Samiş’im, Cennet Kuşları ve Deprem Çocukları

Prof. Dr. Abdullah YILMAZ

Size amcasının en sevdiği yeğeni Muhammed Samed'i anlattım mı hiç? Şöyle yanaşın civarıma da size onun hikâyesini anlatayım:

Muhammed Samed’im, babasının ilk çocuğu ve amcasının da ilk erkek yeğeni olarak dünyaya gelmişti. İsmi konduğunda Samed ismine itiraz etmiştim. “Ağır bir isimdir, caiz de değildir” diye. Neticede yapabileceğim çok bir şey yoktu. Anne babası öyle uygun görmüşlerdi. Öyle olunca da ilk günden itibaren ona Samiş diye hitap ettim.

Bendeniz bebeklere ilk bir hafta yaklaşamam, dokunamam. Kendi oğlumu bile, çok iyi hatırlıyorum, ilk 2-3 gün korkarak ürkerek kucağıma almıştım. Yeni doğan bebekler yamru yumru, yüzü gözü şiş, insanımsı varlıklar gibi gelir bendenize.

Ama hayatımda iki çocuğu öyle görmedim; biri kızım, diğeri Samiş’ti. Onlar doğduklarında sanki filmi ileri sarmış, birkaç hafta -belki bir ay- sonraki vaziyetleri ile dünyaya gelmişlerdi. Tam kucağa alıp sevmelik, tombiş yanaklarından öpmelik bebeklerdi. Samiş’im daha ilk günden insana “Ben bambaşka biriyim” diyen sempatik jest ve mimikleriyle, her an güldüklerine yemin edebileceğiniz kocaman gözleriyle sizi yüreğinizden yakalayan bir bebekti. Onu gördüğüm ilk anda kalp ve ruh dünyamda başkalarının kolay kolay erişemeyeceği bir zirveye kuruldu.

4-5 yaşlarındayken şarkın ücra bir kasabasındaki evlerine gitmiştim. Namaz vakti geldiğinde biraderden seccade istediğimde o da bıcır bıcır ve tombiş haliyle koşarak gidip küçük bir seccade alıp getirdi, seccademin yanına serdi. Sonra da bendenizin tuhaf bakışları altında cebinden bir mendil çıkardı ve açtı. İçinde ne var diye baktığımda küçük bir taş gördüm. “Evladım bu nedir?” diye sordum. “Amca bu mühr-ü namazdır. Bilmiyor musun?” diye garipseyerek sordu. Meğer babası ve annesi işte çalışırken ona ev sahipleri bakıyormuş. Caferî olan ev sahipleri evlerinde namaz kılarken onları takip etmiş, gözlemlemiş ve namazı öyle öğrenmişti. Sevinsem mi, üzülsem mi? Bilemedim. O gün bir daha kanaatim geldi ki; çocuklar onlara söyleneni değil, gördüklerini yaparlarmış.

6-7 yaşından itibaren babasının arabasını kullanmaya başladı. YouTube videolarında karşımıza çıkan boyu direksiyona bile yetişemeyen çocukların araba sürme görüntülerindeki gibi; Samiş de boyu direksiyona yetişmezken, ayağı gaz pedaline zor bela yetişirken başladı araba sürmeye. Yine sevinsem mi, üzülsem mi? Bilemiyordum. Zamanla o kadar ustalaştı ki; 11-12 yaşına geldiğinde otomobilden traktöre, minibüsten kamyonete kadar sürmedik araba bırakmadı. Böyle riskli bir merakın tabii ki bir kaç tehlikeli kaza faturası da olacaktı. Ve oldu. Allah’tan mala geldi de cana gelmedi. (☹️☹️☹️)

İlkokula başladığı sene; “Oğlum oku adam ol, doktor mühendis ol, büyük adam ol!” dediğimde; “Amca adam olmak için okumak şart değil ki!” dediğini hatırlıyorum. Daha o yaşta dünyanın sırr-ı esrarını çözmüştü, velet!

Daha 6-7 yaşlarındayken evlerine ziyarete gittiğimizde kocaman bir adam gibi bizi kapılarda karşılar, ihtiramla ellerimizden öper, karşımıza oturup 30-40 yıllık ahbabımız, 40-50 yaşında muhatabımızmış gibi çoluk çocuktan, sağlık ve âfiyetten, ülke ekonomisine kadar dakikalarca sıkmadan ve sıkılmadan bizimle konuşurdu.

Yine o yaşlarında, her telefon görüşmemizde, o tatlı çocuk sesiyle; “Amca ellerinden öperim, nasılsın? Yengem nasıl, abim ablam nasıllar? Sağlığınız yerindedir İnşaallah. Ne zaman bize geleceksiniz?” diye öyle konuşurdu ki, bendeniz cevap vermekten yorulurken o mevzu açmaktan yorulmazdı. Kendinden yaşça çok büyüklerle bile arkadaş olmayı, onların dünyasına girmeyi ve kendini onlardan biri olarak kabul ettirmeyi müthiş becerirdi, köftehor!

