Risale Haber-Haber Merkezi
Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey, Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi konusunda yazılı bir açıklama gönderdi.
YİNE TAHRİF EDİLMİŞ SAHTE LEM'ALAR KİTABI MEVZU'U
Ufuk yayınevinin notu diye muharref Lem'aların başına konulan yazıda; şu tahrif girişimine cesaret, hakikat aleminde bir sulandırma, yozlaştırma ve nursuzlaştırma iken, kendi zaviyelerinden ileri sürdükleri esbab-ı mucibeler, aslında Hz. Bediüzzaman'ın kudsi üslup ve te'lif ahengiyle bir istihza etme girişimi olduğu gibi, Nur okuyucularının aralarındaki samimi takdir hislerini, uhuvvet ve muhabbet rabıtalarını bozmak ve ifsad etmek için fitneyi, dedikoduyu ikaz edip alevlendirmektir. Hangi yorumu getirseler, hal ve mesele bundan ibarettir.
Evet, Risale-i Nurun samimi okuyucuları, yani doğrudan Nurun talebelerinin muazzam cemaati, Hocaefendiye bağlı olanlar hakkındaki, eski menfi hisleri bırakma ve takdir ve muhabbetle yanaşma ve kabullenme yolunda mesafe alırken, birden bire ve aniden istişaresiz olarak, böyle bir tahrif ameliyesine cesaret etmeleri altında acaba hususi bir kasıtla, mezkür muhabbet ve kaynaşmayı izaleye yönelik bir teşebbüs olmasın mı?!.
Hani, Hocaefendi ve ona bağlı cemaati, diyalog ve istişareyi Hıristiyanıyla, Yahudisiyle, Mecusisiyle yaptıkları ve onu -bizim de takdir ettiğimiz- bugünkü dünyada zaruri ve çok lüzumlu gördükleri halde, Risale-i Nurun neşir, tercüme ve dünyaya duyurma mesele ve hususiyetlerini acaba neden ve niçin ve hangi sebebe binaen, Hz. Bediüzzaman'ın varis ve naşirleri olan Nurun hayatta kalmış erkan ve naşirleriyle diyaloğa geçip istişare etme nezaketinde bulunmuyorlar? Yani buna tenezzül etmeye yanaşmıyorlar.?!.
Evet, kesin bir tahrif olan şu sadeleştirme işi hususunda, sadece bir sadeleştirme değil, Nurların metni içine herhangi bir kelimenin ilavesine, dipnotlarda bazı meal veya izah getirilmesine, Nur kitaplarının ahirine lüğatçeler eklenmesine dair istenilen izinler Hazret-i müellif olan Bediüzzaman üstadımız müsaade etmemiş, izin vermemiştir. Bu davayı sabit ve ispatlı vesikalarla “Sadeleştirme asri bir tahriftir” isimli eserimizde yazmışız.
Bundan bir müddet önce neşrettiğimiz bir yazıda kat'i ispata dayanan bir kanaatle kaydettiğimiz gibi, tekraren deriz ki: Hz.Bediüzzaman şuna buna benziyen sıradan bir alim, bir hoca değildirki, onun yazdığı eserler, başkalarının eserleriyle bir tutulsun ve onda keyfice tasarruflar yapılsın!
Ramazan Balcı beye,
Sahte ve silik Lem'aları yayınlayan Ufuk Yayınevi'nin notuna karşı daha bir iki kelam etmek isterken, Risale Haber'e düşen Ramazan Balcı isimli zatın yorumu gözüme ilişti, göz gezdirdim. Bu zat, hem nalına hem mıhına vurur tarzında ve tabiri caizse çifte standartlı oynama ile; hem sadeleştirmeye taraftar olmadığını söylemekte hem onun haklılığını savunmaktadır. Bu arada ağabeylerin adıyla neşredilen yazılarını tenkid ediyor, beğenmiyor, serttir, mütehakkimanedir diyor. Bunu şöyle ifade ediyor: “Kendilerine hürmet edilen ve ağabey kabul edilen muhterem zevat ta farkında olunmadan tezahür eden tahakküm alışkanlığı, farklı fikir serdetmeye mani teşkil etmiş ve netice olarak istişare kamil manada icra edilmemiştir.”
Cevabımız: “Bundan onbeş sene kadar önce, aynı bu mesele olan sadeleştirme teşebbüsü yine malum cemaat tarafından ortaya atıldı. Yine cevablar yazıldı ve ağabeyler olan Hz.üstadın hizmetkar, varis ve en yakın talebeleri tarafından kaleme alınan hayli yumuşak müşterek yazıları da yayınlandı ve suret-i mahsusada bu yazı F.Hocaya da gönderildi. O gün için, fitneye müheyya bir zemin olan bu mesele kapatıldı veya kapatıldı gibi oldu. Ben de o günlerde bu mevzu ile alakadar bir çok vesikaları, yani sedeleştirmeyi katiyetle reddeden, kabul etmeyen, Nur risalelerinde yazılı belgeleri ve ayrıca Hz.üstadın şifahi söz, dikte ve davranışlarını müşahede ile nakleden hizmetkar ve varislerinin nakillerin “Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir” eserimizde yayınlamıştık. Ve bu mesele bitti zannetmiştik. Ama hayır, bu günlerde yine akıl-mendlik yapan o mütefelsifane cerbezeli hastalık maalesef tekrar nükseylemiştir. Elbette senelerce Hazret-i üstadın dizi dibinde ve rahle-i tedrisinde diz çökmüş ağabeylerin bu defaki yazıları sert ve ikazlı olmalıdır.
