Röportaj: Nurettin Huyut - RisaleHaber
Hasan Tanrıverdi
1948 de Trabzon’un Beşikdüz’ü ilçesinde doğdu. İlk ve orta eğitimini Trabzon’da tamamladı. 1966’da Öğretmen Okulundan, 1986’da da Anadolu Üniversitesi Eğitim Bölümünden Mezun oldu.
Türkiye’de 23 yıl Öğretmenlik ve idarecilik yaptı.
Altı yıl da Almanya’da öğretmenlik yaptı.
Kısa bir müddet özel okullarda yöneticilik yaptı ve daha sonra emekli oldu.
Emekli olduktan sonra kısa bir dönem Ticareti denedi ama umduğunu bulamadı.
Sonrasında dört yıl Yeni Asya Gazetesi Ankara Temsilciliğinde İdare Amirliği görevini yürüttü.
2005 yılında Yeni Eğitimciler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Halen aynı derneğin Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütüyor.
Evli üç çocuk babası olan Tanrıverdi, “Hayatın dağdağalı, keşmekeşli dönemlerini bitirdik. Her şey sakinleşti. Artık bundan sonraki hayatımızda hizmet etmek istiyoruz” diyor.
Risale-i Nurları nerede ve hangi şartlarda tanıdınız?
1964 yılında Öğretmen Okulu 1. sınıfta iken babam eve bir takım kitap getirmişti. Ben de o günlerde okumayı çok seviyordum. Kitaplar arasıda ilk dikkatimi çeken Tabiat Risalesi oldu. Ne olduğu hakkında o gün fazla bilgim de yoktu ama okulda arkadaşlar arasında bir kitap okuma yarışı vardı. O nedenle alıp okula götürdüm. Ve arkadaşlara biraz da hava atarak “Ben sadece roman okumuyorum, böyle bilimsel kitaplar da okuyorum.” deyip onlara da gösterdim.
O günlerde Bediüzzaman Said Nursi’nin ismi bizim oralarda çok fazla duyulmamıştı veya biz duymamıştık. Ayrıca, biraz inceleyince Şeyh Said ile karıştırıldığını fark ettim. O gün biraz haylazca bir arkadaşım benden bu kitabı aldı ve Milli Güvenlik Bilgisi Hocasına götürdü. Hoca kitabı görünce (demek tanıyormuş ki) çok kızdı. Bizlere bağırıp çağırdı, esip gürledi. Ama ben kitabımı ondan geri aldım. Sonra kendi kendime dedim ki, bu bağırıp çağırdığına göre bu kitap güzel bir kitaptır. Kendimce öyle yorumladım. Ve Risale-i Nur’a karşı merakımı uyandırdı.
Babam da ben de Risale-i Nur’u ve Nurcuları bilmiyorduk. İlk defa duyuyorduk. Hatta babam bu kitabı Trabzon’a gidişinde birçok kitapla birlikte alıp getirmişti.
Aradan birkaç yıl geçti. Ben öğretmen olmuştum. Yıl 1966. Beşikdüzü’nde Yorgancı Ömer Bayram diye çok değerli bir Abimiz vardı, eski tüfeklerden... O İttihad Gazetesi okurdu, ben de İttihad Gazetesi okurdum. Yani tanışıyorduk. O beni bir gün Trabzon’a götürdü. Dedi ki, “Seni birisi ile tanıştıracağım” Rahmetli Müslim Selçuk Abi vardı, Müslim Abi Trabzon’un belkemiğidir. Çok büyük hizmetleri olmuş bir Abimizdir.
Müslim Abi o gün bana çok değer verdi. Ben henüz 18 yaşındaydım. Çay ısmarladı, beni aldı karşısına Risale-i Nur’dan pasajlar okudu. Neden Risale-i Nur okuduğunu bana anlattı. Geniş geniş izah etti.
Ben o görüşmeden sonra Müslim Selçuk Abi’ye hayran oldum. O’na, anlatmasına, simasına adeta aşık oldum. Ona olan bu sevgim daha sonra Risale-i Nur’a döndü. Yani onun şahsında Risale-i Nur’u sevmeye başladım.
