31 Mart geliyor (II)

Ramazan BALCI

31 MART VE SULTAN ABDÜLHAMİD’İN AZLİ

31 Mart’ın vekiller tarafından olayın nasıl görüldüğünün anlaşılması için Halil Menteş’in anlattıkları önemlidir: “Hareket Ordusu Ayastefanos'a gelmişti. Meclis-i Millî halinde orada içtima etmiştik. Bir gece içtima salonunda 35 kadar mebus bulunuyorduk. Karşıdan bir fener çıktı. Arkasından da bastonuna dayanarak seke seke Sait Paşa geldi. Mutad hilâfında bir geliş. Kapıdan girince sandalyeye oturdu. ‘Bu akşam bir içtima akdedecektik öyle değil mi?’ dedi. Hepimizi bir hayret istilâ etti. ‘Böyle bir emrinizi almadık. Burada 35 kişiyiz’ dedik. ‘Canım diğer arkadaşlar köyde bulunmuyor mu, mevcut farz ediveririz’ dedi ve sözüne devam etti: ‘Payitahttaki asker Meşrutiyete isyan etmiş, orada da bir hükümet var. Milletin ordusu da gelmiş, Meclisi Milli de ordugâhda kurulmuş. İlk vazifeniz hükümeti ıskat etmekti. Bunu niçin yapmadınız? suretinde bir sual karşısında kalırsak cevabımız ne olur?’ diye sordu ve bana döndü. ‘Zâtiâliniz lütfen cevap verir misiniz?’ dedi. Arkadaşların ‘anlamadık, ne demek istiyorsun?’ demeleri üzerine ben izah ettim:

‘Paşa hazretleri evvelâ vaziyetimizi tespit edelim. Padişah Meşrutiyete karşı vaziyet almış, payitahttaki askerler de isyan etmiştir. Şimdi milletin ordusu gelmiş, İstanbul hududuna dayanmıştır. Yarın harp başlıyor, bizim ordu galip gelirse bizleri suale çekmiyecekler. Biz sual soracağız. Maazallah âsiler galebe çalarsa Sultan Hamid bizleri suale çekmeyecek, giyotine gönderecektir. Vaziyeti böyle anlıyoruz. Mesuliyeti böylece kabul ettik. Buradayız.’”(1)

Hal konusunda kararlı olmalarına rağmen Mahmut Şevket Paşa Saraya güvence vermeyi ihmal etmedi. Ayastefanos merkezinden Saraya çektiği telgrafta; "Ordu-yı hümayunun Dersaadet’e vusulü münasebetiyle bir takım bedhahân ordunun zat-ı şahanelerini hal edeceği havadisini neşrediyor. Hâşâ sümme hâşâ, ordu böyle bir şeyi asla kabul etmez. Bu büyük bir iftiradır. Ancak asilerin tepelenmesi sırasında bir takım bozguncular kargaşalık çıkararak hayat-ı hümayunlarına zarar verecek olurlar ise bundan dolayı ordunun hiçbir mesuliyet kabul etmiyeceğini arzederim" diyordu. Saray bu telgrafa “Memleketin inzibatı, Kanun-i Esasi’nin ve Padişahımız hazretlerinin hayat-ı şahaneleri ordu-yı hümayuna emanet edilmiştir” yolunda bir cevap verdi.

Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey de “zat-ı şahaneleri istifa etmiş olsalar bile millet kendilerini zor ile taht-ı hümayunlarına oturtacağını” ifade etmiş, padişaha güvence vermişti. Bütün bunların padişahın hareket ordusuna karşılık vermesinden korkulduğu için yapıldığı az zaman sonra anlaşılacaktı. Ayrıca Mahmud Şevket Paşa, Meclis-i Mebusan reisine “ben maiyetimdeki askeri, meşrutiyeti ve padişahı kaldırmak isteyenleri tepeleyeceğiz diye getirdim. Tahtan almanın bizim tarafımızdan yapılacağı işitilirse isyan ederler, mahvoluruz!” demişti. Bütün darbelerin yalan haberler üzerine kurulduğu işin ayrı bir yönüydü.(2)

Bu noktada Sultan Abdülhamid’in takındığı tavır, önemli tartışmaların konusu olmuştu. İsyan ilk ortaya çıktığı günlerde bunların tenkili için kan dökülür gerekçesi ile I. Ordu’nun kullanılmasına izin vermemişti. Aynı gerekçe ile Hareket ordusuna karşı şehrin savunulmasına da razı olmadı.