Nurun neşriyatı hakkında elbette fikirler, tedbirler üzerinde tartışmalar olabilir ve olmalıdır. Ancak Nurun meseleleriyle ilgili fikirler, tedbirler yine nurdan alınmalı, Nurların mesleği dairesinde olmalıdır. Daire haricinde uzaktan bakan ve Nur mesleğine aşinasızlık arzeden felsefi kafa ve enaniyetli akıllardan alınmamalıdır.
Bu meyanda Ramazan Balcı, ağabeylere karşı hürmetin nasıl olacağı hakkında bir-iki istişare meclisinde alınan kararları zikrediyor ve onlara bu gibi hususlarda hürmetten ziyade gerçeklere istinadın zaruretinden dem vurmak istiyor.
Cevap: Hz.üstadın hizmetkar, varis ve en yakın talebeleri hiç kimseden hürmet ve ta'zim beklemiyorlar ve buna ihtiyaçları da yoktur. Lakin o zevat-ı kiram Hz.Bediüzzaman'ın harim-i kudsisinin ikliminden geliyorlar. Onların zati ve insani şahsiyetlerine değil, mezkür kudsi iklimden gelmelerinden dolayı, ellerindekine, dillerindekine hürmetin vücubiyeti -Eğer Hz.üstada ve Nurlara saygıları samimi ise- mutlaka derkar olmalıdır.
TEHLİKELİ BİR NOKTA
Ramazan Balcı, yazısının ikinci sahifesinde mühim bir noktaya temas etmiş demiş ki: “….ortada önü alınmazsa tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek durumundayım. En hafifi gıybet ve dedikodu olmak üzere, iftira ve düşmanlıklara varabilecek bir uçurumun başındayız.”
Doğru söylüyor Ramazan Balcı bey. Evet, nedamet edip geri adım atılmazsa; gıybet, su-i zan, dedikodular olacak. Amma bunun müsebbibi kim? Bu olacak olan fitnenin kapısını açan ve bir derece uzun zaman uyumuş olan fitneyi uyandıran kim?!. İşte o kim ise veya kimler ise; bütün vebal ve günahlar ona ait olacak, onun boynuna yüklenecek.
VAHİ DELİLLERİ
Yine Ramazan Balcı Bey, yazısında kendi anlayışına destek aramak ve yapmak üzere bazı şeyler söylüyor ki, mevzu ile hiç alakası yoktur, derki: “Bugün çoktan unutulmuş olsa da, Risalelerin Osmanlıca, ya da Latin harfleriyle yazılması konusundaki ihtilafta, üstadın yazılı bir tek satır bırakmaması esasen bize yol gösteren bir tedbirdir.” (Sahife 3)
C: Ramazan bey bunu neye delil olarak getirmiş belli değil. İkincisi: Risalelerin Osmanlıca, ya da Latince yazılması, neşredilmesi ihtilafi, Hz.üstadın vefatından sonra baş gösterdi. Hz.üstad hayatta iken, Risalelerin İslam hattıyla devamını istediği gibi, umum için Latin harfleriyle de basılmasına izin vermiş, müsaade etmiştir. Yani onun hayatında bu hususta ihtilaf diye bir şey vaki olmamıştır.Ve mevzu-u bahis değildir.
İSTİHZALI İFADE
Bir alttaki parağrafta sayın yazar şöyle diyor: “İlk zamanlarda sayfalarda geçen ayetlerin meallerini verme ve eserlerin arkasına lüğatçe ekleme …üstadın tarzına bir ihanet olduğu ileri sürülür reddedilirdi…Her nasılsa bı ihanete alıştık, tartışmıyoruz.”
Bak Ramazan Bey! Senin bu istihzalı kalem oynatışının saygısızlığı Hz.üstada kadar uzanır. çünki Hz. üstadın oniki senelik hizmetkarı, Kahraman Zübeyr Gündüzalp ağabeyin 1969'da bana hususi şekilde yazmış olduğu çok mühim bir mektubunda, Hz.üstad lüğatçeyi Asay-ı Musa'nın ahirinde görünce, “Bu Risale-i Nuru tahriftir” demiştir. Dipnotlarda da meal ve açıklayıcı şeylere de müsaade etmemiştir demektedir.
Bak kardeşim Ramazan Bey, böyle tepeden bakarak kalem oynatışın, Risale-i Nurların meslek ve meşrebinin künhüne adem-i vukufiyetini gösterir. Sen kendi aklınla ve felsefi bir yaklaşımla bu meseleye bakıyorsun, bilenlerden sorsan, iyi edersin.
