Cumhuriyet kurulduğunda “açılıma” çözüm Bediüzzaman Said Nursi tarafından net bir şekilde ortaya konmuştu. Ama dinleyen olmayınca uygulama bugüne kaldı.
Çözüm önerisinde neler anlatılmıştı. Önce Ortadoğu’nun sosyolojik yapısı tespit edilmiş. Yapılan tespitin ardından çare net bir şekilde ortaya konmuştu.
Bunun adı bir beyanname idi.
Daha sonra 1950’li yıllarda Adnan Menderes’e gönderilen bir mektup oldu. Beyannamede sosyolojik yapı tespit edilmiş çözüm önerisi sunulmuştu. Otuz sene sonra gönderilen mektupta ise yapılması gereken şey gösterilmiş, yani yol haritası çizilmişti.
Yayınlanan beyannamenin 5. Maddesi şöyledir: “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.” (Tarihçe-i Hayat sh. 125)
“Kader-i Ezelinin bir remzidir/bir işaretidir ki,” ifadesi gayet önemlidir. İlahi kader böyle takdir etmiş. Fıtratı değiştirmeye gücümüz yetmeyeceğine göre fıtrata uygun davranmak en doğrusudur. Su demir gülle içinde de olsa donduğu zaman kabını patlatır.
Ortadoğu insanını birlik ve beraberliğe götürecek tek saik “din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir” kaidesi fıtrata uygun bir tespittir. Çünkü Tarihi gelişime baktığımızda peygamberlerin tamamının o bölgede gönderilmesi buna işarettir.
Peygamberlerin gelmesi o bölge insanını bir araya getirmiş ve çapulcu kabileler olmaktan kurtararak ardından büyük medeniyetlerin kurulmasına neden olmuştur. Felsefi yaklaşımlar, akli çözümler işe yaramamıştır. Ortadoğu’da filozof ve bilim adamı çıkmamış mıdır? Elbette çıkmıştır ama bunlar birleştirici rol oynamaktan çok zaten birleşip büyük medeniyetler kurmuş toplumların önemli ihtiyaçlarını gideren insanlar olmuşlardır.
Oysa Avrupa öyle değildir. Hiçbir peygamberin Avrupa’da gelmemiş olması, aksine filozofların orada fazlasıyla rol oynamış olması Avrupa’yı birlik ve beraberliğe sevk eden en büyük değerin akıl ve bilim olduğu görülmektedir.
“Kader-i Ezeli” orayı da böyle bir yapıda yaratmıştır.
Tarihi bir başka tespit daha var. O da; her zaman saldırı kuzeyden ve Avrupa’dan, güneye olmuştur. Haçlı seferleri ve ondan önceki Mançur-Moğol saldırıları en yakın örneklerdir. Tarihin derinliklerine gidildiğinde bunu isimlendirmek mümkün olmasa da yapılan setler gösteriyor ki, tarihin derinliklerinde de durum pek farklı değildir. Çin Seddi gibi muhkem setler ve kalelerin o saldırılardan korunmak için yapıldığı açıktır.
Yani Kuzey Rusya ve Avrupa, savaşçı toplumlardır. Oysa Asya milletleri dindar milletlerdir. Avrupa kışla ise, Asya Cami hüviyetindedir. Dolayısıyla birinin kametine uyan elbiseyi diğerine giydirmek gayet yanlış olur.
İmama asker elbisesi giydirilmez. Veya erkeğe aşüfte kadın elbisesi uymaz. O nedenle fıtratların bilinmesi bu açıdan önemlidir.
Özetlersek Avrupa’da uygulanmış ve başarı elde edilmiş akli ve felsefi yöntemler Ortadoğu’nun fıtratına uymaz, birlik ve beraberliği sağlamaz. Birleştirici unsur olarak milliyetçiliği ön plana çıkarmak işe yaramaz. Tek dilli ulus yapısı modeli bu topluma uymaz. Hele “ulus devlet” anlayışı işi kesinlikle çözmez aksine çözümsüzlüğe götürür.
O nedenle Üstadımızın dediği gibi “İslâmiyet milleti herşeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir” (Emirdağ L. Sh.422) ifadesi gayet yerinde ve makul bir yaklaşımdır. Aynı mesele bir başka yerde farklı şekilde ifade edilmektedir.
“Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.” (Mektubat sh. 314)
Bu milleti bir arada tutacak kuvvetin dinden geldiğini bilmek meseleyi çözer. Birliği din ile sağlamak mümkündür. Irkçı yaklaşımlar ile, tek tip isimlendirme ile meseleyi çözmeye kalkmak işi zorlaştırır. Nitekim bugüne kadar görüldü ki, bu tür yaklaşımlar bu meseleyi çözmüyor.
Din birliği “Müminler kardeştir” hakikati ve kuvvetli etkisi altında bir ve beraber olmak en doğrusudur. Dinin birleştirici şemsiyesi altında meydana gelecek farklılıklar ise kültürel zenginliktir. Farklı dili konuşmak veya farklı anane ve geleneğe sahip olmak ayrıcalığa neden olmaz aksine yarışa ve müsabakaya neden olur, kalkınmaya kaynak teşkil eder.
Hem bu meselede sadece bugünü düşünerek çözüm üretmek doğru bir yaklaşım olmaz. Öyle bir çözüm üretilmeli ki, gelecekte komşu ülkelerle yapılacak birliklere de zemin hazır etmeli. Madem din toplumları bir millet haline getiriyor. O halde yapılacak şey o milleti bir bütün haline getirecek tedbirleri önceden görüp almaktır.
Bizim milletimiz İslamiyettir. Sayısı bugün için 1.5 milyar insan demektir. Bu milletin bir çatı altında toplanması gayet tabii bir sonuçtur. ABD gibi veya AB gibi bir araya gelebilir.
Bunun için de ikinci mektup veya Adnan Menderes’e yazılan dilekçe dikkate alınmalıdır. Zira bu mektup bu işin nasıl yapılacağına dair yol göstermektedir. (Emirdağ L. Sh. 320)
Bu mektupta, “Müslüman kardeşlere” bu birliğin sağlanması için “gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet” verilmesinden bahsedilmektedir. Vermeden almak mümkün olmadığına göre önce verilecektir. Daha sonra destek alınacaktır. Verilecek olan destek maddi değildir. Manevidir. Aslında Alem-i İslamın desteğini sağlamak amacını da gütmeden kendi çıkarımız, birlik ve beraberliğimiz için yapılması gereken şeydir.
Bu mektupta neler önerilmiştir özetle bakalım isterseniz.
1-Devletin kendi bekası için ferdin hukukunu dikkate almamak gibi bir lüksü olamaz. “Devlet için fert feda edilir kaide-i zalimanesi artık rafa kaldırılmalıdır.”
2-Bir kişinin hakkı bütün insanlığa dahi feda edilemeyecek şekilde koruma altına alınacaktır. Fert kendisi feda ederse o durum fazilet kabul edilecektir, alkışlanacaktır.
3-Birinin hatası başkasına mal edilmeyecek, hiç kimse başka birinin hatasından dolayı muaheze edilmeyecektir. Yanlış yapanı destekleyen insanların sadece günahkâr oldukları düşünülecek ve bunun cezası ahirete bırakılacaktır.
4-“Müminler kardeştir” kaidesi esas alınacaktır.
5-“İhtilafa düşmenin cesaret kırıcı olduğu ve kuvveti azalttığı” tezi toplum bilinci haline getirilecektir.
Bu kaidelerin her biri bir ayetten alınmadır. O nedenle “Din insanları uyuşturuyor, haklarını almalarına engeldir” diyenlerin yüzüne savrulacak mükemmel bir hakikattir.
Din, “birlik olun” derken kaidelerini de ortaya koyarak birliğe davet ediyor. Ana dilde eğitim bir insani hak ise ki, öyledir. Bunu din teminat altına almaktadır. Kendi dilini konuşmak, dil ile oluşmuş kültürü devam ettirmek bir başka hak ise ki, o da haktır o da teminat altına alınmıştır. “Ben kürdüm veya ben Türküm, ben Lazım” demek “Müslüman’ım” demeye engel teşkil etmiyorsa ki, etmiyor bu da teminat altına alınmıştır. Yukarıdaki kaidelere göre bunların hiçbiri göz ardı edilemez. “Karıncanın hukukunu zayi etmeyen” İslam dini bir milletin en önemli hukukunu zayi eder mi?
Arzu ettiği isimde çağrılmasına engel koyar mı? Kendi dilinde eğitim almasına “olmaz” der mi? Dinin yasaklarına ters olmayan meşru dairedeki kendi kültürüne ait eğlenmesine yasak koyar mı? Bugün yürürlükte uygulanan yasakların hiçbiri dinin yasakları içinde yoktur. Din bunların hiçbirini yasaklamaz aksine teşvik eder.