Lise 3. sınıfın bahar aylarından birinde annem rahatsızlanmıştı. Beraber hastaneye gittik. Mahşerî kalabalıkta sıra beklerken koridorda sızlanma ve şikayet sesleri duyuluyordu.
Rivayet o idi ki doktorlar muayene vakti geldiği halde polikliniklerine gelmemiş içerlerde bir yerlerde hemşirelerle laklak ediyorlardı. Bir ara ani bir hareketlenme oldu. Birden bire bütün doktorlar polikliniklerine geçip hasta kabul etmeye başladılar. Meğer birileri hastanenin hemen karşısındaki kaymakamlığa gidip doktorları şikayet etmiş. 5-10 dakika geçmeden "Kaymakam geliyor!" dediler. Önde birkaç polis ve memur ile kerli ferli bir adam girdi binaya. Kaymakam ilçe dışında olduğu için yazı işleri müdürüymüş gelen.
Millet hemen etrafına toplanıp doktorlardan şikayetlenmeye başladılar. Neyse uzatmayayım, o hengâmede annem dönüp bana, her zaman kullandığı argo bir tabirle hitap ederek, “oğlum kaymakam ol, görmüyor musun, herkes önünde hazırola geçip el pençe divan duruyor.” O zamana kadar doktorlukla avukatlık arasında gidip gelen bendeniz o gün kaymakam olmaya karar verdim.
O zamanlar Türkiye'de kaymakam olmak isteyenlerin gidebileceği birkaç okuldan biri olan Mülkiyeyi kazandım. Ankara'da Cebeci kampüsünde hukuk ve siyasal yan yanadır, onların arkasında da Eğitim Fakültesi vardır. Kayıtlar Eğitim Fakültesinin spor salonunda yapılıyordu. Benim gibi kaymakam-vali olmaya gelen yüzlerce öğrenci ile birlikte o devasa salonda kayıt işlemlerimi hallettim.
Kendimi kaymakam-vali olmaya o kadar kaptırmıştım ki lacilerimi giymiş, Bond çanta ile gelmiştim kaydolmaya. :) :) :)
Kayıt bittikten sonra, kayıt sırasında tanıştığım bir arkadaşımla beraber dışarı çıktık. Elimize öğrenci belgelerimizi değil de kaymakamlık-valilik kararnamemizi vermişler de hemen o dakika görev yerlerimize gidecekmişiz gibi ciddi ve vakur bir eda ile siyasala doğru yokuş aşağı inerken yanımıza yaşça bizden 2-3 yıl büyük güler yüzlü biri yanaştı yamacımıza. Gençler merhaba, dedi. Biz de merhaba, dedik.
-Benim ismimi Zeki dedi. (Biz de isimlerimizi söyledik) Siz Siyasalı kazandınız galiba. Evet dedik. Ben de dedi, yan taraftaki Hukukta okuyorum. 2. sınıftaymış, biraz havadan sudan konuştuktan sonra; size Mülkiyelinin hikayesini anlatayım mı? Dedi.
-Anlat, dedik merakla.
-Mülkiyeyi kazanan okula "Vali" olarak başlar. (Tam beni anlatıyor, diye düşündüm) 2. Sınıfa gelince, "Kaymakam" olsam yeter, der. (Olsun, dedim kendi kendime. Kaymakamlık da olur, hem kaymakamlığın devamı valiliktir.) 3. sınıfa gelince "Bir bakanlıkta bir müfettiş olsam yeter" der, dedi. (Olsun, dedim yine, o da olur.) 4. Sınıfa geldiğinde "Bir bankada veznedar olsam şükür" der, dedi. (Bende bet-beniz attı. Ne diyor bu adam? Şevkimi, hevesimi, umudumu niye kırıyor? Diye için için kızıyordum. Meğer sözü daha bitmemiş, en kötüsünü en sona saklamış.) Mülkiyeyi bitirince okulun bahçe duvarının dibinde simit satmak için yer arar! Dedi.
O anda dünyam yıkıldı, ben ne hayallerle umutlarla gelmiştim ve bu adam bana nasıl bir gelecek ön görüyordu.
Neyse uzatmayayım, kaderin cilvesiyle, biz Zeki ağabeyimle önce talebe evinde ev arkadaşı olduk, okul bittikten sonra önce o bir üniversitede araştırma görevlisi oldu, sonra onun davet ve teşvikiyle bendeniz de aynı üniversitede araştırma görevlisi oldum.
Aradan tam 10 yıl geçti. 2000 yılında üniversitede üçüncü sınıfların dersine giriyordum. Dönem başında, yaşça ve tecrübe itibariyle abileri mesabesinde olmam hasebiyle hayat dersleri vermek, tecrübelerimi paylaşmak ve hayatın zor, kariyer yolculuğunun da zahmetli ve meşakkatli olduğunu anlatmak için Zeki ağabeyimle yaşadığımız macerayı anlattım.
Tam "simit satmak için yer arama" anekdotuna gelince arka sıralardan tiz bir bayan sesi; "Hocaaammm!" diye ünledi. Tabiri caizse ödüm koptu. "Ne oluyor? Birine bir şey mi oldu?" diye baktım, tesettürlü bir abla el kaldırmış, heyecanla, ağzından köpükler fışkırtarak; "Hocam, siz benim hayallerimle nasıl oynarsınız?" dedi.
“Ablacığım bir dakika” dedim. Yahu ben senin hayallerinle oynamak için anlatmadım ki bunu. Sana hayatın, kariyer yolculuğunun zor ve meşakkatli olduğunu anlatmak için anlattım.
“Kabul etmiyorum, itiraz ediyorum! Ben kaymakam olmak için bu okula geldim, sizin benim hayallerimle oynamaya hakkınız yok!”
Abla, düşmanına kılıç, mızrak, kama, vs. ile saldıran geçmiş zamanın Amazonları misillü, Nuh diyor, peygamber demiyor, laflarıyla sözleriyle beni parça pinçik etmeye çalışıyordu.
...
Aradan 2-3 yıl geçti. Bir gün bir banka şubesine elektrik faturası ödemeye gittim. Veznenin önünde sıraya girdim. Önümdeki teyze işini bitirdikten sonra sıra bana geldi. Vezneye yaklaştım, elimdeki elektrik faturasını uzattım veznedara. Açık bir bayandı, başını kaldırdı bana baktı, birden tiz bir sesle; "Hocaaammm!" diye ünledi!
Ne oluyoruz diye korku ve şaşkınlıkla önce ablaya sonra etrafıma baktım. Mütereddit bir ses tonuyla; "Afedersiniz, ne oldu?" dedim.
-Hocam beni tanımadınız mı?
-Tanımadım, dedim.
-Hocam dedi. Fi tarihinde sınıfta size itiraz eden öğrencinizim.
-Hocam, dedi ağlayarak. O gün size kızdım, ağır sözler söyledim ama görün bakın kaymakam da müfettiş de olamadım, bir bankada veznedar oldum. Ama ben şanslıyım, hiç olmazsa iş buldum. Arkadaşlarımın çoğu hâlâ işsiz, dedi.
Abla ile biraz daha konuştuktan sonra bankadan hüzün, şaşkınlık ve buruk bir gülümseme ile çıktım.
Bunca yıl sonra hâlâ ilk derse girdiğimde öğrencilerime Mülkiyeye kayıt yaptırdığım o ilk günü ve sonrasında bu ablayla maceramızı anlatır, devamında da, hayat ve kariyer yolculuğunun hiç ama hiç kolay olmadığını, ciddî emek ve gayret istediğini eklerim!