GAYR-İ MAKBUL ALTERNATİFİ
Ramazan Balcı bey, sadeleştirme tahrifine meyildarlığını yazısında şöyle karalamış: “tekrar etmeye gerek yok. Risalelerin anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Bunun çözümü için sadeleştirme alternatif olabilir mi?,,” (sh.3) ve alttaki parağrafta: “üstadın Risalelere parmak karıştırma konusundaki şiddetli beyanları … bunlara canla başla itaat ediyoruz. Ancak sözün zahiri altında kasdedilen manaya dikkat etmek gerektir.” dedikten sonra, “Risaleler elle yazılıyor ve yazanların –birkaç isim dışında- yazı ile, Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu. Hiç kimsenin bir harfle dahi oynamaması, eserlerin sıhhatı açısından son derece önemli idi…”
C: Ramazan Balcı bey, bu mevzudaki Hz. üstadın ve mukarreb Nur talebelerinin hassasiyet, itina, sadakat ve saireleri hakkında köklü bilgiye sahip olmadığından, aklına güvenerek felsefi yorumlarla bir şeyler söylemek istiyor. Evvela sadeleştirme ile ilgili Hz. üstadın Kastamonu'da 1942'de yazmış olduğu ve az sonra ona geleceğimiz mektubundan sonra 1. Emirdağ hayatında (1944-1948) ve 1949'da Afyon hapsinde ve sonra 2. Emirdağ ve Isparta (1949-1960) hayatında yazmış olduğu ayrı ayrı mektuplarında ve ayrıca davranış ve hareketlerindeki hal ve tavırlarında görülmüş muteaddid vak'alarla suret-i katiyede sadeleştirmeye izin vermemiş, müsaade etmemiştir.
Buna dair şimdi iki örnek veriyorum:
1-1949 Afyon hapsinde İnebolulu merhum İbrahim Fakazlı ağabeyin birkaç büyük meclis cemaatleri içerisinde görmüş, olduğu şu hadiseyi anlatmıştır: “Ben ve Ahmet Feyzi Kul üstadla beraber hapiste idik. Birgün Ahmet Feyzi efendi (Nur'un manevi avukatı) üstadımıza, Nurların şu anlaşılma meselesi hususunda uzunca izahlarla bir şeyler anlattı. “Anlaşılır bir dille bütün Şu'abat-ı Uluma Nurların ulaştırılması” ve sairenin gerekliliğini söyledi.
Hz. üstadın cevabı şöyle zuhur etti: “kardeşim Ahmet Feyzi! Ben sana onları yapma demiyorum. Ama o takdirde onun üstüne benim ismimi yazmasın. çünkü o vaziyette o eser benim değildir.”
2- Yine aynı hapiste merhum Ahmet Feyzi ağabey, aynı konuda kendi eliyle İslam hattıyla uzun bir mektup üstad Hazretlerine yazmış. (Bu mektubun aslı bizde mahfuzdur) Hz. üstad ise, ikinci günü evlad-ı manevisi ve hizmetkarı Emirdağlı Ceylan çalışkan ağabeye hitaben kendi kalemiyle şöyle küçük bir pusula yazmış, göndermiş: “Ceylan! Bu mahremdir. Bak sonra yırt. Ahmet Feyzi neyle meşguldur. Sakın Şemsi gibi (Şemseddin Yeşil) nurları tağyir etmesin.”
Bu pusulanın aslı da bizde mahfuzdur. “Sadeleştirme asri bir tahriftir” rserimizdede klişesiyle neşretmişizdir. Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana davul zurna az. Ramazan Balcı kardeşimizin üstte kayıtlı ikinci yorumuna gelince, o yorum tamamen indi bir mutalaadır. çünkü lahikalarda sevgili üstadımızın parmak karıştırma konusunda şiddetli bir beyanı yoktur. Sadece Kastamonu'da iken, Risalelerin Osmanlıca yazılışında görülen bazı mübarek tevafuklar hakkında, İslam köylü Hafız Ali efendi, Hüsrev ağabeye “Sen kalem karıştırdın mı? niçin tevafuk bozuldu?” meselesiyle alakalı olarak, Hz. üstad'ın son derece yumuşak ve barıştırıcı bir beyanı vardır, başka da hiçbir şey yoktur. Ama Albay H. Hulusi Bey, Barla Lahikası'nda yazılı bir mektubunda: “Ben Risalelerin bir harfine dahi dokunmayı bir cinayet addediyorum. Ben üstadımın tarz-ı şivesiyle okuduğum zaman, kendimi onun yerinde hissediyorum” demiştir.
