnun muyum? Hayır... Onbeş yıllık bir inkıtâın sebebiyet verdiği kayıpları telâfi etmem gerekiyor. Sesimi daha geniş kitlelere duyurmanın bir yolunu bulmam lâzım. Kolay değil... Bugün sesini duyurabilenlerin sırtında devasa yumurta küfeleri var. Terennümleri serhad türküleri değil, harcıâlem nağmeler: Renksiz, kokusuz, musikisiz yâveler... Onların arasında bana yer yok... Yer yok, zirâ konuşmak istiyorum, onlar ise susmaktan yanalar...
Nisbeten haysiyetli duranları cemaatcılık ve tarafgirlik hissiyatı esir almış, bütün kapıları dışarıdan vuku bulan her ziyarete sımsıkı kapalı. Bu kapalılık, önce kendilerinin sesini boğuyor, haykırdıklarını sedece kendileri duyuyor. Aralarında olsam ne, olmasam ne...
Taraf’da yazmak isterim, daha da iyisi, bir Taraf’a hayat vermek isterim: Daha mü’min, daha müeddeb, daha biz olan cihânşümûl bir Taraf... Önce sermaye, sonra ölümüne birlikte yürüyebileceğim bir ekib. Ya kısmet...
Kaleminizi arzu ettiğiniz maksada muvafık kullanabiliyor musunuz?
Az önce ifâde etmeye çalıştım, imkânların elverdiği nisbette, evet... İnanmadığım hiçbir şeyi yazmadım, yazmıyorum... Kalemime açılabilecek kapıların azlığı ciddi bir handikap, aşmaya çalışıyorum.
Edebiyatçılardan teşekkül eden herhangi bir grubunuz var mı?
Maalesef... Mu’tâd olarak biraraya geldiğim, târif ettiğiniz gibi bir edibler grubu yok. Daha çok şahsî temasların öne çıktığı bir çevreden bahsetmem mümkün. Yazık ki, Türkiye’de edebiyat ve düşünce adamlarını bir araya getirecek zeminler fazla değil. Eskiden bu vazifeyi dergiler deruhte ederdi, ama artık dergilerin etrafında da bu kabil bir araya gelişler yok. Dergi var mı ki?..
Böyle bir grubu teşekkül ettirmek ve projeler geliştirmek istemez misiniz?
Hayır, demek; bütün iddialarımın inkârı olur. Elbet de isterim... Ancak yalnız başına istemek, bir şey ifâde etmiyor. Sizin gibi aynı yolun yolcularını bulmanız gerekiyor önce. Sonra yapılması gerekenlerin enine boyuna konuşulduğu, maddî-mânevî imkânların tahsis edildiği zeminler lâzım. Bitmek tükenmek bilmeyen himmetlere ihtiyaç var. Türkiye’de birşeyler yapmaya teşebbüs etmenin ilk şartı, korkmamaktır; korkmayacaksınız... İnandıklarınız hayatınızdan daha kıymetli değilse, yola çıkmayacaksınız. Zirâ tabiî uzuvlarına bile düşman nazarlar ile bakan bir devletin idaresi altınada yaşayanların hayatları ilk vazgeçecekleri şeydir, son değil...
Bu tarz çalışma yapmak isteyen grub veya kişilere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz...
Çok basit: Nurcu olmalarını tavsiye ederim... 3 adedden 111’in gücünü elde eden bir formüle başka hiçbir yerde rastlamadım. Nurcu olmak demek, Said olmak demektir. Said, Barla inzivasında dünyâyı ihâta eden cihânşümûl bir hizmete zemin hazırlayandır. Çığır bir kere açılmıştır, arkadan gelenlere düşen, izleri tâkib etmek ve yolu daha da tahkim etmektir...
Yazar ve düşünce adamının birinci silâhı, kullandığı dil. Dili kullanamayan yazar, dâvâyı daha yolun başında iken kaybetmiş demektir. Dili iyi öğrenmenin yolu, kullandığınız dilde verilmiş en güzel eserleri bıkmadan usanmadan okumaktır. Dilbilgileri ile takviye, sonraki iş; teknik târif mesâbesinde bir faaliyet gramer. Bir dilin gramerini çok iyi bilmenin tabiî neticesi, iyi bir yazar veya edib olmak değildir. Öyle olsa idi gramer erbablarının ekseriyeti edib ve yazar olurdu.
Sadeleştirilmişlerinden uzak durmak kaydı ile Süleyman Nazif, Namık Kemâl, Halit Refik, Yakub Kadri, Peyami Safa ve Tanpınar’ı mutlaka okusunlar. Türkçe bütün zenginlikleriyle bu zevâtın eserlerinde arz-ı endâm eder... Nihâyet, Meriç... Meriç, Türkçe’nin Himalaya’sı. Tırmansınlar, küçük birer Himalaya olamazlarsa bile keşifleriyle zenginleşeceklerdir...
Sanırım bir röportajın imkânları bahsi daha da uzatmaya müsait değil, bu kadarla iktifâ edelim...
-Son-