Kısa bir zaman sonra onun Risale-i Nurlardan dolayı mahkemesi vardı. O nedenle tekrar Trabzon’a gittim. Avukatlığını da Bekir Abi yapıyordu. O’nunla da o gün konuşmak, tanışmak ve kucaklaşmak nasip oldu. Allah gani gani rahmet etsin Amin…
Mahkemesine biz de girdik çıktık. Bu hal beni biraz daha davaya ısındırdı.
Mahkeme safahatı ile ilgili aklınızda kalan bir şeyler var mı?
Mahkeme safahatından aklımda şunlar kalmış: Bekir Abi çok mükemmel bir müdafaa yapmıştı. Konuşma tarzı çok güzeldi. Sesi gür ve kalın değildi ama konuşması, hitabı, akıcılığı çok mükemmeldi. Hatta o konuşurken Hakim not alıyordu, elindeki kalemi bıraktı, gevşedi ve hayran hayran onu dinledi. Biz de dinledik.
İşte o iki şahsiyetin mükemmel duruşları, mahkemeleri, mahkemedeki cesur davranışları beni bu davaya bağlamış oldu. Kendimde bir aidiyet hissetmeye başladım. Ondan sonra Cumartesi günleri derse gitmeye başladık.
Yine bir gün Dr. Sadullah Nutku Abi gelmişti. Biz O’nu daha önce gazetedeki yazılarından dolayı tanıyorduk. Hatta zaman zaman sağlıkla ilgili sualler de soruyorduk. Geldiğini duyunca koştum gittim. Dershanede bir talebeye ders veriyordu. Risale-i Nur’dan cümleler yazdırıyordu. Ben O’nu görmeden önce iri yarı bir adam sanıyordum. Fakat orada görünce adeta hayal kırıklığı yaşadım. Kafamda onu öyle canlandırmışım meğer. Manevi büyüklüğünün yanında maddeten de büyük ve iri olduğunu düşünmüşüm. Fakat orada zayıfça bir insanı görünce içimden o değil diye geçirdim ve sordum. “Dr. Sadullah Nutku gelmiş onu görmek istiyorum” dedim. İşte burada denince şaşırdım.
Sonra tanıştık, kucaklaştık ama çok tatlı, munis, hitabı çok güzel biriymiş meğer. O gün orada bir şey dikkatimi çekti. Dr. Sadullah Abi kendi konumuna bakmadan (çünkü kendisi doktor olmuş, altmışlı yıllarda bir doktor o şehrin valisi kadar forsu olan bir kişidir) bir çocukla bir saatten fazla ilgilendi, dersine yardımcı oldu. İşte O’nun o durumunu da hiç unutamıyorum. Sonradan anlıyorum ki, gençlerle ilgilenmek çok önemli. Zaten insanları bu davaya ısındıran en önemli etken muhabbet, sevgi ile ilgi ve alakadır.
O günlerde başka kimlerle tanıştınız?
O dönemde bir de Hekimoğlu İsmail ile tanışmıştım. Yüz yüze bir defa görüşmemiz oldu. “Ölüler Diriliyor” diye konferanslar veriyordu. İşte o konferanslarından birinde görüşüp tanışmıştık. Onun dışında gazete de yazı yazıyordu. Biz de ona mektup yazarak soru soruyorduk. O da bize cevap yazardı. Yani mektuplaşıyorduk. Bazen de yazı, şiir, hikâye yazıyor, gönderiyordum. O günlerde benim çok yazılarım yayınlandı. Hatta ilk yayınlanan yazımı bile hatırlıyorum. Hikâyeler makaleler gönderiyordum. Yazım çıktığı zaman çok heyecanlanıyordum, seviniyordum. Hatta yazım veya bir şiirim yayınlandığında bir hafta tesirinde kalırdım.
Sonra Sungur Abi ile görüşmemiz olmuştu. Bir akşam dersinde Ahmet Akgündüz ile beraber gelmişlerdi. Ahmet Akgündüz o zamanlar henüz öğrenci idi. Genelde dersleri ona okutuyordu kendisi de yer yer açıklama yapıyordu. Sungur Abi’nin çok tatlı bir konuşması vardı. Dili biraz peltek idi ama çok tatlı idi. Zevkle dinlerdik.