Ramazan Balcı'nın: “Risaleler elle yazılıyor ve yazanların birkaç isim dışında yazı ile, Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu” demesi cidden bilgisizliğini gösteriyor. çünkü Nur Risalelerini yazanların ve bunların yazdıkları risalelerin %90'ı alim, hafız veya en az rüşdiye mezunları idiler. Albay Hulusi bey, Avukat Hakkı Tığlı, Dr. Yusuf Kemal, Hafız Zühdü, Saatçi Zühdu Katip Osman, Büyük ruhlu Küçük Ali, Kuleönlü Hafız Mustafa (alim), Santral Sabri (alim), İslam köylü Hafız Ali, İspartalı Ahmed Hüsrev (subay), Rüştü çakın, yüzbaşı Refet Barutçu, Binbaşı Asım bey, Muallim Ahmet Galip, Hattat Mehmet Süzer, Tahiri Mutlu.. vesaire vesaireler… Risale-i Nurları yazmış olan bu zatlar osmanlıcayı da yazıyı da bilerek ve anlayarak okudular ve yazdılar. Bu alim, hafız, muallim, doktor, subay zatların, Risale-i Nurları yazanların sayıları ta'dat ile bitmez…Ve daha sonra,1936 tarihi müteakip Kastamonu'da, İnebolu'da, Safranbolu'da ve Eflanideki alimler, muallimler ve memurlar Risale-i Nurun neşir ve yayılması için yazıya el attılar... Ve daha-daha 1943'ten sonra Denizli'de, Antalya'da.. Ve 1944'ten sonra Afyon'da, Kütahya'da, Eskişehir ve Konya'da alimler, müftüler ve muallimler onu yazdılar, çoğalttılar. İşte kitaplaşıp bizlerle sağlam sihhatli şekilde ulaşan, bu alim ve muallimlerin yazdıkları Nur risaleleridir. ümmilerin ve az bilgili kimselerin yazdıkları risaleler, birer ders-i ibret olmak noktasından Hz.üstad bunları saklattırırmıştır.
Afyon savcısının tespit ettiği altıyüzbin nüsha, teksir makineleriyle çoğaltılmış olanlarla beraber sayılmış. Ayrıca parmak karıştırma diye olan yalan ve uydurma olayı eğer vaki' olmuş olsaydı, onu acemiler, çocuklar ve ümmiler değil, alimler, bilginler ve edipler yapmış olacaklardı.
Ben bu makamda Ramazan Balcı kardeşime ve onun gibi düşünenlere bir öğütte bulunmak istiyorum: Vukufiyetin olmadığı sahalarda ve işin içinde olup iyi bilenlerin manevi huzurunda kalem oynatma, bilgiçlik taslama! Aksi taktirde Fuzulilik yapmış olursun.
BİR USULüL – FIKH KAİDESİ
Ramazan Balcı'nın bir acaip gafletli gafını ve bir fıkhi kaideyi gayr-ı mürad bir zeminde nasıl savurduğunu gelin beraber görelim! Bakınız diyor ki: “üstadın vefatından önceki bir kısım tasarrufları, işaret ettiğim anlayışın (yani sadeleştirme tahrifinin) doğruluğunu ortaya koyar. Bu arada üstadın bütün hayatı boyunca birçok meselede nazara verdiği ve ona binaen çözüm ürettiği usul-u islamiyenin bir kaidesine işaret etmeliyim: “Ezman'ın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü inkar olunmaz.” Bu kaide Risale-i Nurda önemli bir yer işgal eder. Asıl konumuz olan üslup açısından bu kuralın uygulanışını görmek için Nurun İlk Kapısı ile Küçük Sözleri kıyaslamak yeterli olur.”
Balcı'nın bu kaydedilen satırlarında üç mesele vardır.
1.Üstad'ın vefatından önceki bir kısım tasarrufları meselesi.
2.Ezmanın teğayyürü ile ahkam değişebilir konusu.
3.Ve sözde Hz.üstad hayatı boyunca birçok meselede o usul-fıkıh kaidesini nazara vermiş ve bu kaide Risale-i Nur'da önemli bir yer işgal eder.
Bunlara karşı cevabımız şudur: Bu her üç mevzu'da asılları itibarıyla Risale-i Nurlarda, her birisi sadece bir yerde ve yazarın anlayışı hilafına çok başka manalardadır, şöyle ki: Hz. üstad'ın Nurlarda tağyir ve değiştirme tarzındaki tasarrufu tek bir yerden başka Nurlarda asla yoktur. O da az sonra hususiyle üzerinde duracağımız Osmanlıca Kastamonu Lahikasında Nur'un üç-dört parçasına manhasır ve mahdud birkaç tane arabi kelimelerde müellifin kendisinin tasarrufudur, başkasının değildir. Buna ayrıca geleceğiz.