En olmadık anlarda -bu neviden- en olmadık bir hâl veya davranışını gördüğümde ya da duyduğumda onu nazar etmekten korkar; “Allah'ım, böyle bir fıtrat nasıl olabilir, bu çocuk yarın öbür gün büyüdüğünde nasıl bir yetişkin olacak?” diye hep sorar, sorgulardım. Böyle devam ederse bu çocuğa nazar değecek, diye ürkerdim de. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin naklettiği meşhur hadiste beyan buyurulduğu gibi; “Nazar deveyi kazana, adamı kabre sokar(dı).” (Şualar: 330)

8 yaşına girdiği sene (2015) bir sabah annemden bir telefon aldım. Ağlamaktan sesi kısılmıştı ve güç bela çıkabilen sesiyle; “Samiş gece yatarken havale geçirdi, hastaneye zor yetiştirdik” dedi. İnanamadım, çünkü o yaşa kadar ciddi hiçbir hastalık geçirmemişti. Tedkikler, röntgen, tomografi derken teşhis kondu: Beyninde tümör varmış!

Annesi de babası da sağlık personeli olduğu için, meselenin ciddiyetinin farkına bizden önce vardılar. Zamanla yarıştığımız bir telaş sardı hepimizi: Samiş’imin bir an önce ameliyat olması lazımdı. Türkiye'de beyin tümörü ameliyatı -hele bu yaşta bir çocuğa- yapabilecek çok fazla cerrah yoktu. Eşe dosta sora sora İstanbul'da dünyaca meşhur bir beyin cerrahını bulduk. Uzatmayayım, bir kaç gün sonra beyzademiz ameliyat oldu ve doktorun ifadesiyle orta büyüklükte bir portakal ebadında bir tümör beyninden çıkarıldı. Ve bizim için kimi zaman umut, kimi zaman hayal kırıklığı, kimi zaman sevinç, kimi zaman ise hüzün ve her daim dua ile geçecek zorlu 4 yıl böyle başladı.

Beyin ameliyatlarında kafatasını zımba ile diktiklerini biliyor musunuz? Ben Samiş’imin kafatasında 15-16 zımbayı, hem de 3 defa saydım. Toplamda 3 defa ameliyat oldu, amcasının en sevdiği yeğeni. Defalarca kemoterapi aldı, en ağır ilaçları yıllarca kullandı minik kahramanım. Evet “Minik Kahraman”ımdı o benim. Zira hastalığın ve tedavinin devam ettiği o 4 yıl boyunca bendeniz o çocuktan bir kez bile isyan, itiraz ifadesi veya tavrı hiç duymadım, görmedim. Hep bir tevekkül, haline razı olma ve etrafındaki sevdiklerini üzmeme hali, tavrı ve ifadeleri vardı.

Gerçekten zaman zaman tahammül sınırlarını zorlayan bir dönemdi. Hiç unutamıyorum; 2017 yılı 10 Kasım günü (bu arada 10 Kasım bendenizin doğum günüdür) ben İzmir’de, babam Erzurum’da ve Samiş’im İstanbul’da -aynı anda- kanser tedavisi için hastanedeydik ve üçümüz de o gün PET çektiriyorduk.

2019 yılı bahar aylarıydı. Artık yürüyemiyor, bir müddet kaldığı hastaneden eve getirilmiş, özel bir hasta yatağında yatıyor, nadiren tekerlekli sandalye ile birilerinin desteği ile gezebiliyordu. Hiç olmazsa biraz daha vakit geçirelim diye bendeniz de memlekete gitmiştim. Bedenindeki ağrıların te’siriyle uyuyamadığı geceler boyunca cefakar babası ve annesi ile birlikte başında sabahlıyorduk. Daha birkaç yıl önce konuşmaya başladığında bir daha susturamadığımız Samiş’im neredeyse tamamen sessizleşmiş, biz ona bir şey sormadan ağzını açmaz olmuştu.

O gecelerden birinde bendeniz odasında yatağının dibinde elim böğrümde oturmuşken babası onu tekerlekli sandalyesine bindirip koridor ve salonda dolaştırıyordu. Biraz sonra babasının sesini duydum: “Amcası gel bak, Samiş sana bir şey soracak.” Hemen salona koştum. Babasının perdelerini çektiği 3. kat salonunun penceresinden gece vakti kısmen ışıklandırılmış kısmen karanlık şehir manzarasına bakıyordu.

-Amcasının en yakışıklı yeğeni ne soracakmış bana?