Abiler o dönemlerde sürekli gelip dolaşıyorlardı. Cemaati canlı tutmak için sürekli teşvik ediyorlardı. Onların gelip gitmeleri bizi ayakta tutuyordu. Moralimizi hayli yükseltiyordu. Kendimize güvenimiz artıyordu.
Trabzon’da bir dershanemiz vardı, fakirane kalorifersiz. Hafta sonraları giderdik. Altta lokanta vardı, oradan odun alır sobayı yakar, dershanemizi ısıtırdık. Vahdettin Karaçorlu diye bir Abi vardı. O dönemde o sıkıntılı ve fakirane hayata rağmen biz çok şevkli idik. Çok mutlu olurduk, cennette yaşıyoruz gibi bir hal vardı bizlerde.
Dersler hafta sonları düzenli bir şekilde devam ederdi, biz köyden gelir giderdik. O zamanlar merkeze bağlı bir köyde öğretmenlik yapıyordum. Ama geliş gidişlerimiz hayli zahmetli olurdu. O dönem benim için çok verimli bir dönemdi. Sürekli Risale-i Nurları okuyordum. Hatta Abdullah Yeğin Abi’nin Lügatini almıştım. Oradan kelimeleri teker teker öğrenir öyle okurdum. Okurken de kelimelerin cümlelerin altlarını teker teker çizerek hatta kenarlarına manalarını yazarak bazen de şerhlerini ve izahlarını yaparak okurdum.
Bir dönem de Avrupa’da öğretmenlik yapmışsınız. Biraz da o günlerden bahseder misiniz? Sizin gittiğiniz dönemde Avrupa hizmetleri nasıldı? Neler yapardınız?
Ben Almanya Augsburg’da görev yaptım. 180 bin kişilik bir şehirdi. Ben yalnız gitmedim, beş altı arkadaş beraber gittik. O dönemde orada birçok dini cemaat vardı. Hatta ilk gittiğimizde bizimle ilgilenmeye, bizi yanlarına çekmeye çalışmışlardı. Daha doğrusu bizi tanımak istiyorlardı fikrimiz zikrimiz nedir diye. Bir gün beni sohbete davet ettiler. Ben hemen anladım derse davet ettiklerini. Gittim baktım hakikaten ders yapılıyor.
Orada Mehmet Abi vardı. Dersi o yapmıştı. O vesile ile oradaki cemaatle tanışmış olduk. Orada Ali Uçar’la tanışma imkânım oldu. O da o dönemde Almanya’ya gelmişti, dersler yapmıştık. Hafta sonları benim evde, özellikle gençleri toplayıp yapıyorduk. Orada trafik daha canlıydı. Türkiye’den gelenler oluyordu. Bir defasında mesela Vahbi Vakkasoğlu’nun geldiğini hatırlıyorum.
Irmaklar her zaman mecrasında akar ve neticede akacağı kaynağa ulaşır. Yani, gittiğiniz yer neresi olursa olsun mutlaka kendinize yakın olan ve anlaşabildiğiniz insanlara ulaşıyorsunuz.
Ben Avrupa’ya 1989-95 yılları arasında gitmiştim. Orada Ahlen’de Gonca Gençlik Derneği diye bir dernek var. Orada hizmetler o ad altında yapılıyordu. Bu günde sanırım aynı isim altında devam ediyor. Orada cemaatlerin mutlaka bir sivil toplum kuruluşu vardır. Ve hizmetlerini o kuruluş adı altında yaparlar.
Bize anlatabileceğiniz unutamadığınız bir hatıranız var mı?