Ezmanın teğayyuru ile ahkam (teferruattaki hükümler) değişebilir” şeklindeki kaideyi sözde Hz. üstad bu fıkhi kaideyi hayatı boyunca bir çok meselede nazara vermiş ve saire…
Kardeşim, Ramazan! öyle tekellüflü te'viller ve öyle zoraki sıkıntılı felsefeler getiriyorsun ki, meselemizle hiçbir münasebeti yoktur ve ona delil olmaktan çok uzaktır. Senin yerinde olsaydım, ilim alemi karşısında kendimi bu kadar gülünç duruma düşürmezdim. Evet, Hz. üstad o meşhur kaideyi (Hanefi fıkhına ait kaideyi) bir tek 27. Söz İçtihad Risalesinde, ama çok başka bir manada zikretmesinden gayri, Nur Risalelerinin hiçbir yerinde zikretmemiş ve hiçbir Nur meselesini bu kaideye göre tanzim etmemiştir. çünkü bu kaide ahkam-ı şeriatın tatbikatında kullanılmış bir kaidedir ki şeriatın hükmünü su-i istimalden kurtarmak üzere, ülemay-ı şeriat tarafından kaideleştirilmiştir. O ise İslamın ilk devirlerinde emniyet-i umumiye mabeynlerinde mevcud olduğundan, bir meta'ı bir müminden satın alırken, satıcının sözüne itimaden “Hıyar-ı rüyet” ile o şeyi görmeden de satın alırdı. Lakin gelegele zaman, yani insanların hali değişti, birbirlerini aldatmalarının bazı vaziyetleri görüldü. O durumda İslam fuhakası, “Hıyar-ı rüyet” hükmünü, yani isteğe bağlı olarak isterse meta'ı görmeden de satın alabilme hükmünü, su'i istimalleri engellemek için “o görme zaruriyeti” yani metaı görme şartını getirdiler.
İşte ey Ramazan kardeş, meselenin aslı budur. Ama bakıyoruz, sizin tefettun etmeden ve meselenin aslıyetini bilmeden balapervazane alimlik taslaman iyi karşılanmamaktadır. Hz. üstad'a atfen: “Bu kaideyi birçok meselelerde nazara vermiş” olan asılsız bir isnadi ileri sürmen ve su-i istimale gayet müsaid tahrifli, bidatlı sadeleştirmeye destek yapman, sizi hiç yerden perişan eder.
Zamanın teğayyürüne göre yön değiştirmenin bir kabih örneği şudur ki: Hz. üstad Bediüzzaman hayatı boyunca Tağutlara, Süfyani Deccallere karşı kefenini boynuna sararak mücadele ettiği ve Afyon hapsinde Av. Ahmet Hikmet Gönen: “üstadım müdaffatımızdan şu Deccal mevzuunu çıkarırsak işimiz kolay olur” isteğine karşı: “Bunları müdafaattan çıkarırsak, bizim ne kıymetimiz kalır.” demiş ve reddetmiştir. Ama sonra, şu zamanın teğayyürünü tersinden alan ve büyük hürmete mazhar bir zat; Hazret-i Bediüzzamanın “Kafir-i mutlak” dediği, “süfyani deccal” dediği menhus şahısları televizyonlarda –hiçbir mecburiyeti yokken- medh-ü sena ettiğini gördük.
Evet zamanın teğayyürü konusuyla, yani bozulmasıyla, su-i istimal kapılarını kapamak için, Ruhsatı değil azımet-ı şeriyye ile amel etmenin zaruretinden doğan bir azimete ve bir asla dönüş tatbikatıdır. Bu keyfiyet ise, Bediüzzaman'ın ve Risale-i Nur mesleğinin zaten azimet üstünde kurulu tatbikatında yoktur.. Ve lazımı da olmamıştır. Zira Risale-i Nurlar birçok noktalardan azimete ve asla dönüş halinin tatbikatına bakmaktadır. İsterseniz gelin, İçtihad risalesinde zikredilen o kaidenin hangi meselede kullanıldığını beraber temaşa edelim. İşte:
[Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Evet nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir. Mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder. öyle de asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkam tahavvül eder. çünkü ahkam-ı şer'iyyenin teferruat kısmı ahval-ı beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur.] (27. Söz/Hatime) Burada “Ona göre gelir, ilaç olur” un manası, insanlar onu getirir, verir degildir. Allah tarafından gelir peygamberler ve varisleri eliyle ve diliyle tatbikata konulur demektir. Yoksa, haşa! İnsanların ilahi din ile ve kudsi mefhumları ile oynarlar manasında değildir.
Sayın Balcı Bey, kendi anlayışı istikametinde ve kat'i olarak çirkin bir tahrif olan sadeleştirmeyi meşru' gösterme görüş doğrultusunda, sözde delil diye serdeylediği vahi bir te'vilide şudur ki; 1924 ile 1926 arasında Van ve Burdur'da zaman zaman bazı camilerde bir kısım cemaatlere hakikatlerini ders tarzında verdikten sonra, kaleme almış olduğu ve “kendi nefsim için sekiz ayetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim” diye olan “Nurun ilk kapısı” kitabının şekli ve muhtevası itibariyle buna bir cihetten hiç benzemeyen “Küçük Sözler”i kıyas diye göstermiş ve bunu üstadın sonraki bir tasarrufu olarak irae eylemek istemiştir. Halbuki ise, bu iki risale ayrı ayrı zamanlarda müstakillen te'lifleri yapılmış ayrı iki risaledir. Biri diğerinin aynı metni değildir. Ve sayın yazarın tasarruf diye nitelendirdiği manada asla olamaz.
