Bugünlerde başta nefsim olmak üzere gerek ebeveynlerden gerekse medreselerimizde talebelerle birlikte kalan ve iman-Kur'an hizmetine vakf-ı hayat etmiş bazı kardeşlerimizden duyduğum en yürek burkucu şikayetlerden biri; Z kuşağına ulaşamamak, onların dünyasına girememek ve onlarla aynı dili konuşamamaktır.
Sosyal mecraları takip edenlerin defaatle karşılarına çıkmıştır: Milattan önce 3000'li yıllardan kalma bir Mısır papirüsünde; "Devir çok bozuldu, çocuklarınıza sahip çıkın" tavsiyesi ve bir Sümer tabletinde de; "Bu gençlik nereye gidiyor?" sorgulaması yapılmaktadır.
Yukarıdaki iki örnekte görüldüğü gibi insanlık tarihi boyunca her nesil kendinden sonraki nesli lakaytlıkla, ahlaki ve davranışsal dejenerasyonla itham etmiştir/etmektedir.
Kimi noktalardan aslında haklıdır bu suçlamalar. Ama çoğu noktadan da yaşadığı çağı okuyamamak ve yeni neslin ruh ve his dünyasına nüfuz edememektir, asıl sebep.
Bendeniz 1990 yılında üniversiteye başladığım tarihte 17 yaşından henüz birkaç gün almış toyun toyu bir gençtim. Türkiye'nin en ücra bir köşesinden başkente gelmiş, büyük şehir hayatına yabanî, ömr-ü hayatında medresede kalmamış, medrese kurallarının neler olduğundan bîhaber bir müptedî olarak geldim medreseye.
Risale-i Nur hizmeti ile alakadar herkesin tanıyacağı ve hayırla yad edeceği Fevzi Allahverdi ağabeyin yanında kaldım ilk iki sene.
Fevzi ağabey bendenizden tam 30 yaş büyüktü. Aramızda sosyolojik anlamda bir buçuk nesil vardı ve birlikte kaldığımız 2 yıl boyunca onunla hiç kuşak çatışması yaşamadık.
Bir gün bile mütehakkim tarzda nasihat verdiğine, yapmadığı bir şeyi söylediğine hiç şahit olmadım. Her zaman sözle değil fiille bana/bize hayat dersleri verirdi.
O iki yıl boyunca belirli bir kitap okuma saatimiz hiç olmadı ama günlük ortalama 40-50 sayfadan az kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Çünkü salonda veya odasında olduğu her vakitte ya Kur'an ya risale ya da evrâd ve ezkâr okuduğuna şahit olurduk.
Geceleri biz uyurken odamıza gelip hepimizin yorganı üzerimizden atıp atmadığımızı kontrol ettiğini uykusu hafif kardeşlerim hep anlatırdı.
Yemek yapılacağı zaman hepimizden önce mutfağa girer, bir orkestra şefi gibi hepimizi organize eder, benim diyen aşçılara taş çıkartacak performans sergilerdi.
Medrese temizleneceği zaman hepimizden önce işe girişir, hiçbirimizin temizlemeye yanaşmayacağı kısımları temizlerdi.
İlk senenin yaz tatilinde Afyon'a okuma programına gitmiştik. 10-15 günlük istifadeli ve feyizli bir okumadan sonra Nur'un ilk medresesi olan Barla'ya ve Üstadın “Yıldız Sarayına değişmem” dediği Çam Dağına gitmek niyet ve gayesiyle yola revan olduk.
Barla'ya vardığımızda Fevzi ağabeyin saff-ı evvel kadîm ağabeylerden tevarüs ettiği bir geleneğe uyarak yürüyerek çıkmaya karar verdik. Genciz, heyecanlıyız, gücümüz, kuvvetimiz yerinde diye hevesle yola çıktık.
Yola çıkarken daha önce yayan çıkmayı tecrübe etmiş ağabeylerimiz manalı manalı gülümsüyorlardı. Niye bıyık altından gülümsediklerini sonradan anlayacaktım.
