Onunla, yanlış hatırlamıyorsam, ilk defa 2004 yılında bir bölge istişaresinde tanışmıştım. Kar beyazı saçları, pir ü pak yüzü, ağırbaşlılığı, oturmuş şahsiyeti ve mütevazı kişiliği kendisiyle ilk karşılaşanlarda derin bir hürmet ve muhabbet hissi uyandırırdı. Bendeniz o zamanlar 30’lu yaşların başlarında müteheyyiç bir fıtrat ve deli akan bir kanla müzakerelerde esip gürlerken o mülayemet ve şefkatle yaklaşır; Kur’an, Sünnet ve Risale-i Nur düsturları çerçevesinde makulde uzlaşmamızı sağlayacak çözümler üretirdi.
On yılı aşkın sürede defaatle bir araya geldiğimiz istişarelerde en girift meseleler bile görüşülürken nezaketle söz ister, ağır ağır ve tane tane konuşur, muhataplarının kalp ve ruh dünyasına te’sir edecek bir üslupla hitap ederdi. Göz göze geldiğinizde insanı derinden etkileyen bir bakışa sahipti. Bir kısmına bizzat şahit olduğum çoğunu da yaşayanlardan dinlediğim nice anlaşmazlık ve uyuşmazlıklarda hakemlik yapar ve bütün tarafların itimat ettiği makbul bir arabulucu olarak pek çok sıkıntının çözümüne ciddi manada katkı sağlardı.
Üç senelik bir ayrılıktan sonra bölgeye geri döndüğümde kendisinin, sağlığı el vermediği için, artık bölge istişarelerine katılamadığını üzülerek öğrendim. Aradan çok geçmeden pandemi musibeti umum dünya gibi Türkiye’yi de etkisi altına alınca herkes gibi o da evine kapanmak zorunda kalmıştı. İlerleyen yaşından ve kronik rahatsızlıklarından dolayı çocukları ve kendisi azami tedbirler almaya gayret gösterseler de kaderin takdiri ile korona illetine yakalanmış. Ben duyduğumda birkaç gündür hastaneye yatmış ve o gün yoğun bakıma alınarak entübe edilmişti.
Hastane macerası 10-12 gün sürdü. Bir sabah Kütahya’dan gelen bir mesajla şu kevn-ü fesat aleminden vatan-ı aslîsine, meydan-ı tayeran-ı ervâha nakl-i mekân eylediğini öğrendim. O da pek çok diğer güzel insan gibi, korona illeti vesilesiyle, iyi bir ata binip ötelere sırlanmıştı.
Aradan bir sene geçtikten sonra bir vesileyle yolum Simav’a düştü. Hayatlarını iman ve Kur’an hakikatlerine vakfetmiş seçkin kardeşlerimle gece yarısı zeytin, peynir ve ekmek eşliğinde çay muhabbeti yapıp daldan dala atlarken rahmetli Mehmet Serim ağabeyden bahis açıldı. Bendeniz onunla geçmişteki maceralarımızı ve onun hakkındaki hüsn-ü şehadetimi anlattıktan sonra genç kardeşlerimden biri derin bir iç geçirerek anlatmaya başladı:
"Mehmet ağabey hastanede yatarken -meğer vefatına birkaç gün kalmışken- ziyaretine gitmiştik. Odasına girdiğimizde bizleri her zamanki gibi gülümseyerek karşıladı. Zor nefes alıp verdiği için tane tane ve kısık bir sesle konuşuyordu. Hâl hatır sorma faslını geçtikten sonra bir an durakladı, derin düşünce moduna girdi. Sonra yavaşça yüzünü bize dönerek; “Rabbime zerratım adedince hamd ve şükürler olsun ki şu dünyanın çok sefasını gördük biraz da cefasını görsek ne yazar!” dedi.
Hırıltılı ve meşakkatli birkaç nefes alıp verdikten sonra aynı ciddiyetle devam etti: “Kardeşlerim, şu dakikada neye şükrediyorum, biliyor musunuz?” diye sordu. “Neye şükrediyorsunuz ağabey?” diye karşılık verdik. “Kaç zamandır düşünüyorum da; Rabbime şükürler olsun, hayatım boyunca bu hizmete hiç yük olmadım, problem kaynağı olmadım, bölen ya da ayrıştıran olmadım. Ve Elhamdülillah şu ana kadar hiçbir istişarenin gündem maddesi olmadım!” dedi.
O anda hepimiz sözün bittiği ve derin tefekkürün başladığı yerde olduğumuzun farkında bir vaziyette uzunca bir sessizliğe büründük. Ve yine hepimiz kendi iç dünyamızda kendi hizmet serencamımızı kardeşimizin naklettiği bu noksan tartmaz, hesapta şaşmaz mihenge vurmakla meşgul olduk. O muhasebenin neticesinde altın mı çıktık, bakır mı? Bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki; o geceden sonra bendenizin elimde ve alemimde şaşmaz bir mihengim var!
Bendeniz burada ve ötelerde şahidim ki; Mehmet ağabeyim hayatı boyunca bu hizmete hiç yük olmadı, problem kaynağı olmadı, bölen ya da ayrıştıran olmadı. Ve Elhamdülillah son nefesine kadar hiçbir istişarenin –menfi manada- gündem maddesi olmadı. Bir ömür boyu ilmek ilmek dokuduğu Rıza-yı İlahi haliçesini ehl-i iman kardeşleriyle kısır çekişmelerin ve lüzumsuz mücadelelerin girdabına kaptırmadı. On yıllar içinde nefis ve şeytanla yaptığı meydan muharebelerinden kazandığı sevaplar ve hasenat ile doldurduğu amel defterini enaniyet, kibir ve hodperestlik ateşlerinde bad-ı heva yakmadı.
Rabbim bu fakir kulunu ve bu satırları okuyan halis kardeşlerimi de son nefesimize kadar bu istikamet üzere yaşatsın, emaneti o emin ele teslim edene kadar yolumuzu şaşırtmasın, şiddetli imtihanlardan muhafaza etsin, İnşaallah!