“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)
Daha güzel bir dünya istemek, insan için fıtrîdir, karşıkonulmazdır. İsteriz. Şahidi olduğumuz acılar üstümüze geldikçe hayal cennetine kaçmamız doğal. Rüyalar bile, bana öyle geliyor ki, dünyanın gerçekliğine dayanamayan insan ruhunun aldığı nefeslerdir Allah'ın rahmetiyle. Rüyalarda herşey mümkün. Hayallerde de öyle. Fakat hayatın gerçekliği, şahid olunanın reddedilmezliği, hâlâ bir imtihanda ve hâlâ sınanıyor oluşumuzun en büyük delili. Kontrolümüzde olmayan bir sürü şey var ve biz avuçlarımızda sıktıkça, karşı taraftan birisi asılıp çekiliyormuş gibi, bu dikenli tel canımızı acıtıyor. Değiştiremiyoruz! İnsanın canını da en çok değiştiremedikleri acıtıyor. Sabır en çok bu barışa gerek. Kendinle ve bahtınla bir barışa.
Bu demek değil ki, sebepler dairesinden hesap sormayalım. Sebep olanlar, elbette kusurlu perdelikleriyle ağzımızı acılaştırıyorlar. Fakat bunun yolu ne? İsyan mı? Yıkmak mı? Dönüşü olmayan bir kıyamet koparmak mı? Gidermeye çalıştığımız acılardan daha beterlerine vesile olacak yeni bir kaos yaratmak mı? Neyi verip neyi aldığımızı bilelim. Neyin bedeline neyi feda ediyoruz bilelim. Bize teklif edilen, kaosun iki ucunda dikilen iki grubun (Gezicilerin ve Gülencilerin) bize teklif ettiği, "Ne olursa olsun, ortalık bir karışsın, ne taş üstünde taş kalsın, ne de devlet üstünde baş."
Onların hesapları belli ki başka. Kan aktığında coşanın mesleği yalnız vampirliktir. Biliyorum, ortalık karışık, ortalık toz duman! Fakat feraset sahibi olduğunu da biliyorum. Defaatle gösterdin bunu. Şu kadarını ayırabilirsin: Ateşi söndürmeye çalışan var, ateş harlansın diye uğraşanlar var. Bu ateş, kardeşliğin/huzurun canını yakıyorsa, taraflardan hangisinin haksız olduğunu da bilirsin.
Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur'u, anarşinin ve istibdatın kökünü kesen bir öğreti olarak göstermesi, sırf devletçi olduğundan (hâşâ) veya iktidar yalakası olarak takıldığından (hâşâ) mı? Hayır, asla! Devletçi olsa, iktidar yalakası olsa, Eski Said'in İstanbul'daki mücadelelerinden tut, Yeni Said'in mahkeme mahkeme süründürülen günlerine kadar; bütün hayatını, baskıcı rejimlere karşı koymakla geçirmezdi. Fakat birşeyi biliyor: Bu iş istibdatla olmayacağı gibi, anarşi ile de olmaz. Anarşi zamanları, kontrolsüz zamanlar, şiddetin ve karmaşanın ucunun nereye kadar gideceği bilinmeyen zamanlar. Anarşi çıkararak hakkını alabilen olmuş mu? Olmuşsa ne kadar olmuş, ne şekilde olmuş? Kimbilir kendi "Hakkımı alayım" derken kaç kişinin hakkına girmiş, kaç yurdu mahvetmiş, sonunda bitirdiğini sandığı şeye dönüşmüş.
Şimdi bize, Soma'daki ciğer yangını üzerinden yeni bir anarşi teklifinde bulunuyorlar. Tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. İstiyorlar ki; acılarımızı kullansınlar, onu bir isyana dönüştürsünler. Kardeşlerim, biz bunların provakasyonlarına gelmeden de hesap nasıl sorulur biliyoruz. Suçlular nasıl mahkûm edilir biliyoruz. Hataları görüyoruz. Dünyada hak aramayı ilk bunlar icat etmiş değil. Bize bunu ders verecek kabiliyette de değiller. Eğer istedikleri anarşiyi bunların ellerine verirsek, yalnızca Soma'nın yangını olmayacak bu yangın, her yere sıçrayacak. Kan istiyor bunlar. Düpedüz kan istiyor! Daha fazlasını istiyor ve daha fazlası aktıkça da büyüyorlar.
Rabbim şerlerinden muhafaza eylesin. Somalı kardeşlerimize de katından büyük rahmet indirsin, sabr-ı cemil versin, gönüllerini ferahlatsın. Teenniyle soruşturulsun bu facia. Öncesinde ve sonrasında yapılan yanlışların hesabı da sorulsun. Bunların hiçbirisiyle problemli değiliz. Ancak fitne zamanı yer değiştirenlerden, saf değiştirenlerden, provakasyonla tavır değiştirenlerden de değiliz. Sabır böylesi bir zamanda hepimize gerek. Yalnız Soma'daki kardeşlerimizi için değil, kendimiz için de sabır duasına çıkalım.