Devrana, Şahsiyete ve Şofbene Dair Bir Hasbihal

Prof. Dr. Abdullah YILMAZ

Mazi dipsiz bir kuyu gibidir, insanı kendine çeker de çeker! Bugünün yorduğu ya da yarının belirsizliğinden bunalmış insan için bir sığınaktır mazi. Mazinin muhasebesini, muhakemesini daha bir soğukkanlılıkla yaparsınız. Hatalarınızla, kusurlarınızla ve eksikliklerinizle daha rahat yüzleşirsiniz. Dahası bedelini/ücretini zaten ödemiş olduğunuz bir öğretmendir, mazi.

Bu ara bendeniz de o dipsiz mazi kuyusuna daldım, çıkasım yok gibi gözüküyor. Hayal ve hafıza kovamı maziye her sarkıtışımda kovam hiç boş kalmıyor ya bir hatıra ya da bir portre geliyor hatır ve hayalime.

Bugün sizlere 28 Şubat günlerinden, her hatırladığımda kalp ve ruhumu hüzün ve ibretle müteessir eden bir portreden bahsetmek istiyorum.

Bir Fahri hocamız vardı, çalışma sosyolojisi alanında doktora yapmıştı ve göreve başladığım sıralarda yardımcı doçentti. Şimdilerde adını değiştirdiler ya, neyse. Van’dan gelmişti. Kendisi bahsederdi, Van’daki dostlar da söylemişlerdi; oradayken iman ve Kur’an hakikatlerinin anlatıldığı derslere sohbetlere devam edermiş, talebeliğinde de İslami hassasiyette bir ömür yaşamaya çalışan hatta bazı noktalarda aşırıya bile kaçan samimi bir Müslümanmış.

Başlarda sohbet meclislerine ara sıra da olsa devam eder, vakit namazlarını kılardı. 28 Şubat’ın postal sesleri yaklaştıkça söylem-eylem tutarlılığı kaybolmaya başladı. Zamanla sadece Cuma namazlarında görür oldum kendisini.

28 Şubatçılar postallarıyla inanan insanların üzerinde tepindiği dönemde en yürek yakan şey neydi, biliyor musunuz? Kendilerine kolaylıkla gönüllü kullar, kullanışlı piyonlar bulmalarıydı. Fahri Hoca da onlardan biriymiş, meğer. Devran döner dönmez, idare değişir değişmez, gelen dekanın yardımcılığını gönüllü olarak, hevesle yaptı. Yürek yakıcı diğer icraatı ise başörtülü bir öğretmen olan eşinin başını da açtırmasıydı. Kadıncağızın günlerce ağladığını duymuştum.

Bir gün çarşıda akademik camianın uğrak yerlerinden olan bir kitapçıda oturmuş sıcak çay eşliğinde birkaç arkadaşla muhabbet ederken Fahri Hoca girdi içeriye. Selamına isteksiz de olsa karşılık verdim.

Bendeniz asistanlığa ilk başladığım yıllarda gençliğin ve idealistliğin verdiği cesaretle biraz patavatsızdım. Hele hakkı olmadan veya haddini bilmeden konuşan insanların, kimi zaman sınırları zorlayacak bir tarzda, ağızlarına yapıştırırdım cevabı. Hâsılı henüz hayat ve hadiseler bendenizi törpülememişti.

Ben muhabbet açılmasına isteksizdim ama belli ki o konuşmak zorunda hissediyordu kendisini; “Abdullah kardeşim. Biliyorum yaptığım bazı şeylere anlam veremiyorsun; taviz vermek, ödün vermek gibi anlıyorsun ama gör bak abin Doçent olduğu zaman bunların hepsine bayrak açacak. O gün geldiğinde şahsiyetli bir mücadele nasıl yapılıyormuş, göreceksin. Şimdi kıytırıktan bir yardımcı doçentim, gücüm yok, etkim yok. Şimdilik bunların suyuna gitmeye, yardımcılıklarını yapmaya mecburum” dedi.

“Hocam zayıfken, güçsüz kuvvetsizken zulme ve zalime, haksıza ve haksızlığa ses çıkarmayan, karşı çıkmayan, tam tersine onlara gönüllü kulluk yapanlar yarın öbür gün güç, kuvvet, statüler ve unvanlar ellerine geçtiğinde, mümkünü yok bu mücadeleyi yapamazlar” dedim. Cevabımı ağır bulmuş olacak ki gönülsüzce birkaç kelime konuştuktan sonra ayrılıp gitti.

Bir yıl geçmeden Fahri Hoca “Doçent” oldu. Birkaç ay geçmeden de kadrosunu aldı. Bu arada dekan yardımcılığı devam ediyordu. Oysa kadrosunu aldıktan sonra dekan yardımcılığından istifa edecek ve şahsiyetli mücadelesine başlayacaktı. Oysa tam tersine, Fahri Hoca “Taviz taviz doğurur” sözünü doğrularcasına önce bizimle olan irtibatını kesti, 28 Şubatçı tayfanın gönüllü kulluğuna hız kesmeden devam etti. Günlük yaşantısında da radikal dönüşümler gözlemleniyordu. Bilmem kaç yıldızlı, mahremiyetin “M”sinin bulunmadığı, sefahet ve reziletin zirvelerindeki lüks tatil beldelerinde tatillere gittiğini, özel sohbetlerinde itikadi noktada sıkıntılar yaşadığının ipuçlarını taşıyan tartışmalara girdiğini duyuyor, öğreniyordum.

Aradan çok uzun bir süre geçmemişti ki; bir sabah okula gittiğimde duyduğum bir haberle dehşete kapıldım. Fahri Hoca gece duş almak için banyoya giriyor, bir müddet sonra şofben gazından zehirlenerek yere düşüyor, ailesi olayın farkına varıp kapıyı kırdırıp içeri girdiğinde yerde şuursuz yattığını görüyorlar. Ambulans çağırılıp hastaneye götürülürken yolda vefat ediyor.

Rabbim taksiratını affetsin. Ahiret yurduna gitmiş insanların mizanda ve sıratta nasıl bir netice ile karşılaşacaklarının ahkâmını kesmeye haddim ve hakkım yok. Ama bu vefat bana şunu gösterdi ki; ideallerimizi, değerlerimizi ve inançlarımızı izzetimizle yaşamak için unvanların ve makamların sağlayacağı kalkanlara ihtiyacımız yoktur.

İnanıyorsak ve davamızda haklıysak; susmaya, çekinmeye ve geri durmaya hakkımız yok. Yarına kalıp kalmayacağımıza hiçbirimizin garantisi yok. Dosdoğru bir insan olmayı, samimi bir mü’min olmayı, şahsiyetli bir karaktere sahip olmayı yarına/yarınlara bırakmamak gerekir.

Çünkü yarın her şey için çok geç olabilir. فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.