2016 yılıydı. Ameliyat sonrası kemoterapiye başlayacağım zaman –her zaman iyilik ve hayırla yad edeceğim- Hematolog Hanım demişti ki; “Şu an için 21 gün aralıklarla 6 seans planlıyoruz. 4 seanstan sonra PET çektireceksiniz. İyileşme seviyenize bakacağız. Eğer her şeyin iyiye gittiğine kanaat getirirsem iki seans daha uygulayıp şifa ile süreci tamamlayacağız.” Demişti. Ben de bütün kalbimle “İnşaallah!” demiştim.
Havf ve recâ ortasında bir sarkaç misali gelgitler yaşayarak ve tabii ki verilen ilaçların etkisiyle bitkinlik ve tükenmişlik psikolojisi, geceler boyu devam eden ağrı ve sızılar, bedenimdeki bütün saç ve kılların dökülmesi ve -en mühimi- uykusuzluk ve yemek yiyeme neticesinde 10 kilo civarında kilo kaybı ile neticelenen 4 seanslık süreci zor zahmet tamamladım.
5. Seansa gideceğim zaman küçük biraderim hastanede bana refakat etmek için memleketten gelmişti. Beraber yola revan olup İzmir’e vardık. Doktorumun talimatları doğrultusunda kemoterapiden bir gün önce PET çektirdim. 3 PET çektirmenin bir atom bombasına maruz kalmak olduğunu önceki yazılarımdan birinde anlatmıştım, hatırlarsanız.
Tüm vücudun milimetrik olarak tarandığı uzun bir sürenin sonunda Doktor Hanımın özel ricasıyla ertesi sabaha raporun yetişeceği bilgisini aldıktan sonra biraderle kalacağımız misafirhaneye döndük ve ertesi sabaha kadar tazarru ve niyaz ile havf ve recâ sürecim başladı.
Necip Fazıl merhumun; “Ne hasta bekler sabahı” dizesindeki hasta; Divan şairi Sâbit’in; “Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat?” dizesindeki mübtela-yı gam misillü gecelerin aslında ne kadar uzun olduğunu bizzat tecrübe ederek öğrendim o gece.
Ertesi sabah umut ve heyecanla BT biriminin kapısında hazır olda bekliyorduk. Görevli gelir gelmez raporun çıkıp çıkmadığını sorduk. Rapor çıkmıştı ama yetkili doktor henüz onaylamadığı için raporu vermediler bize. Biradere; “Sen raporu bekle, ben kemoterapi almaya gidiyorum.” Dedim.
İlk günkü kemoterapi seansı 4 saat sürecekti. İçimde kıpır kıpır bir umut ve heyecan vardı. Çünkü birazdan rapor doktoruma ulaşacak ve benim şu an beşincisini aldığım kemoterapi maceram -doktorun vereceği müjde ile- 21 gün sonraki son seansla birlikte hayırlısıyla şifa ile neticelenecekti.
Yaklaşık bir saat sonra birader aradı. Ses tonundan hemen anladım işlerin hiç te umduğumuz gibi gelişmediğini: “Abi, doktor hanımla görüştüm, Allah’a şükür güzel ilerleme varmış ama beklediği seviyede değilmiş. O yüzden seansları 6’dan 8’e çıkarmaya karar verdi.” Dedi.
O anda müthiş bir hüzün ve umutsuzluk kapladı iç dünyamı. “6. Kemoterapi ile birlikte bu zahmetli, meşakkatli süreç bitecek ve sıhhat ve afiyete kavuşacağım” diye beklerken; henüz tam iyileşemediğimi öğrenmek, dahası seansların 8’e çıktığını duymak bendenizi ruhen perişan etmişti. Tedavi en az 2 ay daha devam edecek ve her seans sonrası çektiğim ağrılara ve meşakkatlere iki ay daha katlanacaktım.
Kendi iç dünyamda bu mücadeleyi verirken birden başım çevrilir gibi sol tarafımda birbirleriyle muhabbet eden iki abla ile bir amcaya döndüm ve muhabbetlerine kulak kabarttım.
Yaşça benim emsal olan solumdaki abla yanındaki yaşlıca teyzeme; “Teyze sen ne kadar zamandır kemoterapi alıyorsun?” Diye sordu.
Yaşlı teyzem; “2 yıldır 15 günde bir alıyorum. Ya sen?” Diye sordu.
Genç abla; “Ben de bir buçuk yıldır 20 günde bir alıyorum.” Dedi.
Genç abla ihtiyar amcaya da aynı soruyu sordu. Amcam zor duyulan cılız bir ses tonuyla; “Kızım ben 5 yıldır kemoterapi alıyorum. Sadece doktorumun belirlediği zamanlarda, bedenimin toparlanabilmesi için kısa aralar veriyoruz.” Dedi.
O an kendimden utandım. “Bak!” Dedim kendi kendime: “Bu ablalardan biri bir buçuk diğeri iki yıldır, amcam ise tam 5 yıldır kemoterapi alıyor ve hiçbiri halinden, vaziyetinden senin kadar şekva edip ah u enin etmiyorken; sen daha yeni 2 aydır tedaviye başlamış ve önünde de en fazla 2 aylık bir tedavi süreci varken; bu tedavinin ne zaman biteceğinin ve bu sıkıntıya meşakkate gelecek 2 ayda nasıl katlanacağının telaşındasın! Bu ayıp da sana yeter!” Dedim.
Oysa Bediüzzaman şu içinde bulunduğum vaziyeti ne güzel anlatıyordu: “Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekva edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan bîçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise kesilmiş ellere bak! Bir gözün yoksa iki gözü de olmayan âmâlara bak! Allah’a şükret. Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin.” (Lem’alar; s. 251)
Bu manaları tefekkür ederken bir anda aklıma beşinci kemoterapi seansının ertesi gün alacağım 2. kür ile biteceği geldi. Bu durumda geriye 3 seans kalıyor demekti. O anda kalbimi ruhumu kaplayan kasvet dağılıp yerini yarına yarınlara umutla bakmaya, güzel görüp güzel düşünmeye bıraktı. Ve yine o kutlu Üstadın şu ibretamiz ifadelerini derhatır ettim:
“Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakati selb eder. Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: ‘Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.’ Diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: ‘Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürûrlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir.” (Lem’alar; s. 13)
O günün geriye kalan saatlerinde ve ertesi günkü seansta ruh ve kalbimi dolduran taptaze şevk, umut ve sabır hisleriyle, beşûş bir çehreyle ve tabii ki Rabb-ı Rahimime hamd, şükür ve niyazlar ile kıpır kıpır dilimle dolanıp durdum.