“Sultan Abdülhamid, Şeyhülislam ile Fetva emininin I. ve II. Fırka kumandanlıklarına bağlı kışlalara gidip, gelen askerlerin kendi kardeşleri olduğunu söyleyip bunlara karşı silah kullanmamaları için askere yemin ettirilmesi emrini vermişti. Birinci Ordu kumandanı Nazım Paşa, Meclis-i Vükela’ya çağrılıp emir tebliğ edildi. Az sonra II. Fırka askerinin yemin etmeyeceği haberi geldi.”(3)

Saraya yakın mevkide bulunan II. Fırka askerleri, Hareket Ordusu’nun niyetini biliyordu. Israrla kendilerine cephane verilmesini istiyorlardı. Gece saat altı yedi sırasında II. Fırkaya mensup birçok asker, Yıldız kasrında Sadrazam ve Harbiye Nazarı’nın bulunduğu odaya girdiler. Son derece telâş ve heyecan ile "Askeri vuracaklar, bizim ne günahımız vardır? Cephane isteriz. Karı gibi ölmek istemeyiz. Onlar asker ise biz de askeriz" diye bağırıyorlardı. "Gelen askere siz kurşun atmazsanız, onlar da size atmazlar. Onlar sizin ile barışmak için gelmişlerdir, Padişahın emri böyledir" şeklinde nasihat edildi.

Askerler "Bizi öldürmeye geliyorlar. Bunlardan hâlâ merhamet mi bekliyorsunuz? Bunlar bizi tavuk gibi boğduracaklar. Anlar vermezler ise biz kendimiz alırız" dediler ve gittiler. Az sonra cephaneliğin kırıldığı ve sandıkların taburlara dağıtıldığı haberleri geldi.

Bu haber Padişaha arz edildiğinde binek taşına üzerine çıkmış "Asker zinhar kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar, sonra kurşun atmaya başlasınlar" emrini verdi. Askerin hatırını saydığı birçok paşa araya girmiş, bunlardan pek çoğunun teslim olmasını sağlamıştı.(4)

O gün askerler güya güngörmüş paşalara inanmanın pişmanlığını son kez yaşayacaklardı. Bir fetih ordusu edasıyla şehre giren Hareket ordusu, kışlalardaki askerleri topa tutup imha etti.
Sultanın kendisinin kan dökmekten kaçınması elbette büyük bir faziletti ama o, başkalarının kan dökmesine seyirci kalabilecek bir makamda bulunmuyordu. Gerektiğinde bir masumun hayatının korunması için bir eşkıya sürüsünün feda edilmesi, idarecilerin üzerindeki bir görevdi.

Hareket Ordusu şehre hakim olduktan sonra, aynı zamanda hal faciası için hazırlıklar başlamıştı. 31 Mart isyanında en büyük payın sahibi olan basın, derhal ağız değiştirip isyandan padişahın sorumlu olduğu iddiasını gündeme getirdi. Aynı şekilde isyan günlerinde askerin padişaha olan meylini kullanan muhalefet, sorumluluğu padişahın üzerine yı¬kan bir davranış içine girdi. Öteden beri Sultan Hamîd'i hal etmek sevdasını güden İttihat ve Terakkî de bu fırsattan yararlandı.

Hareket Ordusu şehre girdikten sonra Meclis, 26 Nisan 1909'da Ayasofya'daki binasında toplanmıştı. Bu toplantı ayanlar ve millet vekillerinin katılımı ile yapıldığı için "Meclis-i Umûmî-i Millî" ismini almıştı. Bu gizli celsenin başkanlığını Meclis-i Ayan reîsi Saîd Paşa yapmaktaydı.

Meclis hal konusunu görüşürken Sultan Abdülhamid, Sadrazam Tevfik Paşa aracılığı ile yeni bir teklifte bulundu: "Ahvalin âkibetini pek vahim görüyorum. Ben saltanattan fariğ olacağım. Fakat bu otuz bir hâdisesini bana isnad ediyorlar; bunu hiç bir veçhile kabul edemem. Ve mesuliyetinin ve lekesinin benim üstümde kalmasına razı olamam. Bir komisyon mu yoksa divan-ı âli mi teşekkül eder. Velhasıl her ne suretle olursa olsun tahkikat icra edilsin. Bunu yapanlar meydana çıkarılsın. İşte bu şartla ben saltanattan feragat ederim.''

Bu sırada Ayasofya'da toplanan Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, Sadrazam Tevfik Paşa’yı meclise çağırmışlardı. Mebuslar hal' fetvası üzerinde çalışıyorlardı. Sadrazam, Millî Meclis reisi Sait Paşa’ya, padişahın teklifini iletti.