-Amca ben bir daha yürüyemeyecek miyim?

-Allah’tan umut kesilmez evladım! İnşaallah yürüyecek benim bitanecik oğlum!

O an avazım çıktığı kadar bağırmak, içimdeki zehri akıtmak için hüngür hüngür ağlamak istiyordum.

-Amca, Allah bu hastalığı neden bana verdi?

Telefonumdan Bediüzzaman Hazretlerinin “Hastalar Risalesi”ni açtım, hem okudum hem de onun anlayacağı şekilde anlatmaya başladım:

“Masum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar olacak büyüklerdeki keffaretü'z-zünub yerine, manevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar şırıngalar nevindeki hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin defter-i a'maline, bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenatına girdiği, ehl-i hakikatçe sabittir.” (Lem'alar: 256)

-Amca!

-Efendim evladım!

-Ben ölecek miyim?

-Ağzından yel alsın, evladım. O ne biçim söz! Rabbimin izniyle sen şifa bulacaksın, sokaklarda güle oynaya gezip dolaşacaksın!

-Amca ben ölürsem cennete gideceğim, değil mi?

-Tabii ki evladım. Hem de cennetin tam ortasına. Orada artık bu hasta yatağın, tekerlekli sandalyen, her saat babanın ananın sana zorla içirdikleri bu ilaçların hiç biri olmayacak. Zaten çok beklemene gerek kalmadan ben de, baban da, annen de senin yanına geleceğiz!

-Orada yürüyüp koşabilecek miyim?

-Ceylan gibi seke seke gezeceksin, hem de kuşlar gibi uçacaksın, ışıktan daha hızlı dolaşacaksın. Peygamberimizle (asm), diğer peygamberlerle, evliyalarla ve Üstadımızla görüşeceksin. Senin yaşın küçük ama sen namaz kıldığın için Rabbim seni kemâl yaşta diriltecek ve büyükler gibi cennet nimetlerinden istifade ettirecek, İnşaallah!

Göz yaşlarımı içime akıtarak, aynı zamanda ebedi hayatın güzelliklerini onun ruhuna, kalbine yerleştirmenin telaşıyla o sordu ben anlattım. Kimi zaman gülerek, kimi zaman hüzünlenerek dinledi. Artık yorulduğunu fark edince odasına, yatağına geri götürdük.

Bir kaç gün sonra geri döndüm. Çok sürmedi, 10-15 gün sonra -bir tarafımla her gün beklediğim, diğer tarafımla gelmesin diye umutla dua ettiğim- o hüzünengiz, ciğersûz haber geldi: Samiş’im 12 yaşında cennet kuşu olmuştu.

Bir haziran sabahı telaşla arabamıza binip 14-15 saatlik bir yolculuktan sonra memlekete vardık. Şarkı bilenler bilir: Bizim oralarda cenazeler bekletilmez. İmam-ı Şafiî’ye göre; bir insan öldüğünde bir an önce defnedilmesi gerekir. Gece-gündüz veya kerahat vakti fark etmez. Bir an önce cenaze yıkanmalı, kefenlenmeli ve defnedilmelidir. Hatta vefat gece yarısı bile olsa sabah namazından önce defnedilmesi tavsiye edilir. Dolayısıyla biz varana kadar cenaze defnedilmiş, taziye evinde taziye başlamıştı.

Eve girmeden kabristana gittik. Toprak tümseğini ve başucundaki eğreti durdurulmuş tahtadaki ismini görünce anladım ki; Samiş’im cennet kuşu olmuştu. Artık hasta yatağına mahkumiyet yoktu, tekerlekli sandalyeye hacet kalmamıştı. Bedenindeki azalarını tahrip eden o ağır ilaçları almasına gerek kalmamıştı. Artık o; vatan-ı aslîmizde, meydan-ı tayeran-ı ervahta, “Tuyurun Hudrun” misali seyeran ediyordu ve geride kalan biz aciz, zayıf ve günahkârlara şefaatçi olacağı hesap gününe kadar berzah âleminde tenezzüh ve keyif yapacaktı.

Rabbim Samiş’im ve Maraş depreminde vefat edip cennet kuşları olan -ve İnşaallah ahirette ebeveynlerine şefaatçi olacak- masum çocuklarımız başta olmak üzere âlem-i ahirete göçmüş evlatlarımızı cennet ve cemaliyle müşerref eylesin; hayat yolculuğuna devam eden evlatlarımızı ve bizi de şu âhirzamanın dehşetinden, fitnesinden muhafaza eylesin; iman, İslamiyet ve istikamet dairesinde sıhhat ve afiyet üzere sürdüreceğimiz hayırlı ömürler lütfetsin, ihsan etsin, İnşaallah!

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.