Nasıl ki, Onuncu Sözün birinci zeyli olan “dokuzuncu şua'ın” başında: “latif bir inayet-i Rabbaniyedir ki; bundan otuz sene evvel eski Said, yazdığı tefsir mukaddemesi “MUHAKEMAT” namındaki eserin ahirinde; “İKİNCİ MAKSAD: Kur'anda Haşre işaret eden iki ayet tefsir ve beyan edilecek. Nahu deyip durmuş, daha yazamamış. Halık-ı Rahimime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi..”
Soruyorum muhterem yazar Ramazan Balcı kardeşime: Bu da sizin anlayışınıza göre bir tasarruf mudur?!. Şayet tasarrufta olsa, müellifine aittir. Başkasının oyuncağına zemin olacak bir izin değildir.
Ve şimdi Hz. üstadın kendisi tarafından tek bir defa tasarruf görmüş olan Kastamonu Lahıkasındaki mektuba gelelim.. Ve onun arkasında başkaları tarafından yapılan te'villi yorumlara bakalım.. ( Bu meseleyi 16 sene evvel biz amik-ariz tahlillerden geçirerek “Sadeleştirme asri bir tahriftir.” eserimizde yayınlamıştık.) 1942'lerde ilk olarak liseli bir iki gencin Nurları görmeleri ve ona müştak olmaları üzerine Hz. üstad Risale-i Nurlardan ayrı ayrı dört mühim ve imani parçaların o liseli gençler tarafından hem Latince harflerine çevirmelerine izin vermiş.. Ve onların ciddi ve samimi iştiyaklarına binaen mahdud birkaç arabi kelimlerde Hz. üstadın kendi ilmi dirayetiyle bazı tasarruflarda bulunmuş olmasıdır. Ama bir tek defaya mahsus.. Ve o da sadece dört parça için..O günü tek bir defa mezkur tasarrufu görmüş o dört parçalar şimdi aynılarıyla Asay-ı Musa kitabı içindedirler, başka bir şey değildirler.
Hz. üstadın yaptığı o tasarrufun aynısını Isparta'ya da göndermiş ve bu parçalarda benim yaptıklarımı siz de öyle yapınız diye o mektubu göndermiştir. Ama sonra, tasarruf denilen şeyin sadece mezkur dört parçaya münhasır bırakılması için, Kastamonu lahikasını Latin harfleriyle neşrini hazırladığı zaman, kendi zati tasarrufu ile mezkur mektubu ve daha başka bazı mektupları 1958'lerde umumi neşirden kaldırmış ve onları sadece Osmanlıca ilk asıllarda bırakmıştır. Fakat gelin şu basiretsizce cesaret gösteren Ramazan Bey'e bakınız diyor ki: “Bu ibarenin sonradan çıkarıldığını (yani Hz. üstadın kendi tasarrufu ile çıkarmış olsada) ileri sürmek, meselenin aslını ortadan kaldırmıyor.”
Ramazan'ın bu tarz basiretsiz, saygısız cüreti der ki: “Ben üstadı müstadı takmam, kim ne yaparsa yapsın, mesele benim görüşüm gibidir.”
Elbette hal böyle olunca, biz kendisine ve bu meselede onu teşçi', teşvik eden arkasındaki kimselere basiret, sadakat, ihlas ve ciddi saygı içinde bir edep temenni ederiz.
Hz. üstadın mezkur mektubunun metni uzun olduğundan buraya almaya gerek yok. Mektup, İslam köylü Hasan ağabeyin Osmanlıca yazıp teksir eylediği Kastamonu lahikasında ve bizim yazıp neşrettiğimiz (Sadeleştirme asri bir tahriftir.) eserimizde mevcuttur,isteyen görebilir.
Şimdi Hz. üstadın Kastamonu'da 1942'de yazmış olduğu o mektubunun hükmü cari ve elan münteşir lahikalarda aynı vaziyeti ile mevcut ve ayakta ve geçerli olduğunu farzetsek bile bunun aksini söyleyen sonraki zamanlarda ve müellifi tarafından yazılan ve söylenen ve ondan dinlenen hayli çok mektup, yazı ve rivayetler vürud etmiş bizlere ulaşmış gelmişse, bunlara ne diyeceğiz.?
Evet,
1-1946'da İstanbul'da vaiz Şemsettin Yeşil'in R. Nurların kelimelerine başka kılıf giydirip kendi kitapları içine aldığında, Hz.üstad onu nazikane ikaz etmesi ve durdurması
2-1949'da Afyon hapsinde Ahmet Feyzi Kul'un (Risale-i Nurun manevi avukatı) az üstteki örneklerde kaydedildiği gibi, şifahi ve ayrıca mektupla iki defa nurların sadeleştirme ile neşrine izin ve müsaadesini vermemesi ve hatta şiddetlice reddetmesi… Ve ayrıca hapishanede iken ona bir mektup yazması
3-1950 ve 51'lerde meşhur kalem-şör merhum Necip Fazıl Kısakürek'in “Büyükdoğu” mecmuasında Nurları sadeleştirip neşrettiğinde, Hz. üstad kendi yanındaki talebelerini (Zübeyr ve Ceylanı) harekete geçirip o şekil bir neşriyatı durdurması.
