Abdurrahman Nursî’nin Ankara Hayatı

Emin Talha KARAMUSA

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Ağabeyi Molla Abdullah’ın oğlu olan Abdurrahman Nursî, 1903 yılında Nurs’ta dünyaya gelmiş olup, kayıtlara göre Bedia (? - 1970) adında bir kız kardeşi bulunmaktadır. Abdurrahman, Üstadın ifadesi ile ‘gayet zekî, fedakâr, hem yeğeni, hem talebesi, hem hizmetkârı, hem kâtibi, hem de evlâd-ı maneviyesi’ idi. Bediüzzaman’ın doğumundan Rus esaretinden firar edip İstanbul’a teşrifleriyle, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığına kadar hayatını içeren bir "Tarihçe-i Hayat" kaleme almıştır. (1919)  

Yine Bediüzzaman’ın "Lemeat" isimli eserinin arka tarafında kısa bir makalesinin yanı sıra, vefatından bir-iki ay evvel amcasına hitaben yazdığı ve Barla Lahikasında yer alan mektubu bulunmaktadır. Henüz çok genç yaşlarda iken İstanbul’a yerleşmiş, amcasının Rusya’daki esaretten geldikten sonra yerleştiği İstanbul Çamlıca tepesindeki İzzeddin Paşa Köşkünde 7-8 ay kadar kalmışlardır.

Eski Said döneminde 1918-1923 yılları arasında Bediüzzaman'la İstanbul ve Ankara'da beş yıldan fazla beraber kalırlar. Daha sonra Bediüzzaman’ın Ankara'daki siyasi ortamın sıkıntılarını tespit ve siyasi mücadele edilemeyeceğini görerek, Van'a (Temmuz 1923) gittiğinde Abdurrahman Ankara'da kalıp Meclis’te ve sonrasında Sağlık Bakanlığında memurluk yapmıştır. Ankara’da sekiz yıl yaşamış ve burada 28 yaşlarında vefat etmiş olup, maalesef bu dönemi ile ilgili ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz. Bu dönemin ciddi bir araştırılması faydalı olacağı kanaatindeyim.

Abdurrahman Ağabey, Ankara’da yaşadığı dönemde, Hatice hanım ile evlendiğini ve bu evliliğinden 10 Ağustos 1928 tarihinde Vahdeti Suat (Sipahioğlu) adında bir çocuğunun olduğunu biliyoruz. Yine, Vahdeti Suat (Sipahioğlu)’nun da Abdurrahman Sipahioğlu (d. 1956) adında bir oğlu ve Hatice Elçin (d. 1969) adında bir kızı bulunmaktadır. Vahdeti Suat henüz bebekken kaybettiği babasını tanıyamamış fakat, bir vefa örneği olarak, babasının adını 1956 doğumlu olan oğlu Abdurrahman Selçuk’ta yaşatmıştır. A. Selçuk Sipahioğlu tambur sanatçısı ve (ODTÜ) akademisyen olarak Ankara’da yaşamaktadır.

Üstadın evlâd-ı maneviyesi ve ‘biraderzadesi’ olan Abdurrahman Nursi, 1929 yılında vefat ettiği bir çok kayıtta bulunmakla birlikte, Üstadın akrabalarından olan Hikmet Okur vasıtası ile Hizan Nüfus Müdürlüğünden temin ettiğimiz ‘Nüfus Kayıt Örneğine’ göre, vefatı 1931 yılı ve resmi adının Abdurrahman Okur yazıldığı görülmektedir. (Allah rahmet eylesin.) Yine aynı kayda göre bekar olduğu görülecektir.

Resmi kayıtlarda soyadı Okur, baba adı Teyfur (Molla Abdullah), anne adı Hesni olarak görülecektir. Buradan bakıldığında bekar olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nasıl olabilir diye biraz akıl yürüttüğümüzde en kuvvetli ihtimal Hatice hanım (Sipahioğlu) ile olan evliliği resmi kayıtlara geçmemiş olabileceğidir. M. Selim Parlakoğlu’nun Hatice Elçin’den aktarımına göre Abdurrahman Ağabeyin hanımı (ikinci çocuğunun doğumu sırasında, çocukla beraber) vefatı etmiştir. Abdurrahman ağabey ve eşi Hatice Hanımın vefatından sonra dayıları Vahdeti Suat (Sipahioğlu) Beye (çocuğa) insaniyet ve akrabalığın gereği yeğenine sahip çıkmıştır. (Bu arada kendi soyadını vermiş, olabilir.)

Abdurrahman ağabeyin oğlu Vahdeti Suat, 90 yaşını geçmiş (Allah ömrüne bereket versin) ve emekli olup Ankara’da yaşamakta olduğu bilinmektedir. Vahdeti Suat, ressamlıkla uğraşmasının yanı sıra “Pardon” ve “Papagan” gibi değişik mizah dergilerinde de Vahdet Sipahioğlu adıyla karikatürler çizmiş ve 1954 yılında kendisine ait bir karikatür kitabı yayınlanmıştır. Aile 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu’ndan sonra Sipahioğlu soyadını kullanmaya başlamıştır. Böylece Nursî ailesine Okur ve Ünlükul soyadının yanına Sipahioğlu da ilâve edilmiş oluyor. Bilindiği üzere Bediüzzaman’ın resmî kayıtlarda soyadı “Okur” diye geçmektedir. Küçük kardeşi Abdülmecid Nursî’nin soyadı ise Ünlükul’dur. Molla Abdullah (Teyfur) Ağabeyinin de soyağacı Sipahioğlu soyadı ile devam etmiş olmaktadır.

