Ulusçuluk ve ulus devletler yok iken kavimler, kabileler, aşiretler... vardı; insanların kimliklerinde bu guruplara aidiyet belirleyici olduğu gibi dostluklar, düşmanlıklar, rekabetler, dayanışma ve yardımlaşmalar, değerler de bu aidiyetlere bağlı olarak oluşup gelişiyordu. Deri rengi, soy sop, sahiplik ve kölelik aynı zamanda değer ölçüsü idi; her bir gurup kendinin diğerinden üstün olduğu inancı ve iddiasında idi.
"İslam geldi, herkesin Adem'den geldiğini, Adem'in de topraktan yaratıldığını, insanların tarak dişleri gibi birbirine eşit olduklarını, ya din veya köken bakımından kardeş olduklarını, üstünlüğün insanın kesbine (çaba ile elde edeceği üstün vasıflarına) bağlı bulunduğunu, Allah katında en değerli insanın en güzel ahlaklı ve dindar insan olduğunu ilan etti. Hz. Peygamber bu ilkeleri tebliğ etmekle kalmadı, köle çocuklarını eski efendilerinin başına kumandan yaptı, asil soydan geldikleri kabul edilen akraba kadınları azatlı köleler ile evlendirdi. Müslüman olmayıp İslam ülkesinde yaşamk isteyenlere hayat başta olmak üzere bütün temel insan haklarını tanıdı...
Bütün bu bilgi, iman ve uygulamanın tesiri ile İslam'ın ilk muhatapları köklü bir değişim geçirdiler, Kur'an-ı Kerim'in bütün devirler için öngördüğü örnek topluluk Hz. Peygamber zamanında gerçekleşti. Bundan sonra sosyal yapı bu örneğe göre kurulacak ve gelişecekti. Eksikleri ve ihlalleri olsa da İslam'ı hayatlarının rehberi edinen İslam toplulukları, başta ırkçılık olmak üzere insanları bölen, ayrıştıran inança ve uygulamalar hayat hakkı tanımadılar. Asırlar boyu "Müslüman olmak" kardeşlik ve dayanışma için –en azından teorik olarak- yetti.
Son iki asırda ulusçuluk ve bunun uzantısı olarak ulus devletler ortaya çıktı, giderek hakim oldu; Batı'da ulusçuluğun içinde ırk ve dil yanında dinin de etkisi önemli oldu ve olmaya devam ediyor ("Avrupa birliğinin temelinde Hristiyanlık vardır" diyen pek çok Avrupalı mevcuttur).
Türkiye çağdaşlaşma (muasırlaşma) adına Avrupalılaşmaya karar verince Osmanlı bakiyesi "kökenleri çeşitli" toplulukları nasıl bir ulus yapacağı konusunda isabetle bir karar alamadı, uygulama yapamadı (zaten de yapamazdı). Kürtlerle savaştı, gayr-i Müslimleri sürdü, Alevileri yok saydı, Sünnîlere baskı yaptı; dillerini, harflerini, ezanlarını, kıyafetlerini, kanunlarını... cebren değiştirdi. Sonunda artık içten (kalbden ve zihinden) bölünmüş, parçalanmış, sopa korkusu olmasa birbirine düşecek (zaman zaman da düştüler), etkili ve bütünleştirici bir birlik unsurundan mahrum "ulus" var.
Şimdi ne olacak?
Bu sorunun cevabını veren akıldaneler çok ve çeşitli. Kimine göre "Herkes ya Türk olacak ve ya yok olacak", kimine göre çare parçalanmak, kimine göre parçalanmaya giden yolun taşlarını döşemek üzere bazı hak ve hürriyetler vermek... Ama kimsenin dönüp de dine baktığı yok!
Can alıcı soru şudur:
Doğuda, Kürt kökenli pek çok ulema ve meşayih vardı; Mevlânâ Halid birçok Türk mürşidin mürşididir, Abdulhakim Arvasi, Şeyh Seydâ, Muhammed Emin Efendi Kürtler kadar ve belki daha fazla Türkler tarafından sevilmiş ve sayılmışlardır. Dinlerine canları kadar değer veren ve bu uğurda isyanı, ölümü göze alan Kürtler şimdi nasıl oldu da bir avuç Marksist, dinsiz, namazsız, niyazsız insanın peşine takıldılar (takılanlar için söylüyorum)?
Biz nerede yanlış yaptık diye düşünmek yalnızca askere değil, sivillere de vacib olmuştur.
Yeni Şafak