“1951’de okul tatil olduktan sonra ben ve Mehmet diye bir arkadaş, her şeyi bırakıp Üstad’ın hizmetinde vakf-ı hayat etmeye karar verdik. Bu maksatla Emirdağ’a gittik, Üstad memnun oldu. ‘Fakat bazı şartlarım var’ dedi. ‘Benden hiçbir şey beklemeyeceksiniz, bana dua eder de kurtulurum, manevi himmet... filan yok. Sadece İslama hizmet eden bu ihtiyara yardım edeceğiz diye gelirseniz tamam.’ Nedense sonra Mehmet’i gönderdi. Emirdağ’da Ziya Arun vardı, beş altı ay kaldıktan sonra ‘Alaküllihal Urfa’ya gitmek lazım, hanginiz gitmek istersiniz?’ dedi. ‘Siz bilirsiniz Üstadım’ dedik.
“Ankara’dayken Ceylan’ın vakıf olup Üstad’ın kendisini Urfa’ya gönderdiğini duymuştum, ona imrenmiştim. ‘Keşke ben de onun gibi olsaydım’ demiştim. Üstad bu niyetimi anlamış olacak ki bana ‘Sen git’ dedi. Üstad Çay İstasyonu’na kadar beni yolcu etti. Trene bindirdi, yetmiş beş liralık peynir, yanında biraz da ekmek verip ‘Bu senin azığın’ dedi. Üstad bize Zübeyr’in Urfa’ya geleceğini söylemişti.”
Abdullah Yeğin Ağabey’in Urfa yıllarından Servet Armağan da bahseder. “Ortaokul son sınıfta ve lise çağlarımda namaza başladım ve ilk defa kendi ayağımla Abdullah Yeğin Ağabey’in yanına gittim. Abdullah Ağabey Balıklıgöl kenarında bulunan Rıdvaniye Camisinde kalıyordu. ‘Ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz’ diye yanına oturdum. Tabii ben daha önceden Bediüzzaman ismini duymuştum, orada Risale-i okunduğunu da biliyordum. Daha geriye gidersek ortaokul çağlarımda Süleyman Cengiz isminde Urfalı bir okul arkadaşım bana Eşref Edip‘in Bediüzzaman’ın küçük Tarihçe-i Hayatını vermişti. Daha sonra risaleleri temin etmem Abdullah Ağabey’den oldu.
“Abdullah Ağabey’in kaldığı bu Rıdvaniye Camii, Urfa’nın bir sembolüdür. Urfa’yı tanıtan TV programlarında mutlaka bu cami görüntülenir, o zaman terk edilmiş yıkık ve bakımsız hücreleri vardı. Bu camide Abdullah Ağabey dersler yapmaya başladı. Dersten sonra namaz kılar evimize giderdik, ağabey içerde kalırdı. İşte bu derslerin benim çocukluk ve gençlik ruhumda müsbet tohumlar ektiğini sonra fark ettim.”
Trenden Akçakale’de inerler, bir posta cipi ile tozlu köy yollarından geçerek Urfa’ya varırlar. Tuzcu Handa itriyatçı Vahdet Gayberi’yi bulurlar. “Bizi Üstad gönderdi” dedik, daha sonra Emniyet otelinde güneş görmeyen ucuz bir odada kalmaya başlarlar.
“Bizden önce Ceylan altı ay kadar Urfa’da kalmıştı, ondan önce Hulusi Ağabey şube reisi olarak bulunmuştu, onun yaşlılardan bir cemaati vardı. Bize sahip çıktılar. Babamdan gelen öğrencilik harçlığı ile geçinmeye çalışıyordum. Talebe okuttuk, ilk mektebe gidip de Kur’an’ı hatmetmemiş çocuklara okuma yazmayı öğretiyorduk. Otuz kadar talebemiz olmuştu, ama ihtiyat olsun diye birer ikişer okutuyorduk.
1952’de Kadıoğlu Camii’nin meşrutasında bir odaya taşındık. Orada derslere devam ettik, baskın yaptılar, ifademizi aldılar. Bizi mahkemeye sevkettiler bana otuz lira, Bayram’a yirmi lira ağır para cezası verdiler. Daha sonra ikinci kez odamızı bastılar, eserlerimizi götürdüler, istedik. “Ehli Vukuf raporları geldikten sonra verebiliriz “ dediler.”
Sonra hapse girerler, hapishanenin yirmi kadar odasında sırayla misafirlik eder ve ders yaparlar, hapishanede dört yüz kişi vardı birkaç istisna dışında hepsi namaza başladı. Isparta’dan tahliyeden sonra İstanbul’a gider Üstad‘la yirmi gün kalırlar, Üstad onları tekrar Urfa’ya gönderir.
Urfa’da dış ülkelere kitaplar gönderdik. Yunanistan’a, Irak’a, Suriye’ye, hatta Finlandiya’ya, İstanbul’da Sebilürşerat’a bu yolla çok kitap gönderdik. Ehli vukuf raporları gelince, kitaplarımızı aldık.
Birgün Kadıoğlu Camii’nde abdest alıyordum, birden Zübeyr Ağabey geldi. “Üstad geldi” dedi. Koştuk beni de arabaya aldılar. “Nereye götürelim” derken, soruşturduk, İpek Palas’a götürdük.
Biz de Üstad devamlı Urfa’da kalacak ve siyasete karışacak sanmıştık. Çünkü daha önce Abdulkadir Badıllı kendisini Urfa’ya davet ettiğinde “Urfa’ya gelirsem siyasete karışırım!” demiş. Salı, çarşamba polis ve emniyette günler geçti. Salıyı Çarşambaya bağlayan gece ruhunu teslim etti. Üstad Salı günü beni çağırıp “Urfa hizmet-i imaniyesi çok mühimdi, Urfa hizmet-i imaniyesi olmasaydı Arap ve Türk birleşmezdi” dedi.
“Ben bunun manasını o zaman anlayamamıştım, Irak‘a gönderilen risalelerin Arapçaya tercümesi yıllar sonra yine Irak’tan başlamıştı. Böylece İslam dünyasına yayılmıştı, Üstad demek bunu kastediyordu.
“Üstad Bağdat Paktı’na, CENTO’ya önem veriyordu. İhtilal olup da Abdülkasım‘ın feci şekilde öldürülmesine çok üzülmüştü. Çeşitli zamanlarda Üstad’ı ziyarete gittiğimde bana ‘sana başın sağ olsun diyecekler’ derdi. Hakikaten Üstad Urfa’da ölünce bana ‘başın sağ olsun’ dediler.
“Üstad’ın vefatından sonra Urfa’da Zübeyr Ağabey ile birlikte kaldık. 250 liraya bir ev tuttuk. Üstad’ın kabrini demir parmaklıklarla çevirttik, daha bir şey olmaz dedik.
Bu arada kabri ziyarete gelen halk garip şeyler yapmaya başladılar. Kabrin üzerinden toprak alıp ceplerine koyanlar, şişeyle suyu kabirde bekletip hastasına içirenler, şerbet yapıp kabirde bekletip hastasına içirenler… Şafiilerde ölünün ardından altı ay cenaze namazı kılınırmış. Geliyor Üstad’a yönelip namaz kılıyorlar. Polis ve asker bunu görünce ‘tapıyorlar’ demişler. Bize şehri terk etmemiz hususunda baskı yaptılar biz de şehri terk ettik.
Üstad 111 gün sonra kabrinden alınıp başka yere götürüldü. Ben Urfa’ya geldim, yirmi gün kaldım, polis fark etti bizi tekrar kovdular, şehirden ayrıldık.