Üstadla görüşüp-görüşmediği merak edilmekte olup, Abdülmecid Nursî’nin oğlu Nihat Ünlükul’un önayak olması ile birlikte Abdurrahman Nursî’nin oğlu Vahdet’le Üstadı ziyaret ederler; Bediüzzaman Hazretleri onları görünce, ‘Cenâb-ı Hak, bana, bu dehşetli hastalığımdan sonra, en ziyade alâkadar olduğum iki biraderzâdem, belki eski zamanda Abdülmecid ve Abdurrahman sisteminde bir küçük Abdülmecid ve bir küçük Abdurrahman’ı teselliye vesile kılmak için ihsan etti!’ demiş.

Kanaatimce, Üstad ile Abdurrahman Nursi (Okur) Ağabeyin ilişkisini iki döneme ayırmak, anlamak açısından uygun olabilir. Birinci dönem (Talebelik-Yeğenlik), Üstadın Ankara’dan ayrılması ve Abdurrahman Ağabeyin kalması ile biter. İkinci dönem (Hasretlik) ise, Abdurrahman Ağabeyin vefatına kadar Ankara’da kaldığı dönem. Talebelik dönemi birçok açıdan örnektir. Hoca-Talebe; Amca-Yeğen, Mal sahibi-Vekilharç vb çoğaltılabilir. Yine bu dönemde ‘biraderzadem’ hitabıyla sevgisini ifade ettiğini görüyoruz. Hasretlik döneminde ise, üstadından, amcasından, hocasından ayrı kalmanın yanında, bunun kendi kararı ile olmasından kaynaklanan vicdan muhasebesi ile huzursuz bir hayat yaşar ve bunları vefatından yaklaşık iki ay önce yazdığı mektubunda belirtir. Bu mektup Üstadı çok sevindirir.

Abdurrahman Nursî’nin, Ankara’da kaldığı sekiz senenin sonunda vefatına yakın amcasına durumunu anlattığı bir mektubundan bazı bölümler:

‘Ellerinizden öper, duânızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risâlenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım; çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenâb-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh, ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duânızı dilerim. “Aziz mamo (amca)! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musîbetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safâsını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki, bunların hepsi hebâ olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safâsı neticesi zillet ve şedid azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise, terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükürle beraber sabretmekteyim.’

Üstadın “Manevî evlâdım” dediği Abdurrahman’dan ayrılıktan sonra aldığı bu mektup karşısında çok hislenen Bediüzzaman Hazretleri, bu mektupla ilgili duygularını daha sonra dile getirdiği mektubundan bazı bölümleri şöyledir:

“Sonra, birden, birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektub’un fıkraları içinde, üç zâhirkerâmeti gösterir bir tarzda derc edilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve el’an da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman, o mektupla, pek ciddî ve samimî bir surette, dünyanın ezvâkından nefret ettiğini ve en büyük maksadı, bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’ânîyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti.”

Bediüzzaman Hazretleri, kendisine varis olacak manevî bir evlâdı ve yeğeni olan Abdurrahman’ı bulmuşken ve kavuşma ihtimali varken kısa zaman sonra onu kaybetmesi kendisini çok üzdüğünü ifade eder. Kendi ifadesiyle bu vefat haberi ile öyle sarsılır ki beş sene boyunca o tesiri hisseder. Bu konuyu şu ifadelerle dile getirir:

“Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.” (Barla Lahikası)

Risale Haber aracılığı ile Sipahioğlu ailesinden (imkan dahilinde ise) bir ricayı dile getirmeyi kendime vazife addediyorum. Malum Üstadın mezarı ile ilgili olarak ‘bilinmemek gerekir’ vasiyeti gereği, Risale-i Nur okuyanlar Üstatlarına dua ederler, fakat mezarını aramazlar. Bildiğim kadarı ile Abdurrahman Nursî Ağabey ile ilgili böyle bir kayıt yok. Daha önce yapılan araştırmalarda mezarının Solfasol Mezarlığında olabileceği ile ilgili duyumlar bulunmaktaydı. Bizzat giderek, yerinde yaptığım araştırma sırasında mezarlığın içinden yol geçmesi nedeni ile üçe ayrıldığını müşahede ettim. Birçok fotoğraf da çektim. Ola ki, Vahdeti Suat Sipahioğlu veya çocukları mezarın yerini biliyor olabilirler. Abdurrahman Ağabeyin vefatının sene-i devriyesinde böyle bir bilgiyi kendilerinde saklamak yerine, Abdurrahman Ağabeyin sevenleri ile paylaşmak isteyebilirler. Abdurrahman Nursî Ağabey vesilesi ile edilen duaların, bu tür bir hayra da vesile olabilmesi duasıyla.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.