Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Anayasa hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. Servet Armağan Türkiye’nin yetiştirdiği ender bilim insanlarından. Uzmanlığının yanında Risale-i Nur eserlerine olan yakınlığı da biliniyor. Harran Üniversitesi’nde rektörlük de yapan Armağan’ın bir çok kitabı da bulunuyor.
Prof. Armağan ile Risale-i Nur geçmişini ve hatıralarını konuştuk.
URFA’DA BENİM HATIRLADIĞIM DÖRT KİŞİ RİSALE OKURDU
Risale-i Nur’u ne zaman, nasıl tanıdınız?
1952’de tanıdım Risale-i Nur’u. Şanlıurfa’da hemen hemen en eski ben oluyorum herhalde. Ahmet Aytimur 1949’dur, Abdullah ağabey 1943 mü 1945 yılı mı? 1952 yılı benim ortaokul yıllarımda Abdullah Yeğin ağabey ile Hüsnü Bayram ağabey Urfa’ya geldiler. Beraber Urfa’da bulundular.
Bir ara Abdullah ağabey askere gitti. Hüsnü Bayram ağabey kaldı. O gitti, o geldi falan. O sırada Urfa’da benim hatırladığım dört kişi Risale okurdu. Çok az, korkulu çünkü. Biri Babey Mustafa diye Urfa’nın asil ailelerinden Üstad’ın kendisiyle mektuplaştığı, kumaş, bez satan bir adam. Diğeri Vahdettin Gayberi, aktar idi. Üstad, Risale-i Nurlar’ı ona gönderirmiş. Posta adresi olarak onlara gönderirmiş. Bir de postal tamiri yapan bir zat vardı…
Kimse Abdullah ağabeyin yanına risale okumak için gidemiyor. Çünkü polis götürüyor. Orada gördü mü alıp götürüyor. Ne zaman bırakacağı da belli değil. O yüzden korkuyorsun. Bizim de gitmemiz cesaret işi. Önce ağabeyim gitti, sonra ben gittim.
KORKA KORKA, ÜRKE ÜRKE GİTTİM
İlk gittiğinizde neler hissettiniz?
O zaman Lügat yazılmış mıydı?
Yok, ondan önceydi. Lügat’ten aşağı yukarı on sene önceydi.
DEKAN SAİD NURSİ İSMİNİ DUYUNCA ŞAŞIRDI
Risaleleri çoğaltıyordu…
Evet. Lügat yazma işi 1970’li yıllardadır. Onun lügatine önsöz yazmamdan biliyorum. 1974’te yazdım diye biliyorum. Lügatte de çalışmam oldu. Lügatte yazarken bulamadığı kelimeleri Abdullah ağabey listeye alıyordu. Diğer kitaplarda bulunmayan ancak kütüphanelerdeki kitaplarda bulunan kelimeler vardı, bana verirdi, ben de onları üniversiteden araştırırdım çıkarır kendisine verirdim.
Onlardan da bir hatıra; “Sebir, taksim, kıyas-ı istisna-i” gibi mantık tabirleri var. Bunun ne olduğunu kimse bilmiyor. Bilen kimse de yok. İlmi olarak bu, budur diye bir yerde de yazmıyor. Bana verdi, biz aradık aradık bulamadık. O zaman yeni doçenttim.
Dediler ki, “Edebiyat fakültesinde bir profesör var, mantık dersi veriyor. Ona git.” Adam da meğer edebiyat fakültesinin dekanıymış. Gittim kapısı açıktı, adam içeride... Açık kapıdan içeri baktım, yanında bir kadına talimat veriyor ya da bir şey anlatıyor.