Said Paşa kemal-i telâş ile sadrazama "Bu babta sizin reyiniz nedir?" dedi. Sadrazam "Bu babta benim reyim yoktur. Ben size, dün almış olduğum arzu ve irade-i seniyyeyi tebliğ ediyorum. Meclis-i Millî’nin Reisi olmak hasebiyle rey sizindir " dedi. Paşa bu defa daha ziyade telâş ve heyecan ile "Ben Meclis-i Millî reisi değilim. Beni zor ile tayin ettiler. Siz beni mesul tutmak istiyorsunuz" dedi. Daha sonra Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Beyi çağırdı ve padişahın arzusunu Ahmet Rıza Bey’e söyledi. Sadrazamın bu konudaki görüşü tekrar soruldu:

Sadrazam, "Evvelâ Kanun-i Esasi ahkâmınca zat-ı şahane mukaddes ve gayri mesuldür. Saniyen feragat kabul olunmayıp da halde ısrar olunur ve badehu tahkikat icrasiyle zat-ı şahanenin suçsuz olduğu tahakkuk eder ise, ol vakit ne yapmak lâzım gelecektir?" dedi. Bu cevap üzerine gerek Sait Paşa, gerekse Ahmet Rıza Bey, "Hal’ için her şey olmuş bitmiştir. Feragat meselesi mevzu-ı bahis edilemez. Mutlaka hal lâzımdır" dediler. (5)

Sultan Abdülhamid, 33 yıl içinde hiçbir dost kazanamamıştı. Başta Said Paşa olmak üzere tüm üyelerini bizzat kendisinin atadığı Ayan Meclisi üyelerinden hiç biri padişahın yanında değillerdi. İhtiyar kurd Said Paşa’nın telaşı ise hâlâ “ya başaramazsak” korkusunu taşımaktan veya daha cesur bir ifade ile efendisine yaptığı ihanetin utancından kaynaklanmaktaydı. Güya Padişaha elçilik yapan Sadrazam Tevfik Paşa’nın verdiği cevap meclisin kesin olarak hal kararı almasında etkili oldu. Paşanın ikilemine göre bu sonuç kaçınılmazdı.

Nihayet Mahmud Şevket Paşa’dan "harekat-ı askeriyenin hitama ermiş olduğunu" bildiren bir telgraf geldi ve Meclis'te okundu. Ayan Meclisi ikinci reîsi Gazi Ah¬med Muhtar Paşa kürsüye çıktı ve "Cenab-ı Allah'ın bugün Meclis-i Umûmî'ye büyük bir vazîfe tevdî eylediğini, mülk-ü milletin selametinin o demde alınacak karara tabi olduğunu" ilan etti. Bu konuşma ile "salta¬nat değişikliği" görüşmeye açıldı. Meclis büyük bir galeyan halinde bu değişikliği kabul etti.(6)

Hal fetvasının tebliği için Meclis-i Ayan, Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa ile Ermeni Katolik milletinden Aram Efendi’yi görevlendirmiş, Meclis-i Mebusan ise Dıraç Mebusu jandarma livalarından Esat Paşa ile Selanik Mebusu Musevi Karasu Efendi’yi seçmiştir.

Tevfik Paşa, Sait Paşa’ya gidip "Paşa hazretleri, fetvay-ı şerifeyi Halifeye tebliğ meselesi bir mesele-i diniyedir. Bu mesele-i mühimme-i diniye böyle bir heyete tevdi edilemez" diyecek olmuş, Said Paşa hiddet ve telâş göstermiş; "Mesuliyeti bana tahmil etmek istiyorsunuz. Beni siz mesul etmek istiyorsunuz. Her şey hazırlanmıştır tebdil olunamaz” diyerek Sadrazamın teklifini reddetmiştir.

Meclisin hal kararını tebliğ için gelen heyeti, Başkatip Ali Cevad Bey karşılamıştı: “Abdürrahim Efendi, diğer bazı hademe ve Meclisten gönderilen heyetle birlikte salon kapısının yanında bulunan paravananın önünde durduk. Heyetten Esat Paşa; ‘Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetvay-ı şerif var. Millet seni hal' etti. Ama hayatınız emindir’ dedi. Bunun üzerine zat-ı hümayunları emniyet ve vakar içinde ‘Bu işi ben yapmadım. Sebeb olanları millet arasın bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi. Kaderim böyle imiş. Müsebbiplerini varsın millet bulsun. Yalnız bir ricam var. O da hayatımın Çırağan sarayında muhafaza edilmesidir. Ben orada hasta biraderimi bunca sene muhafaza ettim. Yarın çoluk çocuğumla beraber oraya giderim. Zaten ben yorulmuş idim. Hiç bir şey istemem ve hiç bir şeye karışmam. Milletten bunu rica ederim’ buyurdular. Esat Paşa ile Arif Hikmet Paşa hayat-ı şahanelerinin emniyette olduğunu ve ancak kalacakları yerin tayini için görevleri olmadığını, bu isteklerini Meclise bildireceklerini açıklayıp gittiler.