4- Yine 1951'de Safranbolu'lu Dr. Mustafa Ramazanoğlu'nun (Mustafa Oruç) R. Nurlardan bazı parçaları kendi üslubuna uydurarak bir kitap halinde yayınladığı zaman Hz. üstadın emriyle o kitaptaki Nur'un cümlelerini ayırıp, onunkilerinin üstünü kağıtla kapatması..
5-1953'te Nur'un büyük alim bir talebesi Asay-ı Musa kitabına mahsus bir lüğatça hazırlayıp Isparta'ya gönderdiğinde, Hüsrev ağabey onu teksir Osmanlıca Asay-ı Musa'nın arkasına eklediğinde, Hz. üstad önce bir haber şeklinde “hasta olduğu halde bu lüğatnameyi yazmış” demiş. Fakat sonra kendi en yakın talebesi olan Zübeyir ağabeye: “Bu Risale-i Nur'u tahriftir” şeklinde değerlendirmiştir.. (Bu hadiseyi bana haber veren Zübeyir ağabeyin mektubu bizde mahfuzdur.)
6-1955'te Hz üstad Muhakemat kitabını Hüsrev ağabeye Osmanlıca teksir edilmek üzere göndermiş. Fakat merhum Hüsrev ağabey, “Bunun dili ağırdır” diyerek, bazı yerleri değiştirerek mumlu kağıda yazmış ve tashih için Hz. üstad'a göndermiş. Hz. üstad bunun tashihini yaparken birçok kelimelerinin değişmiş olduğunu görünce; yanındaki hizmetkar talebelerini odasına çağırmış, demiştir ki: “Gelin siz Hüsrev'in vekili olun, ben de kendi namıma olayım. Bakınız, ben şurada- şurada şu-şu manaları kastetmişim. Hüsrev ise değiştirmiş olduğu kelimelerle bunları şunalrı yazmış. Ben mi haklıyım o mu haklı?” diye sormuş. Hz. üstadın hizmetkarları bir ağızdan: “Elbette siz haklısınız üstadımız” deyince, Hz. üstad: “Ama sizler böyle şeyleri gördüğünüzde titremeliydiniz.” demiştir.
İşte Sayın Ramazan Balcı! Biz de Lem'alar'ımıza karşı bu tahrifli bed muameleden dolayı şimdi titriyoruz ve titreteceğizde. Elan hayatta kalmış Mustafa Sungur ağabey hadisenin şahidi ve ravisidir. Ayrıca tahrife uğratılmış o Muhakemat'tan bir fasıkül bizde mevcuttur.
Soruyorum ehl-i insaf ve feraset sahiplerine: Şu meselenin izah ve sebeb-i tasarrufu hakkında az üstte beyan edilmiş, o 1942'deki meseleden sonra, sadece şimdi burada şu kaydettiğimiz altı hadise ve altı belge onun hükmünü neshetmiyor mu? Elbette ve herhalde evet ediyor diyeceksiniz. çünkü nasih, mensuh hadisesi hem Kur'an'da, hemde hadislerde vardır, caridir ve reddedilmez.
Kaydettiğimiz neshin esbabı olan altı maddeden birisini (Ahmet Feyzi Kul ağabeye doğrudan yazdığı mektubunu) az sonra bariz ve te'vilsiz bir nümune olarak kaydedeceğiz ama ondan önce, ben ve umum nur şakirtlerinin son derece samimi olan müşterek kanaat, fikir, itikat veya hislerimizin tercümanı olan şu gelen satırları tebaruz ettirmek istiyoruz şöyle ki:
Risale-i Nurlar Kur'an'ı Hakim'in en berrak bir ayinesi, en nurlu bir tefsiri ve kudsi layenfek bir cüz'ü ([1])olmak hesabıyla kudsidir, Kur'an'ın mertebe-i arşiyesinden ilham tarikiyle inmiş lahuti bir kitaptır. öyleyse, onun müellifinden başka hiç kimsenin onun bir harfine bile dokunmaya haddi ve hakkı yoktur. Hatta onun tertip ve tanzimine de kim olursa olsun yeniden karışıp, karıştırıp bozamaz. çünkü Hz. üstad Nurların şerhlerini de, izahlarını da, tahşiye ve tanzimlerini de ilham ve sünuhat-ı kalbiyeye binaen kendisi yapmış bitirmiş, sona erdirmiştir.([2])
Bu arada bir yüksek alim, kalbi, ruhu münevver, ihlas-ı tammeye sahip bir arif, Nurları belki-eğer ciddi ihtiyaç varsa- (ancak kudsi metnine asla dokunmadan, sahifenin alt kısmında tefsir yapma, (ama tefsir usulüne göre) bir yol mümkün olabilir. Yoksa şimdi bazılarının yaptığı doğrudan tahrif olan şu sadeleştirme ifsadına hakkı, yetkisi yoktur. Vesselam…
HZ. ÜSTAD'IN AHMET FEYZİ AĞABEYE YAZDIĞI MEKTUP
Yukarıda, Hz. üstad'ın talebesi olan Emirdağlı Ceylan çalışkan'a yazıp gönderdiği “Ceylan! Bu mahremdir bak, sonra yırt” pusulası hakkında malumat verilmiş olduğunda Ahmet Feyzi'ye doğrudan yazdığı mektubu ise şudur: (ilgili bölümü alıyoruz)
[Saniye: Nur'un metni izaha ihtiyacı olsada, hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkık, mudakkık olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder. Ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor bir parça dikkat ve te'enni ister. Belki bunun da bir faidesi, bir hikmeti var.
