Önceki yazılarımdan birinde kanser hastalığına giden yolu ve bendenize kanser teşhisi konmasının serencamını anlatmıştım.
2015 yılı 9 Aralık günü ilk kemoterapiyi İzmir’de aldım. Başlangıçtaki planlamaya göre 21 gün arayla toplamda 6 defa kemoterapi alacaktım. Her kemoterapi gününde sabah erken saatlerde Balıkesir’den yola çıkıp 3 saatlik yolculuktan sonra İzmir’deki hastaneye varıyorduk.
3. Kemoterapiyi almak için yine bir kış sabahı erkenden hanımla yola çıkmış, 10.30 gibi kemoterapi odasına geçmiş ve televizyon koltuğuma oturmuştum. Şaka yapmıyorum. Gerçekten kemoterapiyi 50 metrekareye yakın büyüklükte bir salonda 3 duvara dizilmiş televizyon koltuklarına oturarak alıyorduk. İçeri girdiğimde görevli hemşirenin gösterdiği koltuğa oturuyor, ilk gün 4 saat ve 2. gün 2 saat süreyle kemoterapi ilaçlarını alıyordum. O gün de 4 saatlik ilk seans, hemşirenin kolumda damar bulup serumu ayarlamasıyla başladı.
Kemoterapi seanslarının şöyle moral bozucu bir tarafı vardır: Sabah müthiş bir enerji ve motivasyonla uyanır, hastane yolunda etrafınızdaki güzelliklerle meşgul olur, yaşama arzu ve isteğiyle dolu biçimde hastaneye gelir, koltuğa oturursunuz. Birdenbire sağ veya solunuzdaki koltukta oturan hasta pat diye;
“Geçmiş olsun, seninki hangi kanserdi?” diye sorar ve bütün yaşam enerjinizi bir anda alıp götürür.
O gün de sağ tarafımda 50’li yaşlarda minyon tipli bir bayan hasta vardı. Ben ilacımı almaya başladığımda o çoktan yarılamıştı. Dizlerinin üstünde orta sayfası açık bir Sözcü gazetesi vardı ve telefonda biriyle hararetli bir şekilde konuşuyordu.
İlacın süresi 4 saat olunca, ister istemez, sağınıza soluğunuza kulak kabartıyor veya etrafınızı gözlemliyorsunuz. Ben de bir vakitten sonra gayr-ı iradî ablanın konuşmalarını takip ettiğimi -biraz da utanarak- fark ettim.
Heyecanla arkadaşına; “Bugünkü Sözcü gazetesinin orta sayfasında benimle yaptıkları röportaj var” diyordu ve eşine, dostuna okutmasını istiyordu. Telefonu kapattıktan sonra bana dönerek bizim ekibin klasik sorusunu sordu:
-Geçmiş olsun, sizinki ne kanseriydi?
-Çok teşekkür ederim, Lenfoma rahatsızlığım var, dedim.
-Ooo, sizinki hiçbir şeymiş, kanser bile sayılmaz! Oldun mu benim gibi pankreas kanseri olacaksın, dedi.
Ve abla makinalı tüfek gibi başladı hızlı hızlı anlatmaya: Ablamız İzmir’de çevre ile ilgili meşhur bir derneğin başkanıymış. Yıllardır hükümetin İzmir ve civarında başlattığı bütün projelere karşı -çevre kirliliğine yol açacağı gerekçesiyle- yerel ve bölge idare mahkemelerinde dava açarak onları durdurmaya çalışıyormuş ve çoğunda da başarılı olduğunu heyecan ve iftiharla anlatıyordu.
Zaten röportaj da bu başarıları sebebiyle yapılmış. Yine kendi ifadesiyle; Cumhurbaşkanı 2015 yılında İzmir’e geldiğinde, “İzmir’deki projelerimize dava açıp çoğunu durduran bu kadın kimmiş, çağırın görüşeyim” demiş ve abla gidip görüşmüş.
Neredeyse bütün hayat hikâyesini büyük bir heyecanla anlattıktan sonra mevzu hastalığına geldi. 2 yıl önce bir türlü geçmeyen karın ağrısı şikâyetiyle gittiği hastanede kendisine 3. seviye pankreas kanseri teşhisi konmuş ve doktorlar en iyimser hesapla 6 ay ömür biçmişler. O günden beri de her hafta Cuma günü hastaneye gelerek kemoterapi alıyormuş.
“Ben o günden bugüne, bir gün bile hastalık bahanesiyle gündüz evde yatmadım; hastalık öncesi günlük, haftalık ve aylık rutinlerimi hiç değiştirmedim. Daha büyük bir heyecan ve yoğunlukla çalışmalarıma devam ediyorum. Bu hastalık bir gün bile beni esir alamadı” diye iftiharla anlattı.
Ablanın anlattıklarını dinlerken kendi iç dünyamda muhasebe yapmaya başladım: Bu iki ayda peki ben ne yapmıştım? Doktorun tavsiyesiyle evdeki 17 metrekarelik oturma odasını kendime yaşam alanına çevirmiş, günün tamamını o odanın içinde geçiriyordum. Ve o günlerimin büyük bir kısmı da çekyata serili yatağımda uzanarak geçiyordu.
Kendi kendime konuşmaya başladım: Bu kadın pankreas gibi en şiddetli bir hastalıkla boğuşurken ve 2 yıldır her hafta kemoterapi almaya geliyorken, hastalık öncesi rutinini bozmamış ve bir gün bile yatağa yatmamış. Oysa ben 2 ay boyunca haftada bir gittiğim cuma namazı ve 21 günde bir gittiğim tedavi dışında odadan dışarı çıkmamıştım.
Yine kendi kendime tefekkür ettim; bu abla inandığı -ki bana anlattığı kadarıyla lüzumsuz ve bazı yönleriyle bâtıl- bir dava uğruna hastalık öncesi çabasını gayretini hastalıktan sonra arttırarak devam ettiriyor ve bir gün bile yatağa yatmıyorken; ben sırf doktor; “Dinlen, yorma kendini” dedi diye mahallemdeki medrese ve ev dersleriyle umumi derse ve istişarelere 2 aydır gitmemiş, cuma namazı hariç, evden hatta odadan dışarı çıkmamıştım.
“Bu ayıp ta bana yeter” dedim ve o günden sonra -eski rutinime tam dönemesem de- yatağa ve oturma odasına mahkûm hayatımdan vazgeçtim ve mümkün olduğunca dersten, sohbetten ve Allah rızası için bir araya gelişlerden geri kalmamaya çalıştım.
O gün, o kemoterapi seansında, o kadından davam ve ideallerim uğruna neleri nelere rağmen yapmam gerektiğinin ibretamiz dersini aldım.
Yaşıyorsa Rabbim ona da hidayet nasip etsin, İnşaallah.