Beni gördü. “Ne bakıyorsun?” diye bağırarak sordu, kadına da bağırıyordu. “Prof. Vehbi Eray Bey’i aradım” dedim. “Benim. Sen kimsin?” dedi. “Ben, Hukuk Fakültesinden geldim” dedim. “Ne işin var senin burada?” diye sordu. “Bazı şeyleri sormaya geldim” deyince yine “Neymiş o?” dedi. Devamlı emreder gibi konuşuyordu, dik bir adamdı. “Şu kavramlar” dedim ve hepsini saydım. Birden durdu… “Haa, sen gel otur şuraya” dedi. Kadına da dışarı çıkmasını söyledi. “Bir daha söyle kelimeleri” dedi. “Şu, şu, şu” diye on kadar, belki daha fazla kelimeyi söyledim. “Nereden buldun sen bunları?” dedi. “Said Nursi’nin kitabından” dedim. “Allah Allah, Kürt adam bunları nereden biliyor?” dedi. Kendi kendine kızdı, bana baktı. “Sen yarın gel” dedi. Ertesi gün onların cevabını verdi bana. Mantık ilminde tabirler, yeni kitaplarda da yer almıyor.
Şimdi Risale-i Nurlar’ı tanıma meselesine geleyim. İlk gittiğim gün ayrılırken Abdullah Yeğin ağabey daktilosu ile yazmış metinlerinden verdi, “bunları okursun” diye. Okumaya başladım, gittim onları ciltlettim. Bir hafta, üç-beş gün sonra götürüp iade ettim.
HÜSNÜ AĞABEYE POLİSLER ÇOK EZİYET ETTİLER, DÖVDÜLER
Ortaokul talebesi miydiniz o zaman?
Risale-i Nurlar’ı yazarken manalarını da anlıyor muydunuz o yaşta?
Yok, anlamıyordum.
BİZİM AİLE HEP OKUMUŞ, URFA’DA NADİRDİ
Ne niyetle gidiyordunuz oraya?
Sevdiğimden. Bizim aile hep okumuş bir aile. Urfa’da nadir olan, esnaf olmayan bir aile. Esnaflık kötü değil ama babam, dedem hep okuyan insanlar. Dedem müderrismiş, babam o zaman lise mezunu. Annemin okuma yazması yoktu. Ve annem ile babam bizleri, hepimizi okuttu. Nadir, nadir, nadir bir aileyiz Urfa’da. Kızlı erkekli hepsi okuyan bir aile… Bize garip bakarlardı.
Çünkü herkes çocuğunu ilkokuldan sonra esnaf yanına gönderiyordu. Para getiriyordu, aileyi besleyecek. “Bu gâvur okullarına göndermeyin” halk tabiri ile söylüyorum, öyle bir anlayış var. Babam da ısrarla bizi okuttu. Şadi-i Şirazi’yi bize okurdu babam. Annem de ona uyardı, hiç itiraz etmezdi. Namaza başladım bir müddet sonra. Sevdiğimden gittim. Evlerde ders yok. Cesaret edemiyor kimse evde ders yapmaya henüz. Gidelim evde üç-beş kişi birleşelim diyenleri polis alıyor, götürüyor. Dayak, sopa, ağzını burnunu kırıyor, öyle bir diktatörlük.
Polisler sizi hiç götürdüler mi?
Yok, bizim olmadı. Babamı severlerdi, dedem sebebiyle. Pek hürmet ederlerdi bize o nedenle götürmediler.
MÜFTÜ VE İMAM ŞİKÂYET EDİYOR BİZİ
Ablanızı yakından tanıyoruz onun da Urfa’da Risale-i Nur hizmetleri ile ilgili büyük çabası var.
Daha sonra Pazar günleri -yanlış olmasın 1956 olabilir- Abdülkadir Badıllı ağabeyin babasının evinde ders yapılırdı, ama korka korka giderdik. Basıldı basılacak, basıldı basılacak korkusuyla. Onun babası da asabi bir adamdı, Abdurrahman amca. Elinde bir asa ile gezer. Sinirlendiği zaman polis döver, iri yarı, kemikli bir adamdı. Hiç basılmadı orası, kimse gelemedi o yere.