Evet, şöyle bir hatıram oldu: O yıl okula yeni bir Alman öğretmen tayin olmuştu. Aynı sınıfa derse giriyoruz. Bu hoca beni her gördüğünde sınıfta veya başka yerde sürekli bana “Selamün aleyküm” diyor. Bir gün dedim ki, “Pardon bir şey sorabilir miyim?” , “Elbette buyurun” dedi. “Siz bana her defasında selam veriyorsunuz. Bunu niçin yapıyorsunuz? Bana bir güzellik olsun diye mi? Yoksa bu davranışınızın özel bir nedeni var mı?” dedim. O da “İslam dini benim dikkatimi çekiyor. İslam düşüncesi, İslam hayatı ve kültürü beni ilgilendiriyor” dedi. Öyle deyince ben çok şaşırdım. Dedim: “Peki bu kültürü almak için ne yapıyorsun? Bir araştırman veya bir çalışman var mı?” Dedi: “Evet var. Ben önce İslam’ı kaynağından öğrenmeye çalışıyorum. Yani şimdi Kur’an’ı okuyorum.”
“Ama benim bazı eksiklerim var, size bunları sorabilir miyim?” dedi. “Elbette daha sonra uygun bir zamanda sorabilirsiniz?” dedim. İkinci gün sabah öğretmenler odasına elinde Kur’an’ı Kerim’le geldi. Burası nasıl okunur, şurası nasıl okunur diye sordu. O öyle sorunca bütün öğretmenlerin dikkatini çekti tabii. Dediler “Siz ne yapıyorsunuz? Neler oluyor?” O da onlara dedi ki, “Ben Kur’an-ı Kerim’i okumasını öğreniyorum. Tanrıverdi de bana yardımcı oluyor.” Bütün öğretmenler masaya vurarak alkışladılar. Olağanüstü bir hoşgörü, olağanüstü bir özgürlük, dine inançlara saygı… Kimse alınganlık yapmadı, okul müdürü, müdür muavini hepsi oradaydı.
Daha sonra bu öğretmen beni bir sohbet toplantısına davet etti. “Bizim böyle bir toplantımız var gelir misin? dedi. Ben de kabul ettim ve gittim. Yanında bir erkek öğretmen daha vardı. Suriyeli bir profesörün evin gittik. Hanımı Alman, o da Müslüman olmuş bir profesör. Bizden başka gelenler de vardı. Orada bir tartışma ortamı açıldı. Gelenlerin bir kısmı Müslüman olmuş, bir kısmı olmak üzere, bir diğer kısmı ise karşı gurubu oluşturuyor. Çay kahve içiliyor, pastalar yeniyor. Çok demokratik bir ortam, herkes fikri hür bir zeminde söylemiş oluyor, hoş bir ortam. Mükemmel bir tartışma incitmeden kırmadan.
Bana da birkaç soru sordular ben de dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Dönüşte arabada ben onlara soru sordum. Dedim ki, “Ben sizden şüphelendim, siz Müslüman oldunuz mu? Yoksa olmak üzere misiniz?” O da dedi ki “Olmak üzereyim” Peki dedim “Bu insanlar bu İslam’ı nerden öğrendiler? Böyle bir araya nasıl geldiniz?” Dedi ki, “Bizim Münih’te de bir gurubumuz var onlarla da irtibat halindeyiz. Bizim bu merakımız. Said Nursi diye bir İslam Alimi var. Onun eserlerini okuyarak bizde bu merak uyandı. Siz onu tanıyor musunuz?” Ben gülümsedim ve dedim ki, “O benim hocamdır, ben onun eserlerini okurum” Peki dedi sen bize onun kitaplarını bulabilir misin?”
Ben hemen eve geldim, Ahlen’de Şendoğan kardeşimiz var, Gonca Gençlik Teşkilatında… Ona telefon ettim ve bir dizi İngilizce, Almanca Risale-i Nurları gönderdi, getirip ona verdim. Daha sonra bu hanım Mısır’lı bir Müslüman’la evlendi, beni de nikah şahidi yaptı. Nikâh şahidi olmak Alman kültüründe çok önemli bir yakınlık… Bizdeki kirvelik gibi çok değer veriyorlar. Daha sonra okula geldiğimde benim bu durumumdan dolayı beni çok takdir ettiler, tebrik ettiler. Yani onlarla uyum içinde olmam onların çok hoşuna gitmişti. Yani, uyum içinde olmak asimile olmak değil yani kendi kültürünü bırakıp onlar gibi yaşamak değil. Uyumlu olmak hoşgörülü olmak onlar için çok önemli.