Çam Dağını hem fotoğraflardan hem de Nur külliyatındaki o lâtif tasvirlerden biliyordum. Yola çıktıktan 40-45 dakika sonra tepelere doğru çıkmaya başladık.
Eğirdir Gölü’nü kuşbakışı gören bir tepeye vardığımızda; "İşte burası!" diye ünledim. Tecrübeliler benim bu iddiama gülerek; "Ohooo! Daha çok yolumuz var!" diyorlardı. Neredeyse 1 saat daha oflaya puflaya, zor şer yol aldıktan sonra yine bir tepeye çıktık. Bu defa manzara daha kuşatıcı ve göz alıcıydı. Yine "İşte burası!" diye ünledim. Tecrübeliler yine bu iddiama gülerek tepki gösterdiler.
Sonunda, “Çam Dağı’nın eteğine geldik” dediklerinde, küçük çocuklar gibi; "Ben çıkmıyorum, yorgunluktan öldüm, yukarıya çıkmaya mecalim yok" diye mızıldandım. Zor şer, elimden kolumdan tutarak beni en tepeye çıkardılar.
Yıllar sonra 28 Şubatçıların gadrine uğrayacak olan o iki muhteşem ağacı görüp hele bir de kuşbakışı bütün Eğirdir Gölü’nün ve Senirkent ovasının o muhteşem manzarasını görünce Üstadımın bu makamları, bu yerleri saraylara niye değişmediğini anladım.
O muhteşem mekanda birkaç saat kalıp Âyet-ü'l Kübra'dan Mektubat'tan ve Münâcât'tan bahisleri şevkle ve bağıra bağıra okuyup tenezzüh ve tefeyyüz ettikten sonra yepyeni bir şevk ve gayretle aşağı inmeye başladık.
Daha yolu yarılamadan toyluğun ve acemiliğin cezasını çektim. Ayağımdaki iskarpinlerden birinin topuğu düştü. Elimde topuk binbir zahmetle Barla'ya vardık. Aynı gün yola revan olup Ankara'ya döndük.
Yorgun argın bir vaziyette medreseye varır varmaz hepimiz odalarımıza seğirttik. 10 dakika geçmeden Fevzi ağabey bendenizi salona çağırdı. Salona girdiğimde elinde bir ayakkabı kutusu vardı:
-Sen 41 numara ayakkabı giyiyordun, değil mi? diye sordu.
-Evet ağabey, dedim.
Kutuyu uzattı, “sen Çam Dağı’na çıktın ve o uğurda bir ayakkabı feda ettin ya, al bu da ihsan-ı şahaneden sana bir ayakkabı!” dedi gülerek!
Bendeniz o gün Fevzi ağabeyimin baba şefkatini aratmayan o âlicenaplığından o kadar müteessir ve mütehassis oldum ki; o günden bugüne kendi iç alemimde her mihenge vuruşumda, Fevzi ağabeyimin tartıda babamla başa baş geldiğini görürüm!
Ve emin olun 30 yılı aşkın bu hizmet yolculuğumda hâlâ pusulamı ve rotamı -İnşaallah- şaşmadıysam bunun ilk sebebi Rabbimin lütuf ve ihsanı ise ikinci sebebi o kıymetli ağabeyimin his ve fikir dünyamı kendisine meclub eden istikâmet âbidesi kişiliğidir.
Bu hizmete ömrünü feda etme niyet ve gayesi ile yola çıkmış kardeşlerime her zaman şunu hatırlatırım; alfabenin hangi harfinden olurlarsa olsun, yeni neslin kalp, gönül ve ruh dünyalarına ulaşmanın iki şartı var:
1. Hâliniz, tavrınız ve ahlâkınızla örnek olacaksınız.
2. Şefkat ve muhabbetin tecessüm ve takattur etmiş numuneleri olarak yeni nesli samimî muhabbet ve ilginizle bu hizmete müncelib edeceksiniz.
Ne diyordu o kudsî Üstad: "Lisanın, Kur'an'ın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı halin ile de Kur'an'ı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!" (Tarihçe-i Hayat; s. 150)