Padişah yandaki odaya avdet buyururlar iken, bana bakarak "Bu işlere sen sebep oldun" buyurdular. Ben de ağlayarak dedim ki: "Efendimiz, ben ne yaptım ve ne yapabilirdim? Ben gebermeli idim de bu günü görmemeli idim."

Sultan Abdülhamid, sükunetini ve vakarını muhafaza etmişti ama harem halkı feryad ediyor, şehzade Abdürrahim Efendi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Padişah salona geldi; "Bu işin böyle olacağı malûm idi ve belki sen de biliyordun" diyerek beni tekrar payladı.

“Cemiyet-i Muhammediye namı altındaki cemiyet-i fesadiyenin zuhuruna kadar zatınızla ilgili hiçbir tehlike görmüyordum. Fakat zat-ı şahanelerinin hal konusuna dair malûmatları var ise ona bir diyeceğim yoktur.” (7)
Sultanın Çırağan’da kalma isteği kabul edilmedi. Bu konuda araya girenleri kimse dinlemedi. Sultanın başkatibe bu işler senin yüzünden oldu derken neyi kastettiği konusunda Fezleke yazarı bir açıklama yapmadı.
Ancak isyan sırasında padişahı yönlendiren Başkatip Ali Cevad Bey’di. Boğazdaki Rus gemileri haberi, isyancılara nasihat edilmesi, Hareket Ordusu’na karşı konulmaması gibi bir çok karar onun eseriydi.

Padişah, Ali Cevad Bey’in Sultan Reşad adına çalıştığını ima etmişti. Perdenin arka yüzünü görmek bir çırpıda mümkün değilse de alınan sonuçla birlikte değerlendirildiğinde bu şüphenin tamamen yersiz olduğunu söylemeye imkan görünmüyordu. Padişah, ya isyan ilk çıktığında ya da Hareket Ordusu geldiğinde askerin başına geçme cesaretini gösterebilseydi, hem daha az kan dökülecek, hem de meşrutiyet meşru zeminde korunmuş olacaktı.

Asrın yalnız adamı, layık olmadığı bir muamele ile tahtından alındı. Bu işte sultanın otuz yıldır etrafında tuttuğu insanların, İttihatçılardan daha çok gayret göstermeleri, dikkat çekiciydi.
Meşrutiyetin ilanı ne kadar haklı bir talep ise, şu 31 Mart isyanı ve saltanat değişikliği o derecede haksız bir muamele olmuştur. Bu hareket ile Türk milleti için ardı arkası gelmeyen darbelerin kapısı açılmış, ne yazık ki bir daha kapanmamıştır. Bunun sonucunu tahmin etmek elbette zor değildir. Tek kişilik diktatörlüklerin yolu bu darbe ile açılacaktır. Meclis ve halkın iradesi hep teferruat olarak kalacak, etrafına üç beş akıllı çeteci bulan darbe yapmaya kalkacaktır.

Kanunla yetkilendirilen anayasal kurumların hiç biri darbeciler karşısında görevlerini yapamayacak, 600 yıllık tarihî mirastan hiçbir yönetim tarzı ve milli gelenek oluşturamayan ülke, bu tarihten yüz yıl sonra bile darbe tehdidi altında kanunsuz çetelerin ellerinde oyuncak halinde kalacaktır.

Oysa Meşrutiyete sahip çıkılmalı, kanun hakimiyeti sağlanmalı, devlet kurumları tedrici olarak yönetime ortak olmalı, gelenekten modern hayata geçerken, millî bir devlet şuuru ile toplum kendi kendini değiştirmeliydi. O dönemde meşrutiyete sahip çıkmayanlar acı bir şekilde bunun bedelini ödediler. Ne varki, bu acının bir asır sürecek bir serüven olduğunu o tarihte bilen galiba yoktu.

DİPNOTLAR:
1-Fezleke, s. 142 ( Cumhuriyet, 22 ekim 1946)
2-Ziya Aksun, Osmanlı Tarihi, c.5, s. 190
3-Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, TTK 1987, s. 31
4-Fezleke, s. 71
5-Fezleke, s. 99
6-Aksun, c.5, s. 230
7-Fezleke, s. 82

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.