Nikah şahitliği yaptığımda güzel bir şeyle de karşılaştım. Müslüman olduğuna dair bir de belge imzaladı. Ondan sonra evlendiler. Biz de şahitlik ettik. Onu en çok etkileyen eser Risale-i Nur olmuştu.
Almanya’da Türk çocukları ile okuma programları yapıyorduk. Yine Gonca Gençlik Derneğinin çatısı altında okuma programları yaptık. Türkiye’den de gelenler oluyordu. Daha sonra yıllar geçmişti tekrar Almanya’ya gittiğimde gördüm ki, beni sabahlara kadar uyutmayan, beni canımdan bezdiren o yaramaz çocuklar gitmiş yerlerine akıllı, ahlaklı, terbiyeli, munis böyle mükemmel bir gençlik gelmiş. O zaman anladım ki, Risale-i Nur insanları gayet iyi terbiye ediyor. Yani, onların çocukluk halleri ile gençlik halleri arasında dağlar kadar fark oluşmuştu. Ben buna bizzat şahit oldum.
Oranın çocukları çok mu yaramazdı? Buradakilerden çok mu farklılar?
Evet, çok yaramazlar, aşırı derecede haylazdırlar. Bunun nedeni oradaki eğitimden kaynaklanıyor. Biraz da çevrenin etkisi vardı. %30 ailenin etkisi vardır, %30 okulun, %40 da çevrenin etkisi olur. İstatistikler öyle diyor. Ora da çevre hayli serbest olduğundan gençlik veya çocuklar o hür ortamı fazlasıyla istismar edebiliyor.
Biraz da isterseniz 70’li yıllardan bahsedelim. O yıllar Türkiye de fikir hareketinin en yoğun yaşandığı yıllar. Risale-i Nurların Neşriyat yoluyla daha geniş kitlelere ulaştırıldığı yıllar. O yıllardan biraz bahseder misiniz?
Evet, haklısınız. Üstad’ın müfritane irtibat dediği yıllar 70’li yıllarda yaşanıyordu. Birbirimizi yoğun bir şekilde ziyarete giderdik. Mesela Rize’de Toprak Abi vardı. Soyadı Toprak idi. Onun yanına giderdik. Samsun’da Hamdi Sağlamer Abi vardı. Ona zaman zaman giderdik. Çok değerli insanlardı. O zaman muhabbet de çok yoğun yaşanırdı. Gittiğimiz de bizi bırakmazlardı. İlla misafir ederler, ikram ederler, derse götürürlerdi.
Çok önemli bir mesele daha 1979 yıllarındaydı sanırım. Eğit-Bir’in kurulduğu yıllar. O yıllarda sivil toplum kuruluşlarımız daha aktifti. Türkiye çapında bir hamle başlatılmıştı. Bir atılım yaşanıyordu. Zaten o dönemde bütün cemaatler bir aradaydı. Daha sonra ayrıştılar. Özellikle o dönemde Risale-i Nurlar çok hızlı yayılmıştı. Bu konuda öğretmenler önemli bir rol oynamıştı. Çünkü öğretmenler o dönemde etkin insanlardı. Eğitimli insanlardı. Çevrelerinde de etkili oluyorlardı. Hizmet öğretmenler sayesinde hızla yayıldı diyebilirim.
İlk toplantısını da Samsun da yapmıştık. O zaman o derece anarşi olmasına rağmen hiç çekinmezdik, gözümüzü budaktan sakınmazdık. Hepimiz öyleydik. Tehlike falan düşünmezdik. Trabzon’dan kalkar İstanbul’a Öğretmenler Birliğinin toplantısına giderdik. 19 saatte ancak gittiğimiz halde hiç şikâyet etmezdik, aşkla şevkle giderdik, bayrama gider gibi. Toplantılardan, derslerden eve geldiğimizde kendimiz bir fetih yapmış gibi rahat ve hür hissederdik.
Sizin Risale-i Nurları yayarken, okurken, derse giderken herhangi bir tutuklanmanız veya karakola götürülmeniz oldu mu?