Said-i Nursi ]
(Emirdağ Lahıkası Osmanlıca yazma sh.661)
Ve (Siyaset, neşriyat,şerh ve izah meseleleri kitabı sh.167)
Yazımı bitirmek istiyorum. Ama son bir-iki hususa da temas etmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki: gerek Ramazan Balcı kardeşimizin, gerekse Ufuk Yayınevinin ileri sürdükleri şu: “Türkçe dili Dünya dili olmaya namzettir. Nurları gelecek nesillere anlayacağı bir dille sunmanın lüzumu ve zarureti vardır.”
Cevab: Risale-i Nur dilini beğenmeyip, bugün İslami ve Ecdadi kelimeleri ondan tarh etmeye çalışanların hevesbar keyiflerini okşamış ve ecnebi kelimelerinin istilasına uğramış ve Dil-Tarih Kurumuda her gün biraz daha dejenarasyona uğratmaya çalışmış olduğu bir lisanı Risale-i Nur'un kudsi ahenkli, Nurani, cazibedar dili yerine vazetmeye çabalamak,en azından bir gafletkarlıktır ve şuursuzca Dil-Tarih Kurumuna enjekte olup uymaktır ve onun bir oyuncağı olmaktır.
Bugün dünya dillerinin hiç birisinde şu sadeleştirme tahrifi olmamıştır. Arapların cahiliye dönemindeki Arapça üslubuna bile dokunulmamaktadır.
Ayrıca bu işin Risale-i Nurlara uygulanmasının imkansızlığı konusunda yukarıdan beri ispatlı bir şekilde deliller sıralanmıştır. Bu iddiayı ileri süren ve meşru gören, gösteren zatlar, kendi dışarıdaki okullarında, İngilizce ile beraber her memleketin lisanını okuttukları ve Türkçe'yi de o talebelere öğrettikleri halde, bunlar eğer Risale-i Nurların o talebelere talimini cidden istiyor ve seviyorlarsa, acaba neden birazcık bir çaba ile Nurların dilini onlara öğretmeye çalışmazlar? Kaldı ki Risale-i Nur'un lisanı zaten dünya dilidir. Türki cumhuriyetlerin tamamını kapsadığı gibi, Türkçe olduğu halde, Arapça nahvı usulüyle te'lif edilmiştir. Aynı zamanda Arapça ve Farsçanın pek çok kelimelerini de ihtiva eylemektedir.
İkinci bir mesele de; Sayın Ramazan Balcı'nın Cemaat-ı Fethullahiyye, mehdiyetin üçüncü merhalesi olan hayat vazifesini ifa eyledikleri için, şu sadeleştirmeyi yapma durumunda olduklarını ileri sürmesidir.
Cevab: Hayat merhalesinin tarifi, tavsifi etraf-ı erbaasıyle Risale-i Nurlarda beyan ve izah edilmiştir. O merhale, mehdiyetin iman hizmeti, sünnet-i seniyye ve şeriat-ı Ahmediyye'nin ilan, izhar ve ikamesinden sonra, yeryüzünde hakimiyet-i İslamiyenin te'sisi ilanı ve icrasını yapan imparator bir azim devletin kurulmasıdır. Bu ise Hz. Bediüzzaman'ın ifadesi ile, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.vsr..vsr..
Kendi kendilerini bu vazifeyi yapan bir cemaat olduklarını hüsn-ü zanlarla düşünebilirler. Hatta hocayı Hz. İsa'dır diyebilirler buna kimse bir şey demez. Ve bizi de ilgilendirmez. Lakin davalar ve iddialar, hakikatın aslıyetine yakın olmasının ve onu açıkça yansımasının ve hayalperestliklerden uzak olmasının lüzum ve zarureti vardır.
Hoşçakalın, Sırat-ı Müstakim-i Nuriyenin Şehrahında olun .
Abdülkadir BADILLI
[1] 29. mektubun asırlarında geçen bu tabirler, doğrudan Hz. üstadındır.
[2] Asay Musa,Zülfikar,Sirac-ün Nur,Sikke-i Tasdik-i gaybi,Gençlik Rehberi vsr,büyüklü ve küçüklü Nur kitapları bu davanın delilidir.