Abdullah ağabeyin kaldığı yere de kışın gidilmiyor, çok soğuk. Yazın serin oluyordu. Yazın akşam namazı ile yatsı arasında dersler başlattı Abdullah ağabey. Çünkü yatsıdan sonra kapanıyor camii. Biz de orada, hasırların üzerinde diz çöker, sekiz-on kişi dinlerdik. Abdullah ağabey okurdu.
Ezan okunduktan sonra namaz kılar, evlerimize giderdik. Abdullah ağabey içeride kalırdı. Bir müddet öyle devam etti. Fakat o eyvan dersleri, göl kenarında dersler yapıyorduk, şikâyet ettiler. Kim şikâyet etti? Bilin bakayım? Din adamları. Müftü şikâyet ediyor, imam şikâyet ediyor. Abdullah ağabeyin kaldığı caminin imamı, müezzini, çevre camilerin imamları şikâyet ediyor. Müftü de haber gönderdi, kaldırılsın diye. Biz çocuğuz korkuyoruz, bir şey de söyleyemiyoruz. Sürekli taciz ediliyordu.
Abdullah ağabeyi nasıl hatırlıyorsunuz? Nasıl tarif edersiniz?
Genç, uzunca boylu, dinç bir adamdı. Yaşlı ama halen dinç sayılır. Su-i istimal etmemiş kendini. Mesela ben, Abdullah ağabeyin o gölde yüzdüğünü hatırlarım.
ABDULLAH YEĞİN AĞABEY KOŞUDA BENİ YENDİ
Balıklı gölde mi?
Evet. Balıklı gölde yüzdüğünü hatırlarım. Bir tertibatı yok adamın. Bir tuvaleti var, caminin altmış-yetmiş metre uzağında idi. Oradan su ihtiyacını giderirdi. Ben de yüzdüm orada. O zaman çok farklı idi oralar şimdiki gibi kalabalık yoktu. Gece, gündüz, hava sıcak olduğu zaman yüzer serinlerdik. Hem bedava hem kolay, çok derin de değil...
Abdullah ağabey bir hayli dinç kalmış bir insan. Seneler sonra İstanbul’a yerleştim. Abdullah ağabey de Üstad’ın vefatından çok sonra geldi. Bir gün Sarıyer’de pikniğe gittik. Ben yemek yaptırmıştım evde, köfte falan. O zaman tabi Nurcular fakir, araba yok, kimsenin yemek yaptıracak halleri yok. Ben memurum, maaşlıyım, zengin sayılırım. Gittik, Sarıyer’in tepelerinde bir yerde durduk. Sabah namazından sonra bir yaz günü idi o günü hiç unutmam, çok gezilerimiz oldu bizim, orada yemek yedik. Erken de gidiyoruz kadın kız gelmeden rahat oturalım diye. Bir gün yine pikniğe gitmişiz baktım “yarış yapalım” dediler. Benim kayınpederim var, ben varım. Ben en genciyim. Yarış yaptık, Abdullah ağabey birinci geldi.
Koşuda mı?
Evet, koşuda. Benden kaç yaş büyük, birinci geldi. Kayınpederim de dinçti, göbeksiz biriydi. Birdenbire koşalım burada dediler. Açık, çimenlik bir yer. Ve bizi yarışta yenmişti.
O ZAMAN ARTIK MUNTAZAM DERSLER BAŞLAMIŞTI
1956’da askere gittiğinde Hüsnü Bayram ağabey mi geldi oraya?
Artık Risale-i Nur’un manasını anlamıştınız…
Tabi, anlıyordum. Bir müddet de yazdım. Abdullah ağabey bana eski yazı vermişti. O zaman okkalı mürekkep vardı. Birkaç risale de yazmışlığım vardır, evde duruyor onlar halen. Yeni yazı basılmamıştı henüz. Fakültenin ikinci-üçüncü sınıflarında iken, 1958–59 yıllarında basıldı. Böylece yeni yazı külliyat ortaya çıktı.
(Devam edecek)