1974 yılında bir defa emniyete götürülmemiz oldu ama oradan öteye gitmedi. Yani, DGMlere kadar götürülmedik. Küçük bir şikâyet hadisesi olmuştu, mahalli mahkemede işi bitirdiler. Takipsizlik kararı çıktı ve tutuklanma hadisesi yaşamadık. Daha sonra DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) den bir karar geldi. “Beraat ettiniz” diye.
Fakat o dönemlerde meydana gelen tutuklanmalar nedeniyle biz de daima tetikte idik, sırtımızda yumurta küfesi taşıyoruz gibi dikkatle ve teenni ile hareket ederdik.
Seminerler veya konferanslarınız da oluyor mu?
Evet, daha çok okul müdürlüklerinin daveti üzerine gidiyorum. Veya temsilcilerimizin daveti oluyor. O davetlere iştirak ediyorum. Risale-i Nur elimizde çok değerli bir kaynak her konuda söylemiş sözü var. Her meselede bize ışık tutuyor. O nedenle hiçbir yerde sıkıntı çekmiyoruz. Ondaki engin bilgi birikiminin bizlere faydası çok fazla oluyor.
Bu dolaşmalarınızda sizi etkileyen herhangi bir olay yaşadınız mı?
Bir gün bir okulda seminerimi verdim, herkesle tanışıp konuştuktan sonra dinleyiciler salonu boşaltmıştı, ben de toparlanıp çıkacakken baktım bir öğretmen beni tuttu. “Hocam dur sen bana lazımsın sana bir şey söyleyeceğim.” dedi. “Sizin nurcu olduğunuzu biliyorum ama siz hangi fraksiyondansınız onu bilmiyorum.” Yani, biz karda yürümüşüz ama izimizi pek belli etmemişiz, her fert bizi kendinden biliyor. Ve dergimizden yararlanabiliyor. Demek doğru yoldayız diye düşünüyorum
Bu gün gelinen nokta hakkında söyleyeceğiniz bir şey var mı? Yani, Risale-i Nurların yayılmasında ve neşredilmesinde gelinen noktadan memnun musunuz?
Evet, gelinen noktadan çok memnunum, çok güzel hizmetler oluyor. Sadece Türkiye’de değil dünya çapında büyük gelişmeler var. Özellikle Avrupa’da çok geniş yelpazede bir gelişme var. Risale-i Nurlarla birlikte İslam dininin yayılması da gayet hız kazanmış bulunuyor. O noktada hiçbir kusur yok. Geniş bir alanda Risale-i Nurlar kendi kendini yayıyor.
Ama burada önemli bir nokta, biz bu hizmetin neresindeyiz? Biz neler yapabiliyoruz? Bizim yaptıklarımız yeterli mi? Bizim çıtamız hangi seviyede, biz nerede olmalıydık oysa şimdi neredeyiz? Asıl önemli nokta burasıdır.
Peki, o zaman öyle soralım. Biz gelinen noktada bu hizmetin nesrindeyiz? Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirebiliyor muyuz?
Yeterli değiliz diye düşünüyorum.
Gurubumuzu süratle gençleştirmeliyiz. Genç yetenekleri öne çıkarmalıyız. Biraz önce öve öve bitiremediğimiz 70’li yıllara baktığımızda büyük bir kesimin genç insanlardan oluştuğunu görüyoruz. Bu gün o genç insanlar yaşlandı ama yeni yetenekleri, genç yetenekleri aralarına almadıkları için hizmette haliyle yavaşladı. Ama bu durumu geçici bir durum olarak değerlendiriyorum.
Bu tıkanıklığı yolu sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla aşabiliriz. Bir çok insana derse gel dediğinizde çekince koyabilir. Ama, gel meslek arkadaşları ile bir sohbet toplantısına gideceğiz dediğinizde çekinmeden gelir diye düşünüyorum. O nedenle sivil tolum kuruluşlarına önem vermemiz lazım. Aslında bu anlamda çok sayıda sivil toplum kuruluşu var. Ama birçoğu istenen aktiflikte değil diye düşünüyorum.